İbn-i Rüşt, Gazali'nin İbni Sina'yı yanlış anladığını, aslında ‘özde ikisinin de aynı şeyi söylediklerini’ açıklayarak aralarını bulmaya çalışır: Gazali, İbni Sina'yı üç konuda tekfir ve tenkit etmiştir.
Cismani Haşr Meselesi: İbn-i Sina da cismani haşr olayını kabul eder ama bedenin aynı beden olmayacağını ileri sürer. ‘Aynı beden olmasına imkan yok’ der Sina çünkü ‘zaman-beden ilişkisi nedeni ile aynı beden ile haşr olamaz’ diye açıklama yapar. Aynı zamanda, ‘Ruh beden ayrıdır, ruh bedeni temsil edebilir. Allah (cc) boşuna iş yapmaz. Ruh, bedeni temsilen sadece haşr olacak’ der.
Alemin kıdemi meselesi: Allah var olduğu andan itibaren hemen düşünmeye başladı. Düşününce düşündüğü var oldu. Düşünme = Yaratama. Böylece ‘düşünmesi ile var etmesi arasındaki süre çok az olduğu için alemde kadim sayılır’ der. İbn-i Sina, Sudûr nazariyesini kabul eder.
Allah'ın cüzileri bilmemesi meselesi: Cüzi şeyler külli şeylerin parçasıdır. Allah külliyi yaratır. Cüz'i, küllilerden oluşur. Allah cüzileri bilmez ama küllileri bildiği için cüzileri de bilir, onlara muttalidir. Kısaca; ‘Allah cüzileri, külli olarak bilir’ der.
İbn-i Rüşt'e göre felsefeye karşı olan eleştiriler aslında felsefeyi yanlış anlamadan doğmuştur. Felsefe eşyanın aslını bilmektir, felsefenin gayesi kâinatın sahibinin var olduğunun delillerini ortaya koymaktır. Kur’andaki düşünmeyi, araştırmayı emreden birçok ayet, Hz. İbrahim'in akıl yolu ile Allah'ı bulması, felsefenin varlığını destekler mahiyetteki ayetlerdir. Bir insan Allah'ın varlığını ispat için düşünmenin yollarını bilmesi gerekir. Düşünmeyi hem Kur’an hem felsefe savunur. Din kesin delilleri (Burhan) ortaya kor. Felsefe ve mantıkta, akli yollar ile kesin deliller sunar. Kısaca, ‘din felsefeyi farz kılmıştır’ der.
Gazali; İbn-i Sina'nın, Farabi'nin Aristo ve Eflatun'un "yabancı fikirlerini bize getirdiler" der. İbn-i Rüşt buna cevaben: Bir Müslüman bir kurban kesecek ama bıçak yabancı marka bir bıçak olursa kurbanımız olmayacak mı, tabii ki olacak. Burada alet mühim değil, önemli olan insanın takvasıdır. Biz belirli hakikatlere ulaşmak istiyoruz. Bunun yolları, gayri Müslimler tarafından belirlenmişse bunları alırız. Yoksa hakikate götüren yola kavuşamayız. Yapılmış, bazı şeyler ortaya konulmuş, bunlar dururken işe baştan başlamak saçmalıktır. Boşa giden zaman ve mesai olur. Eğer yapılan işlerin hepsi doğru ise, gayri Müslim dahi olsa hepsini almak gerekir. Bir kısmı doğru ise doğru kısmını alırız. Bir insan tüm ilimleri bilemez. Ama her ilimde tespit edilmiş hakikat ve usuller varsa, biz onlardan faydalanırız. İbn-i Rüşt: ‘Bizden önce ortaya konan ilimleri, bunlarla ilgili kitapları okumak vaciptir’ der. Felsefe yapmak din açısından vaciptir. Ama herkes felsefe yapamaz. Felsefe yapmak için şu şartların olması gerekir: Doğuştan zeki olmak, Şeriatın istediği ahlaki fazilet ve dürüstlük sahibi olmak, Felsefe ve dini meseleleri iyi bilmek. Bu şartlara sahip olmayan felsefecilerde mutlaka eksiklik vardır. Ya aklı kıt veya ufku geniş değildir. Bu tür yetersizlikleri felsefeye mal etmek yanlıştır. Şeriat ve felsefenin usulü birbirine uyar. Her ikisi de insanı hakikate ulaştırır. Kur’an ve felsefe birbiriyle uyum halindedir. Felsefe yolunda sapıtanlar var ise onlar yukarda belirttiğimiz -felsefecilerde olması gereken- vasıfları taşımıyorlar demektir. Rüşt, ‘Felsefede bazı insanlar yanlışı söyleyerek başkalarını yanlışa götürür, felsefe imanı tehlikeye düşürür’ diyenlere şöyle cevap verir: Felsefeyi okudukları halde, araştırdıktan sonra sapanlar olabilir, tıpkı çölde susuz kalan insanın suyu bulunca kana kana içmesi sırasında suyun genzine kaçıp onu öldürmesi gibi. Burada "su insanı öldürür" diyebilir miyiz? Metodu bilmeyip, yanlış yolda amel edildiği zaman, hayat verici olan şey ölüm getiren şey olabilir. Bu yüzden suyu suçlamak yerine, metodu suçlamak gerekir.
İnsanların anlayışları farklı farklıdır. Hz Resul'de ‘insanlara akılları seviyesine göre konuşulmalıdır’ der. Kur’an da bazen mucize, bazen delil (burhan), bazen cedel muhataplarını ikna eder. Felsefede aynen bu metotları kullanır. Kur’an, "hikmetle çağır" der, felsefede insanı hikmete çağırır. ‘Eşyanın hakikatini bilmek hem felsefe hem şeriatın emridir.’ der İbn-i Rüşt. Son olarak ‘felsefe insanı yanlışa götürüyorsa felsefeyi eleştirmek yerine felsefenin bu yanlış yollarını ele alarak incelemek ve doğrusunu ortaya koymak lazım gelirw der.
Not: İbn-i Rüşt'ün tüm görüşlerini kabul etmeyebiliriz. Önemli olan Farabi, İbn-i Rüşt gibi Müslüman filozofların Kur’anî sınırlar içinde kalma çabalarının göz ardı edilmemesidir! Onlar "Müslüman filozoflarıdır!"
.
Gazali’nin filozofları tekfir ettiği konular
“Aristo’ya göre madde ezelidir. Bu filozoflar da evrenin ezeli olduğunu savunuyorlar. Oysa evrenin ezeli olması fikri, başka bir ezeli varlık daha kabul etmek anlamına gelir ki, bu hem tevhid anlayışıyla hem de Yaratıcının sıfatları ile çelişir.
Aslında filozoflar da tam olarak bunu söylemezler. Burada yapılan; Allah’ın zamandan ve mekandan münezzeh olduğuna iman etmek ve yarattıkları ile O’nun Zatı arasına bir mesafe koymaktır. Güneş örneği üzerinden gitmek gerekirse; güneş var olduğu andan itibaren ışığı da vardır. Fakat ontolojik olarak düşündüğümüzde ışığın olması için güneşin daha önce var olması gerekir. Yani güneş, ışığından önce gelir ve bu demektir ki; ışık ancak güneşin varlığı sayesinde mümkündür. Yaratıcı ile yaratılan arasındaki ilişki de böyledir. Filozofların bu konuda söyledikleri budur.
Filozoflar, “Allah küllileri bilir, cüz’ileri bilmez.” derler. Filozoflar bunu söylerken; “Allah’ın bilgisi bizim bilgimiz gibi bölük pörçük değildir. O’nun bilgisi küllidir, bütüncüldür” demek isterler. Gazali de, “Sebe’ suresi 3. ayette; ‘Ne göklerde ne yerde zerre ağırlığında bir şey bile O’ndan gizli kalmaz’ buyrulduğu üzere “Allah hem küllileri hem de cüz’ileri bilir” diyerek onları eleştirir. Özde iki taraf da çok farklı şeyler söylememektedir.
Esasında Aristo farklı bir düşünce sergiler. Onun, “Allah’ın zatı mükemmeldir ve mükemmel bir şey değişmez. O sadece mükemmel olan ve değişmeyen zatını bilir. Değişenler mükemmellikten uzaktır ve Allah onları bilmez” gibi fantastik bir yaklaşıma sahiptir.
Filozoflar “Ahiret hayatı cismani değil ruhanidir” derler. İbn-i Sina, ahiretin sadece ruha ait olduğunu anlatan eserinde; “Bütün kutsal kitaplarda ahirete ait cennetteki bahçeler, ırmaklar, katran kazanları gibi tasvirler; avam soyuttan anlamadığı için ihtiyaç duyulmuş anlatımlardır. Maddenin olduğu yerde mükemmellik olmaz, madde somuttur ve eksikliği temsil eder. Halbuki mükemmel ve sonsuz olan soyut olandır.” diye açıklama yaparlar. Kur’an-ı Kerim, ahiret hayatının hem ruhani hem de cismani olduğunu vurguladığı için Gazali’ye göre bu da küfre yol açar. Halbuki bu filozoflar ahireti reddetmezler. Ancak fani olan maddi dünyayla baki olan ahireti kıyas etme hatasına düşmüşlerdir.
İmam Gazali’nin bu noktalar üzerinden filozofları tekfirle suçlamasını konjonktürel olarak anlamak gerekir. Felsefeden hareketle kendi fikirlerine destek arayan Batınî’lerin ellerine malzeme olabilecek her düşüncenin önünü kesme çabası içindedir aslında Gazali.
Gazali’ye göre avam felsefeyi anlayamayacağından, onları bu konuya yaklaştırmamak gerekir. Çünkü felsefe konusu itibarıyla ancak ilim ehlinin işidir.
İbn-i Rüşd; İmam Gazali’nin bu eleştirilerine “Tehafütü’tehafüt” (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) adlı eserinde cevap yazar ve ‘tüm filozofları muhatap alıp genellemede bulunmasının, demagoji yapmasının hatalı olduğunu, ona yakışmadığını’ söyler.
Özetle, Gazali’nin felsefe alanındaki görüşleri, dönemin şartları içinde şekillendiği göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir.” İbrahim Halil Er