Kutsal kitapların kaynağı Sümerler olduğu iddiası
Muazzez İlmiye Çığ tarafından yazılan eserlerle özellikle yaygınlaşan ve genel anlamda tüm ateistlerce ortaya atılan iddia, ‘dinlerin temelinin ilahi olmadığı, zamanla çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere evrildiği’ şeklinde özetlenebilir. Bu genel iddiaya cevabımızı, ‘İslam tüm dinlerin özüdür, ortak adıdır.’ adlı yazımızda verdiğimizi hatırlatıp, “Dinlerin kökeninin Sümer'e dayandığı” iddiasına geçelim:
"Dini yalanlayanlar, ayetlerimiz kendisine okunduğu zaman, bunlar ‘Öncekilerin masalları! derler." (Kalem, 15) ayetinin de ifade ettiği gibi, bu yeni bir iddia değildir. Evrimci yazar Yuval Noah Harari, "Elimizde neredeyse hiçbir kanıt yok ve olanlarda binlerce değişik şekilde yorumlanabilir. (Dinlerin kökeni hakkında) yapılan her tasvir spekülatif-kurgusal olacaktır. Akademisyenlerin teorileri aslında kendi ön yargılarına ışık tutar." (Harari, Sapiens, s. 67) derken aslında, önyargı ve sübjektif bir bakış açısı ile “dinlerin insanlar tarafından yaratıldığı” şeklindeki iddianın mesnetsiz/temelsiz bir görüş olduğunu dolaylı bir yoldan itiraf etmiş olmaktadır. Göbeklitepe kazılarında ortaya çıkan gerçek tüm bu iddiaları temelinden sarsmış ve yıkmıştır. "Göbeklitepe, milattan önce 10.000 yılında kurulmuştur ve Sümerler, bu ilk medeniyet oluşumlarından ancak binlerce yıl sonra ortaya çıkmıştır. (İbrahim Kalın, Barbar Modern Medeni, s. 20); "Göbeklitepe tarihinin Sümerlerden yaklaşık olarak 9.000 sene öncesine uzanıyor olması, tarihin ve dinlerin daha eskilere dayandığı düşüncesine doğrulamaktadır." (Selçuk Kütük, Deizm, s. 272)
İslam, Hz Adem’den itibaren gelen dinin adıdır. Yani Yüce Yaradan ilk insandan itibaren hep aynı emir ve yasakları insanlara bildirmiştir. Bu konu ‘İslam tüm dinlerin özüdür, ortak adıdır’ adlı yazımızda ele alınmıştır. Dolayısı ile "Tüm alemleri yaratan tek ve bir Allah olduğuna göre, Allah'ın Naacal tabletlerinde, Sümer yazıtlarında, Avesta'da, Tevrat-İncil'de ve Kur’an'da aynı mesajları göndermesinden daha doğal ne olabilir?" (Metin Aydın, Ateizm Yanılgısı, s. 231) Kur’an’ı Kerim’deki bazı kıssaların, M.Ö. 3500-M.Ö. 2000 yılları arasında Mezopotamya'da yaşamış olan Sümerlerin Gılgamış destanından alındığı iddia edilmişti. Mezopotamya’da bulunan kil tabletler 1850 yılında bulunmuştur. Çözümleri ise ancak 20 yıl sonra 1870 yılında gerçekleşmiştir. Bu, Kur’an’ın indirilişinden 1200 sene sonra bulunup, okunabilen tabletlerin Kur’an’a kaynaklık ettiği iddiası anlamına gelir ki, bu iddianın mantıksızlığı zaten ortadadır. Bu iddia sahipleri bunu asla objektivizim ve pozitivizm ile açıklayamazlar. Şimdi bu iddiayı detaylı şekilde ele alıp cevaplayalım:
Gılgamış Destanı ve Kur’an
Yunan tanrıları gibi çok tanrılı bir mitoloji olmasından yarı tanrı çocuklara ve efsanedeki Urşanabi karakterinin Yunan mitindeki Charon arasındaki benzerliğe dek, Yunan mitolojisi ile yoğun biçimde paralellik gösteren, ölümsüzlük iksirinden mitolojik canavarlara dek klasik efsanelerdeki figürleri içinde barındıran, içerisinde topraktan yaratılma ve tufan gibi doğruların da bulunduran ama bunlarında epeyce değişikliğe uğradığı bir efsanedir Gılgamış destanı. Mesela Tufan kararını tanrılar meclisinin verdiği ve bunun da nedeninin, Tanrılardan Enlil'in insanların mutluluğunu çekememesi olduğu ve bilgelik tanrısı Ea tarafından bu tufanının -Yunan mitolojisindeki Prometheus gibi- 'gizlice' Kral Utnapiştim'e haber verildiği gibi efsaneler dışında, gök tanrısı Anu'nun 'eşi' Ninhursag, Gılgamış ve kardeşi Enkidu'yu kilden yaratması gibi doğruların bile bozulmuş bir versiyonla aktarıldığı bir efsane olan Gılgamış efsanesinde, Gılgamış'ın babası Kral Lugalbanda iken, annesi ise Büyük İnek Tanrıça Ninsun'dur! Gılgamış üçte bir insan, üçte iki ilahtır. Görüldüğü gibi Gılgamış da, klasik birçok efsane gibi, içinde barındırdığı doğruların zamanla bozulup efsaneleşmesine tipik bir örneklik teşkil etmektedir. Anu/An: Gök tanrısı, Enlil: Hava tanrısı, tanrıların babası, Enki: Bilgelik tanrısı, Nimmah (Ninhursag): Ana-tanrıça, Nanna (Sin): Ay tanrısı, Utu (Şamaş): Güneş tanrısı, ay tanrısı Nanna'nın oğlu, İnanna (İştar): Aşk ve Bereket Tanrıçası gibi birçok tanrıya inanan çok tanrılı Sümerlerin, tek Tanrı inanışına sahip olan İslam'la kaç tane ortak özelliği bulunabilir ki? Ayrıca Sümerlerin destanındaki nadir bazı olayların semavi dinlerdeki olaylarla aynı olması, İslam’ın bu destandan alındığını değil, ortak köklerinin aynı olduğunu gösterir. Çünkü yüce Allah “Peygamber göndermedikçe azap etmeyeceğini” bize Kur’an da bildirmiştir. HZ. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar tüm topluluklara binlerce Peygamber hep aynı mesajla gönderilmiştir. Sümerlere gönderilen Peygamberlerden birinin de Hz. İbrahim olması mümkündür. “Sümerler’in yaşadığı yerde kazı yapıp o döneme ait birçok şeyi gün yüzüne çıkaran bir arkeolog Leonard Woolley’in Ur şehrindeki buluntularını önemli kılan husus, onun bu yeri Ur of the Chaldeans (Keldaniler’in Ur’u) olarak isimlendirmesidir. Ur of the Chaldeans İncil’in Tekvin kısmında 15.7’de ise şöyle geçmektedir: “Ve Rab, Abram’a (İbrahim’e) dedi ki: Buraya yerleşmen için seni Ur of the Chaldeans’dan çıkaran benim. Büyük müfessir Mevdudi, En’am suresinin tefsirinde, Woolley’den ve eserlerinden detaylı bir şekilde bahsetmekte ve onun buluntularına binaen Hz. İbrahim’in Sümerler’in Ur-Nammu döneminde yaşamış olabileceğine dair delillerin var olduğunu belirtmektedir. Nammu ismi de Arapça’da Nemrut’a tekabül etmektedir. Mevdudi ilaveten, önceki kutsal kitaplardan Hz. İbrahim’e dair olan kısımları tek tek inceleyip Müslüman geleneği ile uyumlu olan ve olmayanları incelemektedir.” (Zeyneb Hafsa, Sümerler’e de peygamber gelmiş midir? karakalem.net, 05.03.2014)
Katıldığı başlıca kazılar Mari ve Uruk/Varka kazıları olan ünlü Asur bilimci Jean Bottero'nun, "4 yıllık çalışmalarından sonra" Fransızcaya çevirdiği ve dipnotlarla zenginleştirdiği Gılgamış destanını Hz. Peygamber’in daha o devirde öğrenmesi, Yaratılış ve Nuh tufanı olaylarını oradan alıntı yaptığı iddiası ne kadar mantıklı olabilir? Çünkü Sümerlerin yıkıldığı tarih esas alınsa bile, Hz. Peygamber ile aralarında 2500 yıllık bir süre bulunmaktadır. Peygamber Efendimizin Kur’an'daki inkar edilemeyen bilimsel verileri dönemin ileri medeniyetlerinin kaynaklarından derlediğini de öne sürülmektedir. Bu iddiaya göre Peygamberimiz, Kur’an içinde bahsedilen astronomi, embriyoloji, tıp gibi konuları eski medeniyetlerin bilgilerinden almıştır. Örneğin astronomi ile ilgili bilgileri Sümer kayıtlarında bulmuş, tıp bilgisini ise eski Mısır papirüslerinden alarak Kur’an'a geçirmiştir! Okuma yazma bilmeyen (‘Ümmi peygamber’ adlı yazımıza bakılabilir) peygamberimizin bu kadar dil bilip bunu gizleyebilme iddiası ne kadar mantıklıdır? Ayrıca “Hz Muhammed zamanında sümer dilini bilenler var mıydı? Sümer tabletleri 1850 yılında keşfetilmiştir.” (Hamid Cengiz, Ateist ve deistlerin modern sorularına cevaplar, s. 106) Sümerolog olan Samuel Noah Kramer, “Yüzyıldan daha az süre öncesine kadar Sümer kültürü hakkında hiçbir şey bilinmiyordu.” (Hamid Cengiz, Ateist ve deistlerin modern sorularına cevaplar, s. 107) ve “2000 yıldan fazla süredir Sümer ismi bile insanların zihninde ve belleğinde silinmişti.” (Kramer, Sümerler, s. 16) derken, ortaya atılan iddiaların gerçekliği epey şüphelidir! Hz. Muhammed'in tüm hayatı boyunca böyle bir araştırmaya girmediği de herkesçe bilinmektedir. Peygamberimizin tarihteki gelişmiş uygarlıkların lisanlarını bilmediği de bilinmektedir. Yine 7. yüzyıl Arabistan’ın da büyük kütüphaneler, yazılı basın, kitapçılar veya internet ağı gibi bilgiye erişimi kolaylaştıran imkanlar da mevcut değildi. Bugünün şartlarında bile, örneğin eski Mısır'ın embriyoloji bilgisini araştırmak isteyen bir insanın işi bile hiç kolay değildir. Mısır uygarlığının kuruluşu günümüzden yaklaşık 5000 yıl öncelerine dayanır. Eski zamanlardan bugüne ulaşan yazılı kaynaklar kısıtlıdır, üstelik bunların hepsinin tercümeleri de mevcut değildir. Tercüme edilebilenler ise, son derece özel bilgiler içerdiklerinden her yerde bulunmamaktadır. Ayrıca bu tercümeleri kavrayabilmek ve yorumlayabilmek için çok detaylı bir tarih bilgisine de vakıf olmak şarttır. Kısacası böyle bir araştırma günümüz şartlarında bile son derece zordur. Kaldı ki, eski medeniyetlerden miras kalan tüm bilgilerin hepsinin doğru ve sağlıklı oldukları gibi bir durum da söz konusu değildir. Aralarında pek çok yanlış bilgiler, batıl inanışlar, hurafeler de bulunmaktadır. Bu konuya, ‘Kur’an’ın Kaynağı Nedir, Kur’an’ı Muhammed mi yazmıştır?’ adlı yazımızda detaylı şekilde ele aldık. Görüldüğü gibi ateist ve oryantalist iddiaların tümü birbiri ile bağlantılıdır ve bir konu bazen birkaç yazı okunarak ancak tüm yönleri ile anlaşılabilmektedir.
Gılgamış destanının kendisinden önce yazılan eski bir tabletin içerdiği bilgilerin çarpıtılmış bir versiyonu olduğu artık bilinmektedir. 1914 yılında Arno Reobel tarafından bulunan asıl tablette, “Çok tanrıcılığın bulunduğu iddia edilen çok önceki tarihlerde bile yeryüzünde tek tanrı inancının bulunduğu, insanın balçıktan yaratıldığı ve Nuh Tufanı kahramanı Ziusudra isimli kişinin vahiylere her zaman saygılı ve dindar bir kral olduğu.” gibi bilgiler yer almaktadır.
Nuh Tufanı
Pek çok ateist yazar Nuh tufanı’nın Kur’an’a Tevrat’tan alıntılanarak geçirildiğini, Tevrat’a ise Gılgamış destanından geçtiğini iddia etmektedir. Öncelikle Kur’an’ı Kerim; Tevrat, Zebur, İncil’i reddetmez aksine onların da İlahi kaynaklı olduklarını, kaynaklarının tek olduğunu ama zamanla tahrif edildiklerini söyler. Dolayısıyla onlardaki bazı bilgilerin Kur’an’la benzerlik taşıması normaldir. Tefsir ilminde ‘İsrailiyyat’ denen ve İslam’ın genel kuralları ile uyuşmayan konular konunun uzmanı İslam alimlerince tek tek belirlenmiş ve bu konuda birçok müstakil eser yazılmıştır. Bu konuda, ‘Tefsirde israiliyyat’ adlı yazımıza bakılabilir. Peygamberimizin, Hz. Nuh’la ilgili kıssayı Tevrat’tan aldığını söyleyen ateist yazarlar, Nuh suresinin Mekke’de indiğinden de habersizdirler. Mekke’de ise Yahudi yoktur. (TDV İslam Ansiklopedisi, cilt: XLIII/221) Okuma yazma bilmeyen Hz. Peygamber’in Tevrat’ı okuması de mümkün değildir. Nuh tufanını inkar etmek isteyen ateistler, eğer tarihte Nuh tufanını veya benzeri bir olayı anlatan yazılı bir kayıt bulunmasaydı, bunu olayın olmadığına delil olarak kullanacaklardı. Dünyanın her tarafında rastlanan delilleri de bu defa çarpıtarak, ‘birbirinden alıntı yapıldığı’ iddiası ile gözden düşürmeye çalışmaktadırlar. Bilim ve Teknik dergisinin 121. sayısının 16. sayfasında şöyle bilgiler geçmektedir: Sir Leonard Wooley isimli amatör bir İngiliz arkeologun Mezopotamya'da yaptığı kazılar sırasında ele geçen bulgular, o güne kadar bir efsane gözüyle bakılan Nuh Tufanıyla bağlantılıydı. Özellikle sevinenler Hristiyan ve Yahudi din adamları oldular. Derhal heyetler oluşturulup çalışmalara başlanıldı. Bu arada dünyanın her tarafında yapılan araştırmalar, ‘Tufanın hemen bütün toplumların efsanelerinde yer aldığını’ gösterdi. Bunların en şaşırtıcısı da Hopi kızılderililerine ait olanıydı. Denizden çok uzakta, Kuzey Amerika'nın güney batısında yaşayan Hopi’lerin destanlarında, kabaran suların ülkelerini baştanbaşa kapladığı, dağların tepelerine kadar yükseldiği ve yeryüzündeki canlıları yok ettiği anlatılıyordu. Amerika'nın eski sahiplerinden olan Azteklerin destanlarından ise Tufanın süresi bile veriliyordu. Bütün bunlar, tufanın insanlık tarihinin hemen hemen başlarında meydana geldiğini gösterir. İngiliz arkeolog Sir Leonard Wooley, 1922-1929 yılları arasında, Mezopotamya'nın antik şehirlerinden Ur'da uzun süre kazılar yapar. Çalışmalar sırasında arkeolojik değeri çok yüksek kap, miğfer, silah vs. yanında Tufandan önceki kralların listesini ihtiva eden kil tabletler de bulur. Ne var ki 12 metre daha derine inildiğinde izler tamamen kesilir. Tarihi hiç bir bulguya rastlanmaz. Bu arada toprağın yapısı incelendiğinde tuhaf bir şeyle karşılaşılır. Zemin tamamen balçıkla kaplıydı, fakat bu kadar derinlikte saf balçığın ne işi vardı? Üstelik kazı çukurunun dibi, denizden çok uzakta ve nehir seviyesinden de bir kaç metre daha yukarıdaydı. Hiçbir arkeolog tatmin edici cevabı bulamaz. Wooley kazıyı devam ettirir ve daha aşağılara iner. Derken, 3 metreden fazla derinlik tutan balçık tabakası birden bire kesilir. Şimdi normal toprak tabakalarına gelindiği düşünülebilirdi ama hayır, zımpara taşlarına ve kap kaçak gibi eşyalara rastlanılmıştı yeniden. Demek oluyordu ki bu çok eski medeniyetin üzerini 3 metrelik balçık tabakası örtmüş, en üstte de Ur medeniyeti yeşermişti. İlk çukurdan 300 metre uzakta açılan ikinci çukurda da aynı sonuç elde edilir. Wooley, bu sefer de yüksekçe bir tepeyi kazdırırı. Sonuç değişmez! Böylece, balçık yığılmasının, ancak çok kuvvetli bir su baskını, yani tufanın eseri olabileceğine dair rapor hazırlanır ve bu bütün dünyada heyecanlı yankılar uyandırır. Tufanla ilgili olarak Mezopotamya dışında etraflıca bir çalışma yapılmadığından, su baskınının nerelere kadar uzandığını tam olarak bilemiyoruz. Tahmin edilen mıntıka, Basra körfezinin kuzeybatısında, 400 mil uzunluğunda ve 100 mil genişliğinde bir sahadır. Olayın tarihi, MÖ. 4 binden çok önceki yüzyıllardır. Miami Üniversitesinden jeokimyacı Jerry Stip'e göre, dünyanın yaşadığı en müthiş su baskını, günümüzden yaklaşık 11.600 sene önce olmuştur. Ancak bütün bu bulgular Nuh aleyhisselam zamanındaki tufana ait midir, bilinememektedir!
“Çamur iyice temizlenince altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı. Bu durum, bölgede büyük bir su baskınının meydana geldiğini gösteriyordu. Ayrıca mikroskobik analiz, temiz kilden kalın bir katmanın, eski Sümer uygarlığını yok edecek kadar büyük bir tufan tarafından buraya yığılmış olduğunu gösteriyordu. Gılgamış Destanı ile Nuh'un öyküsü, Mezopotamya Çölü'nde kazılan bir kuyuda ortak bir kaynakta birleşmiş oluyordu.” (Bilim teknik, 121/17; Fred Warshofsky, "Ur of the Chaldees", Readers Digest, Aralık 1977) “Alusi’nin açıklamasına göre, Hz. Nuh’un kavmi Arap yarımadası ve ona yakın yerlerde oturuyordu. Meşhur olan da onu Kufe topraklarında yani Irak’ta yaşadığı ve orada kendisine peygamberlik görevi verilmiş olmasıdır.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, Nuh Suresi 1-3) Bu coğrafya Sümerlerle uyuşmaktadır. Hz İbrahim’in de Sümerlerin son zamanlarında yaşaması mümkündür. Günümüzde Tel El-Fara olarak adlandırılan Güney Mezopotamya'daki Şuruppak kenti de Tufan'ın açık izlerini taşımaktadır. Bu kentteki arkeolojik çalışmalar 1920-1930 yılları arasında Pennsylvania Üniversitesi'nden Erich Schmidt tarafından yürütüldü. Schmidt'in çalışmalarını anlatan Mallowan şöyle demektedir: "Schmidt 4-5 metrederinlikte kil ve kum karışımı sarı topraktan bir tabakaya erişti (bu tabaka selle beraber oluşmuştu) Bu tabaka, höyük kesitine göre ova seviyesine yakın bir düzeyde yer alıyordu ve höyüğün her yerinde izlenebiliyordu." Cemdet Nasr dönemini Eski Krallık döneminden ayıran kil ve kum karışımı tabakayı Schmidt "tamamen nehir kökenli bir kum" olarak tanımlayarak Nuh Tufanı ile ilişkilendirdi.” (Max Mallowan, Early Dynastic Period in Mesapotamia, Cambridge Ancient History 1-2, s. 238) Tufan'dan etkilendiğine dair elde kanıtlar olan son yerleşim birimi, Şuruppak'ın güneyinde yer alan ve günümüzde Tel El-Varka olarak isimlendirilen Uruk kentidir. Bu kentte de, diğerleri gibi bir sel tabakasına rastlanmıştır. Bu sel tabakası da, MÖ. 3000-2900'lü yıllarla tarihlendirilmektedir. (Bilim ve Ütopya, Temmuz 1996, s. 176) Nuh aleyhisselamdan, Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde çokça bahsedilmiştir. Çeşitli vesilelerle Kur’an-ı Kerim'de 43 yerde ismi geçer. Mezopotamya metinlerinden Gılgamış Destanında bu isim yerine Utnapiştim kullanılmıştır. Sümerlerin Tufan kahramanına verdikleri isim ise Zi-ud-Sudra'dır. Zi; hayat/can/ruh, Ud; zaman, Sudda ise; uzun manasına gelmektedir. Bu üç kelimeden meydana gelen ismin anlamı; Uzun ömürlü demektir. Kur’an’da Nuh Aleyhisselam’ın uzun ömürlü olduğunu belirtilmektedir. Nuh kavminin Tufandan önce yaşadığı yerin İrem şehri olması kuvvetle muhtemeldir. Bu yerleşim yerinin Lut Gölü’nün güneybatısında Edom’un merkezi olduğu bildirilmektedir. (Davis, D.J.The Westminster Dictionary of The Bible. Philadelphia, 1944, s. 267) Hz. Nuh’un gemisinin karaya çıkışıyla alakalı olarak bazı araştırıcılar MÖ. 2347 yılını (Günel, A. Türkiye Süryanileri tarihi), bazıları da 2650 yılını vermektedir. (Ekrem Sarıkçoğlu, Kur’an ve Arkeoloji Işığında Hz. Nuh ve Tufan Olayına Yeni bir Yaklaşım, İslam Araştırmaları Dergisi, Cilt 9, sayı: 1-4, 1996, s. 201) Bunlara dayanarak Nuh Tufanının Yaklaşık olarak Milattan 2500 yıl önce meydana gelmiş olabileceğini söylemek mümkündür. 29 Eylül 2013 tarihli Habertürk’ün haberine göre, Şırnak Üniversitesi öncülüğünde ‘Şehr-i Nuh Oteli'nde düzenlenen Uluslararası Hz. Nuh ve Cudi Dağı Sempozyumunda açıklamalarda bulunan Amerikalı Bill Crouse, yaptığı ciddi araştırmalardan sonra tufanın Cudi Dağı'nda olduğuna inandığını açıklamıştır: "Tarih kaynaklarını ciddi bir şekilde incelediğimiz zaman aslında geminin Cudi Dağı'nda olduğuna kanaat ettim." 6 Şubat 1972 tarihli bazı Türk gazeteleri ise, "Nuh'un gemisinin Cudi dağında olduğu tespit edildi" başlığıyla bir haber vermişti. Keşfi yapan, Alman Devletler Araştırma Enstitüsü ilim adamlarından Friedrich Bender'dir. Bender, Cudi dağında bulduğu katrana benzer bir madde ile birbirine yapışmış kalın tahta parçalarını Almanya'ya götürerek analiz ettirmiştir. Sonuçta katranımsı maddenin 50 bin, tahta parçalarının ise; 6630 yıllık olduğu açıklanmıştır. İlim adamları bu tarihlemedeki hata payının 300 yılı geçmeyeceğini söylemişlerdir. Bender'in, çalışmaya başlamadan önce Kur’an-ı Kerim'i ve Tufanı anlatan Gılgamış destanını incelediği ve geminin Dicle ile Zap suyu arasında karaya oturduğu kanaatine vardığı da bildirilmiştir. Tahrif edilmiş olan Tevrat'ta bu tufanın evrensel olduğu ve tüm dünyayı kapladığı söylenmektedir. Oysa Kur’an'da Tufan'ın evrensel olduğu şeklinde bir ifade yoktur. Aksine ilgili ayetlerden Tufan'ın yöresel olduğu ve tüm dünyanın değil, sadece Hz. Nuh'u yalanlayan kavmin cezalandırıldığı anlaşılmaktadır. “Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları da suda boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi.” (A'raf, 64); “Böylece onu ve onunla birlikte olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk.” (A'raf, 72) Görüldüğü gibi Kur’an'da tüm dünyanın değil, sadece Nuh kavminin helak edildiği bildirilmektedir. Özetle, İslam’a göre "Tufan, bölgeseldi." (Prof Muhsin Demirci, Kur’an ve Tefsir, s. 97; Hamid Cengiz, Ateist ve deistlerin modern sorularına cevaplar, s. 17, 111) Sonradan Müslüman olan Bucaille de bu görüşü paylaşır. “Kitab-ı Mukaddes, tüm günahkar insanlığı cezalandırmak üzere dünya çapında bir tek Nuh tufanından söz ederken, bunun aksine Kur'an, adı sanı belli kavimlerin çarptırıldığı birçok cezaları zikretmektedir. Kur’an'da Nuh tufanı özel olarak Nuh kavmine mahsus olan bir ceza olarak takdim edilmektedir.” (Dr. Maurice Bucaille, Müsbet ilim yönünden Tevrat İnciller ve Kur'an, s. 344-345) Allah, herhangi bir kavme elçi gönderilmedikçe, o kavmin helak edilmeyeceğini (İsra, 15) Kur’an’da bildirmektedir. Helak için, kavmin kendisine uyarıcının gelmiş olması ve bu uyarıcının yalanlanmış olması şarttır. “Senin Rabbin, 'ana yerleşim merkezlerine' onlara ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz.” (Kasas, 59) Bir uyarıcı olan Hz. Nuh aleyhisselam, Hz Muhammed dışındaki tüm peygamberler gibi, sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Bu sebeple Allah, uyarıcı gönderilmemiş olan kavimleri değil, sadece Hz. Nuh'un kavmini helak etmiştir. "Nuh dedi ki: ‘Rabbim! Arz’da o kafirlerden hiçbir kimseyi bırakma!" (Nuh, 26) Arz, “yer” demektir. Hz Muhammed’e Mekke’de inen ayette, "Onlar, yurdundan (Ayette Arz kelimesi geçiyor) çıkarmak için seni tedirgin edip dururlar." (İsra, 76) buyrulur. Bu ayet, Peygamberimizin Mekke’den çıkarılmaya çalışıldığını haber vermektedir. Bir başka konu ise, ‘Hz Nuh’un tüm Dünya hayvanlarını mı gemiye aldığı’ meselesidir. Kur’an’da, tüm dünya hayvanlarının gemiye alındığına dair bir bilgi yoktur. Bu iddia daha çok, bozulmuş Tevrat kaynaklıdır. Tufan yerel bir bölgede meydana geldiği için, elbetteki, Nuh peygamber kendisine lazım olacak birkaç tür çiftlik hayvanını gemiye almıştır. Çünkü kurtuluştan sonra tarım yaparak hızlı bir besin tedariki yapılamayacağından, sütüyle, yumurtasıyla en hızlı besinleri sağlayacak olan hayvanlara mutlaka ihtiyaç duyacaktı. Çift olarak alınması ise çoğalmaları sağlamak içindir. Kur’an'da, geminin Tufan sonrası "Cudi"ye oturduğu bildirilmektedir. (Hud, 44) "Cudi" kelimesi bir ‘dağ ismi’ olarak anlaşılabileceği gibi Arapça'da "yüksekçe yer, tepe" anlamına geldiğinden bu anlamı ile de Kur’an’da kullanılmış olabilir. Cudi dağı Güneydoğu Anadolu bölgesinde Türkiye-Irak sınırına 15 km. uzaklıkta, Dicle ırmağının kıyısında bulunan Cizre’nin 32 km. kuzeydoğusunda, Şırnak il merkezine 17 km. mesafededir. Dicle ve Fırat nehirleri Mezopotamya'yı boydan boya kesmektedir. Şu anki verilere göre anladığımız, olay anında bu iki nehir ve irili ufaklı bütün su kaynakları taşmış, bunlar yağmur sularıyla birleşerek büyük bir su baskını oluşturmuşlardır. Kur’an'da bu olay şöyle bildirilmektedir: “Biz, bardaktan boşanırcasına akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı birleşti. Ve onu da tahtalar, çiviler üzerinde taşıdık.” (Kamer, 11-13)
Tufan'ın 7 bin yıl önce olduğu tahmin ediliyor. Titanik’i bulan ünlü su altı araştırmacısı Robert Ballard, kutsal kitaplarda dile getirilen Büyük Tufan’ın gerçekten meydana geldiğine dair kanıtlar bulduklarını açıkladı. Ballard’a göre Büyük Tufan’la kabaran sular en az 300 gün boyunca Karadeniz’in bulunduğunu bölgeye ‘akarak’ bugünkü Karadeniz’i meydana getirerek Akdeniz’le birleşti. (TRT haber, 12.12.2012)
“Sümer tabletlerindeki Tufan anlatısına göre kralın karısı Tufandan kurtulmuş ve tanrılar tarafından kendisine ölümsüzlük bahşedilmiştir.” (Hamid Cengiz, Ateist ve deistlerin modern sorularına cevaplar, s. 113) Halbuki Kur'an'a göre Nuh'un karısı şirke düşmüş ve tufanda boğulmuştur. (Tahrim, 10) Görüldüğü gibi Kur’n ile Sümer efsaneleri arasında, gerek tanrı anlayışı ve gerek tufan anlatıları arasında bir benzerlik yoktur!
Çamurdan yaratılma
Gılgamış Destanından; "Ellerimi yıkadım. Bir parça çamur koparıp yazıya attım. Ve bu yazıda kahraman Engidu'yu yarattım." Sümerlilerin Enuma-eliş Destanından; "Bunun üzerine ben de Ea'nın yardımını istedim. Toprağı, Kingu'nun kanıyla yoğurdum. İlk insanı meydana getirdim." Çin Efsanelerinden; "Bunun üzerine Tanrıça Ngüho yengeç elleriyle gökyüzünü yukarıya kaldırdı, denizleri yeniden sınırlarına itti. Ve çamurdan yeni bir insan türü yarattı." Mısır'da Luxor Tapınağı'nda bulunan kabartma bir resimden: "Kral Amonhotap III olarak betimlenen Tanrı Khnemu, çömlekçi çarkında erkek ve dişi iki insanı yaratıyor." Hesiodos Destanından; "Namlı, şanlı Hephaisdos'u çağırdım hemen. 'Bir parça toprak al, suyla karıştır' dedim. 'İçine insan sesi koy, insan gücü koy." Yunan Efsaneleri'nden: "Gözyaşlarımla toprağı çamur haline getirdim ve yoğurdum (Prometheus anlatıyor.) Bir insan heykeli yaptım. Sonra bu heykele ruh verdim. İlk ölümlü yaratıklar oluştu böylece. Tevrat'tan; "Ve Rab yerin toprağından Adam'ı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam yaşayan can oldu." Kur'an, Mü'minun, 12: "And olsun ki Biz insanı süzme çamurdan yarattık." (Ayrıca, Saffat, 11; Sad 71) İslam’ın tarih anlayışına göre İnsanlık bir tek ana ve babadan türemiştir. (Nisa, 1) Buradan da çıkan sonuç, insanlar hakiki bir tevhit inancı ve Rabbani bir anlayışla tarih sahnesinde adımlarını atmaya başlamış olduklarıdır. İnsanlığın başlangıcından itibaren ilahi vahiy ile her toplum bir Allah inancı, Ahiret inanışı, Yaratılış bilinci ile eğitilmiş ve tüm insanlık boyunca bu mesaj tüm insanlığa tebliğ edilmiştir. Elbette bu hakiki inanca bazen zulüm/şirk karıştıranlar olmuştur. Böylece de hak dinden uzaklaşıp zaman dilimi içerisinde adım adım gerçeklerden uzaklaşmış ve yollarını şaşıranlar olmuştur. Ama bu, tümüyle temel bilgilerin hepsini unutmuşlar demek değildir. Bilakis taşıyabildikleri kadar bilgi yükünü gelecek nesillerine aktarmışlardır. Allah farklı zamanlarda farklı kavim ve gruplara elçilerini göndermiştir. Nasıl ki Hz.Muhammed bize Nuh Tufanını, Musa Kıssasını, Yusuf, Yakub, İbrahim, Adem, Hud, Salih ve Şuayb peygemberleri anlatmışsa, bize yaratılıştan bahsetmişse, her dönemde de görevli peygamberler kendi kavimlerine bu kıssalardan bahsetmiştir. İnkar edilemez bir gerçekliktir ki, Yüce Allah gerektiği zaman insanlara hatırlatıcı olarak elçilerini göndermiş ve onların bilinç altlarında yatan inanç küllenmelerini közlendirmiş, alevlendirmiştir. Nihayetinde her insan yaratılış gibi diğer ilahi gerçeklere muhatap olmuş ve zaman dilimi içinde bu hakikatlerden uzaklaşsalar da bazı birikimler ve yaklaşım tarzlarını örf ve adetlerine geçirmişler, haliyle destanlarında ve kendilerince tarihi tutanaklarında bu olayları işlemiş ve anlatmışlardır. Ayrıca bu kadar farklı kültürü temsil eden insanların tek meselede bu kadar ortak beyanda bulunmaları, anlatılanın evrensel bir gerçekliğe dayandığını da ispatlamaktadır. Çünkü bu kadar insanın, bu kadar farklı kültür ve coğrafyada böylesi bir yalan üzerinde ittifak etmeleri mümkün değildir!
Sayın Çığ’ın iddiaları ve cevaplarımız
Dinlerin kökeninin Sümerler olduğu iddiasının savunucularından olan Sayın Çığ, akademik anlamda bir ünvanı olmamasına rağmen yaptığı birçok konferanslarda ‘profesör’ titri ile tanıtılmakta ve böyle olmadığını ‘daha sonra’ açıklasa da, bu şekilde tanıtımı ve konferans ilanları yapılmaya devam edilmekte idi. Bir gazetenin sorusu üzerine, "Ben profesör değilim. Bana ‘zorla’ bu unvanı ‘takıyorlar.’ Ben sadece müzede arşiv-kütüphane memuru olarak çalıştım." (Akit, 24.05.009) diyen Sayın Çığ’ın bu sıfatı ile ilgili Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dekanlığı ve Sümeroloji Bölüm Başkanlığı yetkilileri de defalarca basın-yayın organlarını uyardıklarını belirtmekte, ancak ısrarla adı geçen kişiden “profesör” ve “Sümeroloji uzmanı” olarak bahsedilmeye devam edilmektedir. (Haber 7, 24.05.2009; Yeni Akit, 20.06.2016)
Gazete, resmi üniversite makale ve konferanslarda; Prof. Dr. İlmiye Çığ!
İyi de Profesör olmadığını söylediği halde yine de neden insanlar hala bu unvanı ona ‘takmaya’ devam ettmektedirler?! Sayın Çığ, Sümerlerin Türk olduğunu da iddia etmektedir. Halbuki Sümerler, Sami olmayan ama İranlılardan göçenlerle karışmış olarak meydana gelen bir topluluktur. (Samuel Noah Kramer, Tarih Sümer’de Başlar adlı eser ve Britanya ansiklopedisi, Sümer maddesi)
Kentlerden dinin doğuşuna değil, dinden kentlerin doğuşuna ulaşmak
Uygarlığın Sümer'de başlamış olduğu iddiasını ilk kez 1956'da Sümerolog Samuel Noah Kramer, ülkemizde ise dinlerin kökenini Sümerlere bağlayan Muazzez İlmiye Çığ ortaya atmıştır. Halbuki Göbeklitepe kazıları hem bu iddiayı hem de yıllardır tarih derslerinde öğretilen "göçebe toplulukların tarımı öğrenerek yerleşik hayata geçtiği" tezini çürütmektedir. “Sümerlerden binlerce sene önce yaşamış göbeklitepe halkı çok daha eski bir eski inanışlara sahipti.” (Hamid Cengiz, Ateist ve deistlerin modern sorularına cevaplar, s. 98) Göbeklitepe'nin ortaya çıkarılması, yerleşik yaşama geçişin tarım ve hayvancılık ile başlamadığını, avcı-toplayıcı grupların dinsel törenlerini gerçekleştirmek için bir araya gelerek yerleşik yaşama geçişi hızlandırdığını gözler önüne sermektedir. Yerleşik yaşama geçişi hızlandıran tapınma alanları, uygarlık tarihini çok daha eski bir döneme, MÖ. 12.000'lere çekmektedir. Göbeklitepe'nin keşfine kadar bilinen en eski tapınak ise Malta'da bulunmakta ve o da 5000 yaşında idi.
Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni!
Sümerlerin tanrı inancı İslam'ın ilah inancından çok, İslam'ın savaş açtığı çok tanrılı inançla benzerlik göstermektedir. Kur’an bu inanca mücadele etmiştir. Sümerler de tanrılar yetkilerini birbirleri ile paylaşır, aralarında kavga ederler. İslam'da ise tek tanrı inancı esastır ve asla kendisine ortak koşulmasına izin verilmez. Bu şirktir ve en büyük zulüm/kötülüktür. (Lokman, 13) İslam’a göre şirk en af edilmez günahtır. (Nisa, 116) Sayın Çığ, Sümerlerin bu tanrı inancının İslam'daki tek tanrı inancına kaynaklık ettiğini ileri sürebilmiştir. Halbuki İslam bizzat bu şirk/çoklu tanrı inancını ortadan kaldırmak için gönderilmiştir. Günümüzde hala (Hristiyanlıktan Hinduizme) devam eden çok tanrıcılık aslında dinlerin zamanla evrimleştiği iddiasını da çürütmekte, özde tek tanrılı olan dinlerin zamanla bozularak çok tanrılı dinlere dönüştüğünü göstermektedir! Bunun en açık örneğini peygamber İsa'yı tanrılaştıran Hristiyanlıkta görebilmekteyiz. Kur’an'da bunu açıkça ifade eder ve tek ümmet/din üzere olan insanların zamanla ilahi mesajları tahrif ederek ayrılığa düşüp parçalandıklarını, faklılaştıklarını belirtir. (Bakara, 213; Yunus, 19) Sayın Çığ, Sümer dinindeki birçok tanrının diğer dinlerde cin, melek adı ile varlığını devam ettirdiğini ileri sürmektedir. Tek olan Allah tarafından yaratılan, asla O'nun emrinden çıkmayan (Nisa, 172; Enbiya, 27-28) daima Allah'ı anan (A’raf, 206; Nahl, 49-50) bu varlıklara asla Müslümanlar ibadet etmemiştir. Aksine İslam öncesi var olan bu ibadet tarzı İslam ile ortadan kaldırılmıştır. Dikkat edilirse Sayın Çığ'ın hep islam öncesi inançlarla İslam'ı birbirine karıştırdığını görmekteyiz! Ayrıca Sümerlerde reenkarnasyon benzeri bir inanç da vardır. Sümerlere göre ölü için kurban kesilmezse dünyaya dönüp insanları rahatsız eder. İslam'da ise kesinlikle böyle bir şey yoktur. Ayrıca Sayın Çığ, “Ne yazık ki, Sümer kanunlarının yazılı olduğu tabletler çok kırıklı, belki de toprak altından daha çıkarılmayanlar da var. Bu yüzden tam karşılaştırma yapılamıyor.” (Çığ, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni, s. 19) diyerek, kaynağının da aslında yetersiz olduğunu itiraf etmektedir. Çığ, 'Yahudi, Hristiyan ve Müslüman dinleriyle Sümer dini ortak noktalarını' sayarken; törenler, ilahiler, tütsülerle tanrıyı memnun etmek gibi ritüelleri sıralamakta, İslam’a sonradan giren bu tür ritüellerin Kur’an değil insan kaynaklı olduğunu ayırt edememektedir! Aynı hataya İslam’ın sembolünün ‘Hilal’ olduğu iddiası ile başka ateistler de düşmektedir ki bu konuyu ‘Ay kültü iddiası’ başlıklı yazımızda ele alıp açıkladık! Yine kitabında “Hammurabi’nin Güneş tanrısından kanun alışı, Musa’nın tanrıdan kanun alışına örnek olmuştur” derken, acaba Adem'den beri ilahi kanunların nasıl alındığını zannettiğini de merak etmiyor değiliz! Mezopotamya tanrıları tufan tasarısını insanlardan gizlemek için büyük bir çaba içerisindedir ve olayın kahramanın kurtarılışı bir tanrının ‘hilesiyle’ başarılmıştır. Halbuki Nuh tufanında gemi halkın gözü önündedir. Her şey ‘açıkça’ gözlemlenmektedir. Sümerlerde geçen tufan hadisesi, 'tanrılar meclisinin' kararı ile ve çok gürültü çıkarıp tanrıları uyutmadıkları için gerçekleşmiştir. Sonra da ‘tanrıların’ kontrolünden çıkan olay, tanrıları tehdit eder hale gelmiştir! Kur’an ise önce peygamber gönderip şirk içindeki halkın uyarılmasından, uzun süre devam eden tebliğ çalışmalarının sonuç vermemesi üzerine Allah’ın (cc) Nuh aleyhisselam'a hem tebliğe devam etmesini hem bir gemi yapmasını emretmesinden bahsedilmektedir. Alay edilmeler eşiliğinde gemi yapılır ve son olarak bir kez daha insanlar tek ilaha çağrılır. Buna da direnç gösterilince sel baskını başlar. Bu kültür Çin'den Yunan'a, Avustralya, Yeni Gine, Malaya, Burma hatta Amerika yerlilerinin edebiyatlarına benzer şekilde geçer. Tüm toplumlar bu olayı kendi kültür ve hayal alemlerinin süzgecinden geçirerek aktarmıştır. Dolayısı ile Sümerlerde bu olayı kendi inançları ile süsleyerek aktarmışlardır. Yani tufan olayını tek aktaran Sümerler değildir! Sümerlerde olay, putperest kültürün etkisi ile yerel motifler eklenerek aktarılmıştır o kadar! Olayın şahıs ve amacı değişmiş, olayın oluş şekli ise kısmen aktarılabilmiştir. Kısaca Sayın Çığ'ın iddiası olan, Kur’an bu ‘kültürü’ Sümerlerden aldığı iddiasının aksine, Hz Adem’den itibaren İslam’ın çağrısı, Sümerlerin inancının da içinde olduğu yozlaşmış çok tanrıcılık kültürlere savaş açmış ve onlara doğru yolu gösterip tek tanrı inancına insanları çağırmıştır. İslam’ın son peygamberi Hz. Muhammed Arap yarımadasında bunu başarmış ve zamanla da tevhid inancı dünyaya yayılmıştır.
Ayrıca Sayın Çığ, hilal'in İslam'ın sembolü olması iddiası ile Sümer ay tanrısı arasında bağlantı kurmaya çalışır ki, bu konu ‘Allah kelimesinin kökeni’ adlı yazımızda ele alınmıştır. Hilal, dini kaynaklı bir sembol değildir ve daha sonra İslam toplumuna yerleşmiş bir simgedir. Diğer bir iddia: "Osmanlılar Hilal işaretini Bizanslılardan almışlar ve milli sancaklarına alamet yapmışlardır." (Hilal ve Haç Çekişmesi, Halil Halid, s. 74) şeklindedir ki, bu da bizi yine bu iddianın temelsiz bir görüş olduğu sonucuna götürür! Sayın Çığ kurban konusunda ise, Sümerlerde kurbanın sağ parçası ve iç organları tanrıya verilirken, İslam'da bunları kurban sahibinin aldığını iddia etmektedir ki, bu aslı astarı olmayan bir iddiadır. Ayrıca Sümer tanrı kralları ile Hristiyanlıktaki papa müessesesini İslam'daki halifelik kurumu ile eş tutmaktadır Sayın Çığ. Papa her ne kadar tanrı ile konuşmaya devam (!) etse de, İslam'da bunu iddia eden değil halife, Müslüman bile kalamazken, böyle bir iddianın nasıl ortaya atıldığı ve nasıl kabul görebildiği ayrı bir araştırma konusu olmaktadır! Konu ayrıca, ‘teokrasi ile şeriatın aynı olduğunu zannetmekle de alakalıdır. İslam’da teokrasi yoktur diyelimve konumuza devam edelim. İslam’dan bu kadar habersiz olmak ama onun hakkında bu kadar iddialı ithamlarda bulunurken nereden cesaret alındığı da ayrı ve önemli bir araştırma konusudur! Ayrıca unutmayalım ki, Kur’an'a göre ‘tüm insanlar’ yeryüzünde halifedir! (Bakara, 30) Yine Sayın Çığ, başörtüsünün okumaya engel olduğu gibi iddialarda bulunmaktadır ki buna en güzel cevabı, "İslam kadınların okumasına karşı mıdır?" adlı yazımızda bulabilirsiniz! Ülkemizde özellikle son 30 yıldır tesettürlü olarak okuma hakkı hakkını savunurken hapse giren, okullarından atılan, ülke dışında okumak zorunda kalan, aileleri işten atılanları düşününce, bu iddianın mesnetsizliği ve aksinin vuku bulduğu rahatlıkla görülebilmektedir! Yine Sümerlerde günah işleyen, yalan söyleyen bir insandan hareketle bu kişinin Kur’an'da Eyüp adı ile geçtiği iddiası ileri sürülür. Halbuki Kur'an'da Eyüp aleyhisselam "iyilik ve bağışlayıcı biri" olarak övülmektedir. (En'am, 84) Saygısız ve seviyesiz bir iftirayı belgeleyip cevap bile vermeden konumuza devam ediyoruz.
Görüldüğü gibi İslam'ın değil, İslam'ın savaş açtığı kurum ve kuralları İslam'a mal ederek, temel dini bilgilerden yoksun olarak ve önyargıların yönlendirmesi ile yazılan bir eser ile karşı karşıya kalmış bulunmaktayız. Zaten ateist yazarların kitaplarından ve Meydan Larousse gibi kaynaklardan hareketle ulaşılılacak sonuç ortadadır! İşin ilginci, TV programlarında kendisine ‘Allah'tan uzun ömür dilenen’ Sayın Çığ’ın yazılı basında da, “Sağlığım iyi Allah’a şükür. Maşallah misafirimiz hiç eksik olmuyor;Allah’tan iki kızım o zaman büyümüştü; Allah’tan evlatlarım var.” (Ayşe Arman ile röportaj, Hürriyet, 08.05.2016) gibi açıklamaları yer almaktadır. Cumhuriyet çınarı Çığ'dan 'Nutuk' ve 'Kur'an' tavsiyesi. “Gençlerin, çok okuması lazım. Tüm konferanslarımda söylüyorum. Atatürk'ün Nutkunu da okuyun. Kur'an'ın Türkçe'sini okuyun.” (Sözcü, 29 Ekim 2017); “Dini de okusun, öğrensin. Ben gençlere hep iki şeyi okumalarını tavsiye ettim; Kur’an’ın Türkçe’sini ve Atatürk’ün Nutku’nu. Dinimiz nedir, öğrenin, Atatürk’ün neler yaptığını da öğrenin. Eğer ‘bunları’ bilirsek ‘korumamız’ kolaylaşır.” (Hürriyet, 4 Temmuz 2018) Yine 10 Mayıs 2020 tarihinde de, kendisini ziyaret edenlere "Herkesin, çocuktan itibaren Kur'an'ın Türkçesini okumamız lazım, çünkü bizim 'yegane kitabımız' o." (www.youtube.com/watch?v=YGmZcf4m5TU) demekte idi. Tanrı var mı? Varsa İsmi Allah mı? O isim, uydurma kitap (!) Kur’an'ın verdiği bir isim değil midir?! Keşke sayın Çığ bu konulara da açıklık getirse! Sayın Çığ 17 Kasım 2024’de vefat eder ve “cenaze namazı” kılındıktan sonra 19.11.2024 tarihinde defnedilir.
Sümerler İslam'ın ortaya çıkışından yaklaşık 6.000 yıl önce ortaya çıkmış ve 4.000 yıl önce de yok olmuş bir medeniyettir. Hz Muhammed'in bu kültürden etkilendiğini iddia edenlerin, aynı ortamda yaşayan Mekke müşriklerinin bunu neden dillendirmediğini açıklamaları gerekmektedir. (Bu konu detayları ile, ‘Kur’an’ın kaynağı nedir?’ adlı yazımızda ele alınmıştır) Varsa böyle -yazılı değil, yazılı metin çok sonra ortaya çıktı zaten!- sözlü kaynakları Arap müşriklerde duymalı ve 'Sen şuradan etkilendin, alıntı yaptın' denmesi gerekmez mi idi! Kaldı ki İslam'ın savaş açtığı, ortadan kaldırmak için mücadele ettiği tüm şirk unsurları, putperestlik kalıntıları, ‘Kur’an'a kaynaklık ediyor’ şeklindeki bir iddia bile bu isnadın temelinin ne kadar sağlam olduğunu (!) ispat etmektedir! Unutmayalım ki Hz Muhammed müşriklerin, önce mal, makam, para tekliflerini reddetmiş (İbni Hişâm, Sire, I/293; Taberi, Tarih: II/225) bunun üzerine, 'Bir sene biz senin Rabbine kulluk edelim, bir sene de sen bizim ilahlarımıza kulluk et." teklifi kendine sunulunca da, (İbni Hişâm, Sîre: 1/388; Taberî, Tarih: 2/225-226) onu da reddetmiştir ki, bu teklifler yapılırken efendimiz ve Müslümanlar çok yönlü olarak baskı işkence, zulüm altında idiler ve ufukta da bunlardan kurtulacaklarına dair bir işarette bulunmamakta idi! Madem bu dini Muhammed uydurdu, amacı dünyalık ise neden pes edip para, kadın ve makam tekliflerini reddetti? ( Hz Muhammed’in samimiyeti konusu, ‘Oryantalistlerin Hz Muhammed hakkındaki ithamları ve gerçekler’ adlı yazımzıda ele alınmıştır.) Ancak amacı dünya menfaati olmayan, aksine putperestlikle mücadele hedefi olan birisi ‘onun bu tekliflere verdiği şu cevabı’ verebilirdi: "Ey kafirler. Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmazsınız. Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Sizler de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana." (Kafirun, 1-6) Şunu da unutmayın ki bu cevap verildiğinde Müslümanlar mazlum, zayıf ve az sayıda idiler! O (sav) savaş meydanlarında zafer kazanınca bile zaferin Allah'tan olduğunu ilan etmiştir. (Ali İmran, 126; Saff, 13) Bu kotlu yolda günümüzde yürüyen Gazze’li Filistinliler de yaşantıları ile dünyaya haykırmakta değiller midir?: “Sefer bizim zafer Allah'ındır.” Özetle Allah (cc) her topluma mutlaka bir peygamber göndermiştir. ‘İslam tüm dinlerin özüdür!’ Peygamber gönderilmeyen hiçbir toplum yoktur! Dolayısı ile her toplumda, bozulsa bile, ilahi mesajın kırıntıları mevcuttur.
Terörist başı ateist Abdullah Öcalan’ın bir kitabının adı ile, bu konunun kimlerce kullanıldığını bir kez daha görelim: Sümer Rahip devletinden demokratik uygarlığa.
Not: ‘Ebla tabletleri’ konusu için 'İslam tüm dinlerin özüdür' adlı yazımıza; "Hz İsa ve Horus" ve "Hz Musa ve Sargon" iddiaları için ise 'Ateistlere cevap' adlı yazımıza bakılabilir!
Gelen sorular ve cevaplarımız
Soru: Eski Mısırda “Tanrı Aton Tektir, Akhenaton onun kulu ve elçisidir o işiğini bize yansıtır” cümlesinin geçmesi İslam’ın eski inançlar ve dinlerden kopya olduğunun göstergesi değil midir? Sümerlerin gılgamış destanında geçen yer ile göğün bitişikken ayrılması Kur’anı kerimdeki yer ve gök tasviriyle aynı olması bunun kopya olduğunu göstermez mi?
Cevaben: İslami görüşü belli ve tutarlıdır: İslam, Hazreti Adem’den itibaren gelen dinin adıdır. Yani İslam Hz Muhammed ile başlamamıştır! Hz Muhammed peygamberler zincirinin son halkasıdır ve insanlık tarihi boyunca tebliğ edilen dinin özü İslam’dır! Bu konu, ‘İslam tüm dinlerin özüdür’ adlı yazımıza bakabilirsiniz! Dolayısıyla bir peygamber, tek olan ilahı insanlara tebliğ edince, buna karşı çıkan insanlar da benzer iddialarda bulunmuşlar, yani, tevhid dinini bozarak, kendi dinlerini (Bazen ilah olarak kendilerini, bazen putları ileri sürerek) oluşturmak istemişlerdir. Tıpkı Ebrehe’nin (Fil, 1-5) Kabe'yi kopyalamaya çalışması veya Nemrut’un, ‘en büyük ilah benim’ (Naziat, 24) demesi gibi. Sümerlerde yer ve gök bitişik idi ve ayrıldı iddiasına gelince, direk destandan konuyu verelim ve Kur’an ile ne kadar (!) benzediğine görelim: “Her şeyden önce ve her şeyin ondan çıktığı öz olan ilk su vardı: O, tanrıça Nammu’ydu. Bu su, ilk iki tanrı olan eril göğü (Anu) ve dişil yeri (Antu) yaratır. Yer ve gök (Anu ve Antu) başlangıçta bitişiktir: Bitişikken ‘çiftleşir’ ve hava tanrısı Enlil ile su tanrısı Enki doğar. Enlil yeri aşağıya ve gökyüzü tanrısı Anu da göğü yukarıya kaldırır.” İslam her topluma gelmiştir ve gelen mesajda da Allah’ın her şeyi sudan yarattığı (Nur, 45) ilan edilmiştir. Halbuki efsanede, sudan yaratan değil su olan bir ‘tanrıcadan’ ve sonra yine o sudan yaratılan diğer tanrı/tanrıcalardan bahsedilmektedir. Görüldüğü gibi bu efsane bize, tevhid inancının politeizme nasıl evrildiğinin bir örneğini göstermektedir. Hak olan zamanla bozulmuş, gerçek zamanla bozularak efsaneleşmiştir! Devam edelim: Tanrı ve tanrıca olan (!) yer ve gök ne yapmıştır sonra? Çiftleşmişlerdir! Ne doğmuştur? Yeni tanrılar! Sonrada, üçüncü versiyon tanrı annesini aşağı ve ikinci versiyon tanrı da kendisini yukarı çekmiştir! Ve tüm bunların Kur’an’a kaynaklık ettiği iddia edilmektedir! Aslında olan, bozulan hakikatin, efsanelerden arındırılıp asli hüviyetine kavuşturulmasından başka bir şey değildir!
Soru: Merhaba, herşeyi ayrıntılı bir şekilde tabletlere yazan Sümerler neden kendilerine gönderilen bir peygamberden bahsetmiyorlar? Ayrıca Adem’den sumerlere bozularak geldiğini iddia ettiğiniz islamdan kastiniz nedir, yalnızca tek tanri inanci mi yoksa Kur’anin tamami mi? Eğer öyleyse bu olamaz çünkü Kur’anda anlatılan bircok efsane ademden sonra yaşamış insanlardan bahseder.
Cevaben: Gözümüzün önündeki Hristiyanlık dinini ele alalım; Tek ilah ve peygamber mesajının ne hale geldiğini yaşayarak müşahede etmekteyiz. Tek tanrı üçe çıkarılırken peygamber ise, tanrının konuşan sıfatına (Kelam;Oğul) dönüştürülmüş değil midir? Halbuki ‘resmen’ tanrı ilan edilişi ile peygamber olan gerçek İsa arasında geçen süre sadece 325 senedir! Sümerlerin tarih sahnesine girişi ortalama MÖ. 3500’tür. Hz Adem’den sadece sümerlere değil, dünyanın her toplumuna peygamberlerle gönderilen ilahi mesajlar aynı içeriğe sahiptir. Sümerlerden önce olduğu gibi sonra da bu mesaj insanlığa tebliğ edilmiştir. Kur’an’da Hz Adem’den de, İbrahim, İsa, Musa peygamberlerden bahsedilir. Mesajın merkezini tevhid inancı, ahlak ve emanet bilinci oluşturur. Bu konuda detaya ‘İslam tüm dinlerin özüdür’ adlı yazımızdan ulaşılabilirsiniz.
Soru: Beni yanlış anladınız. Ben sizi sorgulamadım. Bu tablet çevirileri doğru mu? Yani gerçekten tabletlerde aynen çevirilerdeki gibi mi yazıyor. Çevirilerde kasıtlı yorum olabilir mi? Tablet çevirilerinde aldatma var mı? Yok mu? Eğer tablet çevirilerinde kasıt yok ise o dönemde uzay, gezegenler, Güneş sistemi hakkında bu kadar detaylı bilgiye nasıl ulaştılar. Teknolojik yöntemleri bu günden daha ileri olduğu anlaşılıyor. İfadeler günümüz teknik bilgisiyle son derece tutarlı. Bence eleştiri yapmadan önce bir okuyun. Yoksa eleştiriler havada kalıyor.
Cevaben: Çeviri uzmanlık alanı isteyen bir konu. Ama o çevirilerin yorumlanması da ayrı bir uzmanlık alanıdır! Çevirilere güvenmek zorundayız, bu birinci aşama. Ama ikinci aşamaya gelince, çevirilerin içeriğinin yorumlanması, günümüze dönük mesajlar çıkarılmasında çevirmenlerden farklı sonuçlara ulaşmak gayet doğaldır. Çevirmen o dil konusunda uzman olabilir ama çevirdiği metni anlamada, yorumlamada; sahip olduğu kültür, toplum, ideoloji, önkabuller gibi nedenlerle hatalar yapabilir! Gelelim Sümer tabletlerine. İleri bir medeniyete sahip olmak bir toplumun doğru yolda olduğu anlamına gelmez. Tarihte, Mısır medeniyeti, İnka-Aztek medeniyetleri için de aynı durum söz konusudur. Uzay konusunda bilgili olmaları onların din konusunda da üstün ve haklı oldukları anlamına gelmemektedir. İşte çok tanrılı Mısır dini ve kendilerini tanrı ilan eden fravunlar! İnsan kurban eden çok tanrılı bir dine inanan Amerikan yerlileri! Günümüz için de ABD devletini ele alalım. Teknolojide en üst seviyedeler ama aynı zamanda zalimlikte de, sömürüde de en ileridedir! SSCB’de örneğimizin değişik bir versiyonudur! Uzaya insan gönderen ilk devlet idi ama dini konularda ise tamamen materyalist bir dünya görüşüne sahip idi! Dikkat ederseniz, toplum, isim hatta teknoloji değişse de yapılan hatalar hep tekerrür etmektedir! Meryem Suresi 74. Ayette yüce Yaradan şöyle buyurmaktadır: “Oysa Biz sapıttıkları için medeniyetçe ileri gitmiş nice toplulukları helak ettik; öyle ki, onlar dünyevi güç ve dış görünüş olarak öncekilerden daha üstündüler!” Ayet açıkça ‘teknolojide ileri’ gitse de, ahlaken çöken birçok eski medeniyetlerin var olduğunu bizlere haber vermektedir. Lübnan’daki Balbek şehri, Sümer zamanında bile antik (İlk çağlardan kalan) bir şehir idi. Yine Girit adasında 1900 yılında bulunan ve MÖ. 1. yüzyıla ait olan antikythera mekanizmasının bir astronomik takvim olduğu düşünülmektedir. Ural dağlarının doğusunda bulunan Nadara deresinde boyları en fazla 3 santimetre olan, çoğu bakırdan yapılan spirallerin mikroskopla incelenmesi sonucu, altın oran tekniği ile yapıldıkları tespit edilmiştir. Şaşırtıcı olan bunların yaşlarının 20.000 ile 318.000 arasında değişmesidir. Mikronezya adasında kurulu bulunan antik Nan Madol kenti inşası 1000 yıl sürmüştür. Kent bin yapay adayı kanallarla birbirine bağlamış ve yapımına MÖ. 200’de başlanmıştır. Irak yakındalarında bulunan iki bin yıllık pil ise, 1938 yılında bulunabilmiştir. Örnekler çoğaltılabilir. Göbeklitepe’de yapılan araştırmalar da teknolojide ileri olduklarını göstermektedir ama aynı zamanda bu araştırma, ateistlerin politeizmden monoteizme kayan din teorilerini de yerle bir etmiştir! Kısaca, ortada fazla şaşıracak veya hayal kırıklığı oluşturacak bir durum söz konusu değildir. İleri teknolojiye sahip ama ahlaken bozuk ve tevhid inancından uzaklaşmış birçok medeniyet tarih sahnesinden silinmiştir. Günümüzün ABD’si olan o zamanın toplumlarının belli konularda ileri gitmeleri, din, ahlak, (teknoloji değil) medeni olmak anlamında medeniyet; insanlık, maneviyat alanında da ileri ve haklı olduklarını anlamına gelmez! Kısaca, çevirilerde sorun varsa, çevirenin sorunudur. Yoksa, zaten ortada İslam hakkında şüphe doğuracak bir durum söz konusu değildir. Sadece, çeviriyi doğru yorumlamak sorunu mevcuttur ki, o konuda da yeterli açıklama yaptığımızı umut ediyoruz. Not: “Eğer İslam öncekilerin uydurması ise boş yere ömrümü yalanlar için harcamak istemiyorum.” şeklinde sorunuz başladığı için, ben o cümleye odaklanarak ilk yorumumu yaptım, selametle kalınız.
“Bir gün Peygamberimiz düz bir çizgi çizerek “İşte bu, Allah’ın dosdoğru yoludur.” buyurur. Ardından bu çizginin sağından ve solundan başka çizgiler çizer ve “Bunlar da, dosdoğru yolun haricindeki yollardır. Bu yolların her birinin başında ona çağıran bir şeytan vardır.” (Hanbel, Müsned, I/465,435, III/397; İbni Mace, Mukaddime, 1; Hâkim, II/349/3241; Darimi, Sünen, Mukaddime, 23; Bezzar (Keşfu’l-estar no. 2221), İbn Hibban, no. 6-7; Hâkim, II/318) buyurur ve sonra şu ayet-i kerimeyi okur: “Şüphesiz, bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara sapmayın. Onlar sizi Allah’ın yolundan uzaklaştırır. İşte günahtan korunmanız için Allah size böyle öğüt verdi.” (En’am, 153)