İslami bilim, felsefe ve Batıya etkisi
Konuya ek olarak, ‘İslam’da bilim ve medeniyet’, ‘Kur’an ve bilim’, ‘Müslüman bilim öncüleri’ adlı yazıları da taviye ederiz.
İslam Biliminin Rönesans'a Etkileri
Profesör Fuat Sezgin’in ‘İslam'da Bilim ve Teknik’ isimli eseri (Sezgin, I/85-167) Avrupa'da bilim ve teknolojinin gelişmesine Müslümanların ne derece büyük bir etki ile katkı sağladığını ortaya koymaktadır. A. Humbold, ‘Fizik ilminin hakiki mucitlerinin Araplar olduğunu’ söylerken (Haydar Bammat, Batı medeniyetinin kuruluşunda Müslümanların rolü, s. 35) Nobel ödüllü Fransız fizikçi Pierre Curie, "Müslüman Endülüs'ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık." (Erol Toy, Cumhuriyet Gazetesi, 30 Temmuz 1979; Doğuştan günümüze büyük islam tarihi, cilt 4; Genç Beyin Dergisi, Yıl: 6 Sayı: 67; Beşir Ayvazoğlu, Kitaba, Kütüphane ve Kitap Kurtlarına Dair, Türk Edebiyatı dergisi sayı 252, İDSB Genel Sekreteri Necmi Sadıkoğlu’nun "Uluslararası Endülüs Sempozyumu Açılış Konuşması" , Yeni Şafak, 27 Aralık 2012) demekte, Amerikalı Yahudi tarihçi Martin Kramer ise: "Eğer 1000'li yıllarda Nobel ödülleri dağıtılıyor olsaydı, neredeyse tümünü Müslümanlar alırdı." (Mustafa Akyol, Gayri Resmi Yakın Tarih, sayfa 118; Beyaz Türkler, zenci Türkler ve dağ Türkleri, s. 81) gerçeğini itiraf etmektedir. “Netice itibari ile Rönesans'ın hazırlanmasında Batının, İslam bilim ve felsefesine borçlu olduğu kabul edilmektedir.” (Hüseyin Sarıoğlu, İbni Rüşt Felsefesi, s. 33; Ömer Mahir Alper, İbni Sina, s. 156)
Nobel ödüllü Fransız fizikçi Pierre Curie: "Müslüman Endülüs'ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık." (Erol Toy, Cumhuriyet Gazetesi, 30 Temmuz 1979; Doğuştan günümüze büyük islam tarihi, cilt 4; Genç Beyin Dergisi, Yıl: 6 Sayı: 67; Beşir Ayvazoğlu, Kitaba, Kütüphane ve Kitap Kurtlarına Dair, Türk Edebiyatı dergisi sayı 252, İDSB Genel Sekreteri Necmi Sadıkoğlu’nun "Uluslararası Endülüs Sempozyumu Açılış Konuşması" , Yeni Şafak, 27 Aralık 2012) derken Amerikalı Yahudi tarihçi Martin Kramer: "Eğer 1000'li yıllarda Nobel ödülleri dağıtılıyor olsaydı, neredeyse tümünü Müslümanlar alırdı." (Mustafa Akyol, Gayri Resmi Yakın Tarih, sayfa 118; Beyaz Türkler, zenci Türkler ve dağ Türkleri, s. 81; Star, 21 Temmuz 2010; Prof. Özcan Hıdır, Batı'da Hz Muhammed imajı, s. 71) Gustave le Bon da, “Biz Rönesans ve reform hareketlerimizi İslam'a borçluyuz.” demektedir. (Mehmet Yazıcı, Unutulmayan Anılar, s. 196)
“Fernand Braudel, 'Medeniyetlerin Grameri' adlı eserinde, ‘Medeniyetler tarihi aslında yüzyıllara yayılan devamlı ve karşılıklı bir ödünç almalar tarihidir.’ demektedir. Çin, Hint, Yunan-Roma medeniyeti ve İslam medeniyetlerinin taşıyıcısı olan toplumlar birbirlerinden farklı şekillerde etkilenmişler ve insanlık tarihinin seyrine yön vermişlerdir.” (İbrahim Kalın, Barbar Modern Medeni, s. 95, 97) Prof Kalın, "Yunan düşüncesini, Hint ve Çin bilimlerini İslam dünyasına kazandıran, yepyeni bir bilim ve Felsefe geleneği inşa eden Müslüman ilim adamları, hakikatin evrenselliği ve sürekliliği ilkesinden hareket ediyorlardı. İslam medeniyetinin, İslam öncesi düşünce ve bilim geleneklerini özümseyerek yeni bir sentez ürettiğini söyleyebiliriz. İslam hem diğer kültür düşünce birikimlerini benimsemiş ve dönüştürmüş hem de evrensellik iddiasında bulunmuştur." (İbrahim Kalın, İslam ve Batı, s. 51, 56, 36) derken, ne yazık ki tarihi ve bilimsel gerçeklerden habersiz olan günümüz Müslümanları, son 100 yıldır Batı medeniyeti karşısında aşağılık kompleksi içinde bulunmaktadır. Daha da üzücü olanı ise, “Bilimin sürekliliği ve bilimin bir uygarlıkta kaybolmaya yüz tuttuğunda diğer bir uygarlıkta gelişmeye devam ettiğini” ortaya koyan, modern bilim tarihçiliğinin kurucusu olan ve “İslam'ın bilime katkısının Orta Çağ öğreniminde en ‘ilerici’ unsur olduğuna inanan ve Batılı Orta Çağ araştırmacılarının bunu görmezden gelmesine” karşı çıkan (Thomas F. Glick, "George Sarton and the Spanish Arabists". Isis. 76 (4): 493; https://www.journals.uchicago.edu/doi/10.1086/353959) George Sarton ile beraber bilim tarihi üzerine çalışmalar yapan Prof. Fuat Sezgin’in ifadesi ile, “İslam medeniyetinin büyüklüğünü kendi insanımıza anlatmak, Batılılara anlatmaktan daha zor.” olmasıdır. “İslam medeniyetini ‘‘Ortaçağ’’ ile bir tutmaya kalkanlar, aslında kendilerine, geçmişlerine güvensiz ve Batı karşısında aşağılık kompleksi içinde olan bir psikolojiye” sahiptirler. Yine Fuat Sezgin, ‘İslam Bilimler Tarihi Üzerine Konferanslar’ adlı kitabında şöyle demektedir: “İlkokula girişimin ikinci veya üçüncü haftasında bize dünyanın yuvarlaklığını öğreten hanım hocamız, İslam bilginlerinin dünyanın bir öküzün boynuzunda taşındığına inandıklarını anlatıyordu. Ben zavallı çocuk, 30 yıl kadar sonra, Müslümanların ekvatorun uzunluğunu daha 9. yüzyılda birkaç metotla 40.000 km. kadar ölçebildiklerini öğreneceğimi nasıl bilebilirdim?” Evet, “Tarih incelendiğinde, bilim ve icatlar sahasında Müslümanların büyük hizmetleri görülecektir. Maalesef Batıya karşı aşağılık kompleksiyle kaleme alınan ilme dair eserlerde bunlardan hiçbir şekilde bahsedilmez. Bu inkar, Batının nankörlüğünün tezahürüdür. Doğu için ise, aşağılık kompleksinin neticesidir.” (Osman Nuri Topbaş, Aklın cinneti Deizm, s. 44) Halbuki durum tam tersidir aslında: “Carl Güstav Jung, ‘Batılılar, neredeyse sahip oldukları her şeyi Müslümanlardan aldıkları için, Müslümanlara karşı aşağılık kompleksine sahipler. O yüzden Müslümanlara, normal bir insan gibi bakamıyorlar. Fobiyle, ürkerek bakıyorlar.’ demektedir.” (Yusuf Kaplan, Genc Dergisi, 4.02.2015)
Prof. Dr. Fuat Sezgin, 16 Kasım 2009 Tarihinde İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde verdiği konferansta, "Türk aydınları, dini, ilerlemenin önündeki en büyük engel olarak kabul ettiler ve bu suretle din düşmanlığı yaptılar. İslamiyet, çöl Araplarını, göçebe Türkleri ve ateşperest İranlıları bilim üreten toplumlar haline getirmiştir. Batılılar şimdi gözleri kamaştırıyorlar, fakat İslam dünyası da kendi değerlerinin farkında değil. Herkeste bir kompleks hakim. Umumiyetle derler ki: "Müslümanlar kaynak vermezler." Bu tamamıyla yanlış. Kaynak veren tek kültür dünyası, İslam kültür dünyasıdır. Avrupalılarda kaynak verme mefhumu yoktu. Yunanlılarda çok azdı ama Avrupalılarda tamamıyla silindi. Hatta tam aksi de var. Mesela, 11. yüzyılın sonuna doğru İtalya'da 25 tane çok mühim Arapça tıp kitabını tercüme ediyorlar ve bunların 25'ini de ya kendilerine ya da Yunanlılara nispet ediyorlar! İbni Sina'nın taşlara dair kitabını Aristo'ya mal etmeleri gibi. Yine Huneyn bin İshak'ın kitabını Galen'e nispet ediyorlar. Bu tip çokça misal/örnek var. Müslümanlar ise kaynak veriyorlar. Bir de şunu anlamadılar. Mesela, Taberi Tefsiri'ni aldığınız zaman orada kaynak şu şekilde gösterilir: "Filan filana, o da filana, o da bana söyledi ki." Modern insanlar ise Taberi'nin bu şekilde zikredişini, sözlü rivayetler zannediyorlar, yanılıyorlar. Halbuki bunlar kaynakların dipnotlarıdır. Maalesef büyük oryantalistler bile bunu anlayamadılar.” (Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, s. 81, 95)
Ünlü yazarlarımızdan Namık Kemal, "Arab'ın felsefe ve bilimi, tamamı ile Araplar tarafından icat olunmadığı için Arab'ın fikir sahasında elde edilmiş bilgilerinden sayılmayacak mıdır? Yunanlılarda, kendilerinden evvel gelen kavimlerden birçok şeyler aldığına göre, nasıl o felsefelerin adına Yunan İlim ve felsefesi diyeceğiz?" (Namık Kemal, Renan Müdafaanamesi, s. 40) derken bu komplekse de işaret etmektedir. Unutmayalım ki, “ilim ve hikmet, dolayısıyla teknoloji insanlığın ortak malıdır; nerede bulunursa alınır. Ama İslam’ın özüne ve esaslarına aykırı olarak kullanılamaz.” (Prof. Dr. Saffet Sancaklı, Hz. Peygamber’in medeniyet inşa etmesindeki temel yapı taşları, İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, s. 238) "Avrupa da İslam ilimlerini aldı, kendine mal etti, ondan sonra da keşifler ve buluşlar sahasında dev adımlarla yürüdü." (Prof. Muhammed Kutup, İslam'ın etrafındaki şüpheler, s. 105) “Elmalılı M. H. Yazır: ‘Batılılar nasıl ki bizim klasik eserlerimizi tercüme edip yararlandılarsa, biz de onların eserlerini tercüme edip bilimlerinden yaralanmalıyız.’ demektedir.” (Emin Arık, Deizm ve ateizm çıkmazı, s. 127) “Bilim kimsenin tekelinde değildir. Kültürler arası ortak bir üründür. Bilim devamlı gelişen bir disiplindir. Hiç kimse tek başına bir disiplin ortaya koyamaz, farklı katkılar mutlaka gereklidir. Ve hiç kimse ötekini ortaya koyduklarının üstünü örtmeye çalışmamalıdır.” (Abdullah Metin, Oksidentalizm, İki Doğu İki Batı, s. 144) Evet, hem de hiç komplekse girmeden, atalarımızdan aldıkları bilgiyi, sömürü ile elde ettikleri sermaye ile geliştiren Batı medeniyeti karşısında asla eziklik, aşağılık kompleksine kapılmamalı, Müslüman atalarımızın yolunda gidip, bilimi kaldığı yerden alıp daha ileriye taşımalı, bu ata geleneğini artık bizler sürdürmeliyiz!
Gibb, “Müslüman alimler fikirlerini Yunan’daki ve İskenderiye’dekilerden daha ileriye götürmüşlerdir.” (Haydar Bammat, Batı medeniyetinin kuruluşunda Müslümanların rolü, s. 18) derken Sigrid Hunke’nin, ‘Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi’ adlı eserinin mukaddimesinde ise Ahmet Kabaklı, “Atalarının mirasından utanmak şöyle dursun, onunla iftihar etmek, yeni bir şahsiyet ufkuna kavuşmak için” (Hunke, s. 16) okunmasını tavsiye ettiği kitabın yazarı Hunke,” Bu kitap Arap medeniyetine karşı uzun zamandan beri borçlu olduğumuz teşekkürü ispat için yazılmıştır. (Hunke, s. 20) demektedir. Özetle, "Rönesans'ın meydana gelmesi, Hz Muhammed'i takip eden insanların kültürü capcanlı bir şekilde ayakta tutmalarının sonucudur." (Ronald Victor Courtenay Bodley, Hz Muhammed, s. 168) ve “Batı ulaştığı ilerlemeyi Müslümanlara borçludur.” (Fuat Sezgin, İslam'da bilim ve teknik I/163-166)
"Fazilet odur ki, onu düşmanlar dahi tasdik ede." (Abdurrahman Ahmet, Garbın İslam'dan öğrendikleri, s. 6) sözünü Halil Halid onaylamakta ve “Bugün sahip olunan medeniyetin kaynakları ile medeniyette ulaşılan seviyede, şüphesiz İslam medeniyetinin katkısının olduğu ilim ve insaf sahibi Avrupalı araştırıcılarda kabul etmektedir.” (Halil Halid, Hilal ve Haç Çekişmesi, s. 45) demektedir. “İstisna da olsa” bu tür itiraflarda bulunan Batılı araştırmacılardan alıntıları aşağıda sizlerle paylaşarak, tarihimizde sahip olduğumuz o özgüvene ve bilgi seviyesine yeniden ulaşacak nesillere bir ümit vermek istiyoruz. Çünkü Batı için bilim sadece bir sömürü ve kapital aracıdır. İnsanlığa faydalı olmak veya insanlıkla paylaşmak Batılı insan için söz konusu dahi değildir. Bunun sonucunu da tüm dünya ve özellikle de Batının dini/siyasi/ekonomik nedenlerle düşman olduğu İslam dünyası, işgal, sömürü ve darbelerle hala uğraşmak zorunda kalmaktadır!
“Müslüman toplumlar, tarihte birbirine zıt beş büyük medeniyet -Yunan, Sami kavimleri, İran, Hint ve Çin- ile karşılaşmış ve her karşılaşmada kendi kültürel kimliklerini kaybetmeksizin benimsemeyi zorda olsa öğrenmiş.” (Ziyaüddin Serdar, İslam medeniyetinin geleceği, s. 67) ve sonuç itibari ile “İslam medeniyeti, diğer medeniyetlerin kavramlarını ve değerlerini süzgeçten geçirip kendi temel özellikleri ve ilkeleri ile uyum sağlayanlarını benimsemiş, kendi değerlerine ve normlarına ters düşenleri ise reddetmiştir.” (Ziyaüddin Serdar, s. 43)
HP'nin eski yönetim kurulu başkanı Carly Fiorina, “Bir zamanlar bir medeniyet vardı ki, dünyanın en büyüğü idi. Bu medeniyetin en büyük itici gücü, icatlar ve keşifler idi. Matematikçileri, bilgisayarın yapımını ve şifrelemeyi mümkün kılan cebir ve algoritmayı oluşturdular. Doktorlar, yeni tedavi yöntemleri buldular. Gök bilimcileri, uzay yolculuğunun ve keşfinin yolunu açtılar. Benim bahsettiğim medeniyet, 800 ile 1600 seneleri arasında Bağdat, Şam, Kahire saltanatları ve Osmanlı devleti ile birlikte, İslam dünyasıdır. Bizler, çoğunlukla, bu medeniyete karşı borçlu olduğumuzun farkında olmasak da, onların armağanları, bize kalan mirasın önemli bir parçasıdır. Arap matematikçileri olmasaydı, bugünkü teknoloji endüstrisinin varlığından söz edilemezdi." (Hewlett-Packard (HP), Carly Fiorina Speedhes, Technology; hp.com/hpinfo/execteam/speeches/fiorina/minnesota01.html)
Sigrid Hunke, ‘Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi’ adlı eserinde özetle şunları söylemektedir: “Batının sayısız değerler borçlandığı İslam medeniyetinden söz ederek hakikatin ortaya çıkarılma zamanının geldiğine inanıyoruz. Batı, tarih, ilim, fikir, sanat eserlerinde Yunan ve Roma dönemleri uzun uzun anlatılırken sonraki bin yıl sanki hiç yaşanmamış gibi hemen yeniçağa atlanır. Müslümanların tam yedi yüz yıl boyunca medeniyet ışığını taşıdıklarını, Yunanlılardan iki kat daha fazla insanlığı aydınlatmış olduklarını ağızlarına bile almazlar. Batılılara göre Müslümanların rolleri sadece ilkçağ yunan bilim hazinelerini batıya aktarmaktan ibarettir. Buradaki asıl amaç, İslam medeniyetinin Avrupa’ya hocalık eden büyük başarılarını unutturmak ve onlara hakaret etmektir.” (Sigrid Hunke ise, Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi, s. 14) Artık Batı Dünyasının şükran duyguları borçlu olduğu bir toplumdan bahsetme zamanı gelmiştir. Orta çağda Müslümanlarla Batılıların 750 sene süren komşulukları esnasında Yunanlılara nazaran insanlık medeniyetini en az iki kat geliştirip Batıya birçok konuda tesir ettikleri, Müslümanların dini inançlarından dolayı her zaman göz arda edilmişlerdir. (Hunke, s. 18) Amalfi’li Flavio Gioja, pusulanın ilk mucidi bilinirken aslında Araplar bunu çok önceden kullanmış, Haçlı Seferleri sırasında Maricourt’lu Petrus Müslümanlardan aldığı bilgileri 1269 da Fransa’ya sunmuş ve ancak elli sene sonra 1320’ de İtalyan F.Gioja pusulayı ‘sözde’ keşfeder. (Hunke, s. 48) Arap medeniyeti, ticaret, haçlı seferleri, gezginler vasıtasıyla Batının günlük hayatına ekonomik ve kültürel yönden olumlu yönde etkilemiştir. (Hunke, s. 53) Dünyanın bütün medeni milletleri Arapların bize öğrettikleri rakamları kullanmaktadır. Araplar sayı yazımlarını Hintlilerden almış, geliştirerek Avrupalılara aktarmıştır. Mesela, 487, Roma rakamları ile CCCCLXXXVII şeklinde yazılmakta idi. Bu ve benzeri en basit bir hesabı yapmaya bile imkan vermeyen sistemden Avrupa’yı Araplar kurtarmışlardır. (Hunke, s. 56, 59) Algoritma’yı 12. asırdan itibaren Avrupa’ya el-Harezmi öğretmiştir. Fakat bu gerçek Batıya ancak 1845 yılında Fransız Reinand ile getirilebilmiştir. El-Harezmi’den önce Batıda özel bir matematik ilmi yoktu. (Hunke, s. 65-66) 12. asırda bir papaz, “Piza’nın caddelerini dolduran ve şehre vahşi çehrelerini veren kafir, korkunç deniz canavarları” şeklinde tarif ettiği Araplar’dan, Avrupa’da bilimin öncülerinden kabul edilen Piza’lı Leonardo’da (Başta matematik hocası Sidi Ömer’den) dersler alır. Leonardo, İskenderiye ve Şam kütüphanelerini altına üstüne getirir ve bu bilgilerle ülkesine döndükten sonra zaman içinde meşhur olur. (Hunke, s. 76, 79-81) Arap astronomistlerinden Muhammed İbn-i Musa, Batlamyus’un “Astronomi cetvellerini” düzeltmişlerdir. (Hunke, s. 96) Halifenin emri ile dünyanın çevresini ölçmüştür. Felsefe, mantık ve meteorolojiyle de ilgilenmiştir. Kardeşi Ahmet ise tekniğe düşkün, ev ve el aletleri mucitçisi idi. Mekanik sanatında Heron gibi şahısların elde edemediği neticelere ulaşmış biridir. (Hunke, s. 98) Astronomi ilminin gelişmesi, yeni keşiflerin bulunması ve ilerlemesi, ne Romalı ne Hintli; İlk defa Araplar sayesinde olmuştur. Kur’an’daki gökleri araştırma ile ilgili ayetler ve efendimizin “gök ve yerler Allah’ın varlığını hatırlatır.” mealindeki hadisler Müslümanları astronomiye yöneltmiştir. (Hunke, s. 105-106) El-Battani, Nasiruddin, et-Tusi, Uluğ Bey, Biruni gibi alimler yanında İbni Firnas gibi alimlerde, Endülüs’te, 880 yılında ilk uçağı icat etmiştir. (Hunke, s. 108) Araplar, Ptolomeus’un basit kadranını (Saat- pusula düzlemleri) geliştirerek yeni aletler icat etmişlerdir. Ayrıca Araplar sekstant ve oktant aletlerini ve çalar güneş saatlerini bulmuşlardır. (Hunke, s. 113) Araplar miras aldıkları kültür hazinelerini, bir reçete gibi kabullenmediler. Ele geçirdikleri yabancı bilgilerin sonuçlarını hemen kontrol edip hatalarını düzelttikten sonra, bunların üzerine yeni bilgiler eklemeye başlamışlardır. Onlar deney ile ispatlamadan hiç bişey kabullenmemiştir. Mesela Sabit Bin Kurra, Aristo ve Ptolomeus’un eserlerini tenkit eden eserler yazmış, astronom Theon’un gözünden kaçanlar gibi eski bilgileri eleştirmiş ve geliştirmiştir. Hiparch ve Ptolomeus’dan beri süre gelen birçok hatayı düzelten, yenileyip geliştirenler Araplardır. (Hunke, s. 121) Batı, el-Hıvarizmi ve Me’mün Cetvelleri ile el Battani’nin Sabii, İbn Yunus’un Hakimi Cetvellerini, Alfons’un Cetvellerine esas teşkil eden es-Sarkali’nin Toledo Cetvellerini alarak, Kopernik devrine kadar onları kullandı. Fransız Sedillot, “Bağdat astronomları daha 10. asrın sonlarında, nihai noktalara varmış durumdaydılar” demektedir. (Hunke, s. 116) Mesela bunlardan el-Fergani, ekliptik eğimi ve güneşin yörüngesini ilk bulanlardandır. Sabit Bin Kurra ise, dünyanın güneş etrafındaki dönümünü iki ayrı metotla ölçmüştür. Batıda Alhazen lakabıyla tanınan Hasan İbni Heysem ise, ışığın kırılması nazariyesini ileri sürmüştür. Öklid ve Ptolomeus gözün ışık yaydığını ileri sürerken, İbni Heysem ise ‘Göz ışık yaymaz, cisimlerden göze ışık gelir, adeseden geçerek görünür olur’ der. Heysem ayrıca Ay’ın ışığını Güneşten aldığını, fotoğrafçılıktaki karanlık odayı, hava tabakasının 15 km olduğunu, projektörün etki kanununu, ilk okuma gözlüklerini bulandır. (Hunke, s. 120-121) el-Bitruci, gezegenlerin sürüklenmeleri ve dış merkezli dairelere dair teorileri ileri sürmüştür. el-Kindi, açıların pergel ile ölçümünü ve sıvıların izafi ağırlıklarını hesaplamıştır. Ali b. Süleyman 1000 senesinde “Atom nazariyesini” ileri sürmüştür. (Hunke, s. 122) Şüphesiz Kopernik bu alimlerin eserlerinden etkilenmiş ve fazlasıyla yararlanmıştır. Kopernikvari dönüş nazariyesini 500 sene öncesinden el-Biruni bulmuştu. 1800’lü yıllarda bile İbni Yusuf’un eserlerinden yararlanılmakta idi. (Hunke, s. 117) Karanlık oda, pompa ve torna ile ilk uçak makinesinin sözde mucidi Da Vinci birçok yönden Araplara tabi/bağlı olmuş, el-Heysem’den ilhamlar almıştır. Galile Teleskopu’nun arkasında da, el-Heysem’in gölgesi vardır. (Hunke, s. 120) Kısaca deneysel araştırmaların ilk öncüleri Roger Bacon veya Baco Von Verulam, Leonardo Da Vinci veya Galile değil, Araplardır. (Hunke, s. 119) İbni Bace (Avempace), İbni Tufeyl (Abubecer), İbni Rüşd (Averroes), el- Bitruci (Alpetragius) tarafından yönetilen, Aristo ile Ptolomeus’un görüş tarzları arasındaki fikri mücadele, 13. ve 14. asırlarda Endülüs’ten Fransa, Almanya ve İngiltere’ye uzanır. Büyük Albert, Thomas d’Aquin, Roger Bacon, Jean Buridan, Dietrich gibi mücadelecilerin sahneye çıkmalarına vesile olur ve Batı düşüncesini ve tefekkürünü harekete geçirir. Araplar matematiğin üstadı idiler. Romalılar bu sahaya hemen hemen hiçbir şey getirmediler. Araplar yeni ilim dalları meydana getirdiler, diğerlerini de Hintlilerle Yunanlıların ulaştırdıkları seviyeden çok yukarı çıkardılar. Rönesans’ımızın üstatları, onun için Yunanlılar değil, bilakis Arpalar oldular. Arap matematik zekasının, “İlimlerin en güzel dalı” saydıkları bu hesap dalına büyük düşkünlükleri vardı. Aritmetiği sistematikleştiren el-Harizmi’dir. Piza’lı Leonardo başta cebir olmak üzere bilgilerini Ebu Kamil eş-Şuca’, el- Biruni, İbni- Sina, el- Karaci gibi alimlerin eserlerine borçludur. Virgülün arkasındaki ondalık kesirle hesap yapmayı da Araplar bulmuştur. Cebirdeki bilinmeyen işareti ‘x’ de arap işaretidir. Araplar bilinmeyen meçhule “Şey” derlerdi. Kısaca bunu “ş” ile gösterirlerdi. İspanyolcada, “ş” harfini karşılığı ise “x” işaretidir. Araplar sinüs, tanjant kurallarını, trigonometrinin esas formlarını oluşturdular. Batı, Sexagesimal hesap ile dairenin altmışa bölünmesini de Araplardan öğrenmişlerdir. Ayrıca Araplar, Batılılardan 700 yıl önce diferansiyel hesabını ortaya çıkarmışlardır. Batı, karanlıklardan aydınlığa çıkmasını Araplara borçludur. Araplar ilmi düşünce ve araştırmayı ateşleyerek, harekete getirip, beslediler. Rakamları, geliştirdikleri aletleri, aritmetik, cebir, kürevi trigonometri ve optikleri sayesinde batıyı tabii ilimler sahasında artık kendi alet ve keşiflerine dayanarak, ilerlemeye kalkışacak bir seviyeye getirdiler. (Hunke, s. 124-130) Agrippa von Nettesheim: “İbni Sina, er- Razi ve İbni Rüşd’ün eserleri, Hipokrat ve Galen’inkilerle aynı değerde kabul olunmuşlardır.” (Hunke, s. 139) Aziz Chrysostomus, hasta bir Hristiyan’ın Müslüman bir doktora tedavi olması halinde kiliseden aforoz edileceğini bildirir. Aynı dönemlerde Kahire doktorlar odası başkanı İbni Rıdvan ise, “doktor düşmanlarını da aynı ruh, alaka ve özenle tedavi etmelidir.” demektedir. (Hunke, s. 147) Haclı seferlerinden dönüşte avrupada tıp ilerlemeye başlar. İlk hastanelerden biri Paris’te kurulur; Hotel-Dieu/Tanrının konağı. Yer samanlarla kaplıdır, kadın erkek karışık, bulaşıcı hastalık taşıyanla hafif hasta yan yana ve ortalık haşereden geçilmez durumdadır. (Mak Nordau, Aus dem Wahren Miliarlande, I/121) Aynı dönemde İslam alemindeki bir hasta ise, özel oda, banyo, iyileşince dinlenmesi için 5 altın para, kitap ve müzik desteği, temizlik, beyaz çarşaflar ve aydınlık bir ortam ile tedavi vermektedir. (Hunke, s. 149) 10. asırda sadece Kurtuba’da 50 hastane bulunmaktadır. Köylere kadar ulaşan sağlık merkezleri yanında hapishanelerde bile hastaneler kurulmuştu. Tedavi parasızdı ve iyileşene elbise ve hemen çalışmaya başlayıp dermansız kalmasın diye bir aylık para yardımı yapılıyordu. (Hunke, s. 153) Tıpta ilk kez ihtisas imtihanını Araplar meydana getirmiştir. (Hunke, s. 159) Tıp ve kimya başta, birçok alanda 230 eser bırakan Razi, dünyanın iki mihver etrafında döndüğümü, güneşin dünyadan büyük, ayın ise küçük olduğuna ve feza boşluğu, mıknatıs gibi, çiçek- kızamık, sağlık lügati, pratik sağlık bilgileri, böbrek, çocuk hastalıkları alanlarda da eserler vermiştir. O aynı zamanda, kimyayı tıbbın hizmetine ilk sokan kişi olmuştur. (Hunke, s. 162-172) Batıda akıl hastaları kötü ruhun tesirinde kabul edilip dayak ile tedavi edilmeye çalışılırken, Arap ülkelerinde sinir hastalıkları uzmanları kliniklerde tedavi görürlerdi. Bu konuda Batıda ilk adımlar ise ancak 1751 yılında İngiltere’de atılmıştır. (Hunke, s. 174) İbni Nefis, ilk kez kan dolaşımını bulan kişidir. (Hunke, s. 179) Halbuki daha sonra Batılı Colombo, bunu kendisinin bulduğunu ileri sürmüştür. (Hunke, s. 182) İbni Sina şarbonu ilk kez tam olarak açıklarken, et-Tabari ise, uyuz hastalığına neden olan paraziti bulmuştur. İbn-i Rüsd’ün çiçek hastalığı üzerine yaptığı buluşlardan 200 sene sonra bile, Kayzer I. Maximilien bir kararname ile çiçek hastalığının ilahi bir ikaz olduğunu, bunu inkarın küfür demek olduğunu ilan etmektedir. 9. asırın ilk yarısında ise Maseveyh, cüzzam hastalığını her yönü ile açıklarken Avrupa’da ise 16. asrın başlarında bile cüzzamlıların kaderi tamamen kilisenin elinde idi. (Hunke, s. 188–189) Veba 14. asırda Avrupayı kasıp kavururken, 1348 yılında tıbbi bir rapor yazan Montpellier Üniversitesinden bir profesör, vebanın yayılma nedeni olarak hasta bakışlarının olduğunu ileri sürerken, aynı yıllarda (1348) Gırnata sultanının veziri İbn-i Hatib, vebanın temas ile bulaştığını tespit etmiştir. (Hunke, s. 191) Arap Doktor Ebu’l-Kasım, hemofili üzerine açıklamalarda bulunur, Yunanlıların geri seviyede bıraktıkları kadın hastalıkları konusunda yeni usul ve aletlerle büyük ilerlemeler kaydeder. Ceninin ters doğumuna müdahaleyi ilk o tavsiye eder. Kolpeurynter aletini ilk o icad eder. Fransız cerrah Pare’yi üne kavuşturan büyük damarların bağlanmasını, ondan 6 asır önce Ebul-kasım bulmuştu. Ayrıca ‘Trendelenburg Durumu’nuda ilk o bulmuştur. (Hunke, s. 193-194) Damar içi şırıngalama ve buz torbası, İbni Sina’nın icadıdır. Ayrıca narkoz ve antibiyotiği de bulmuştur. Yine psikoterapi, müzik ile tedavi konularında da İbni Heysem ve İbni Sina çalışmalarda bulunmuşlardır. Arap patent hakkı Batı’da tanınmış değildir. (Hunke, s. 196-197) Hipokrat’ı bile yazdığı eserlerle eleştirecek seviyede bulunan Ali İbni Heysem, bir çok yönü ile tam bir eser kabul edilen ‘el-Kitabü’l-Melik’ adlı eserini yazar. Tıp tarihçisi Neuburger: “Bizanslıların derme çatma ve karışık devşirme eserleri yerine Araplar düzenli geniş kitaplar yazdılar. Onlar canlı bir bilim dili oluşturdular.” demektedir. Piza’lı meşhur Leonardo’nun Müslüman Araplardan matematik ve tıp ilmi konularında faydalanmıştır. Emevi halifesi el-Velid’in ilk Arap hastanesini kurup oraya hekimleri tayin etmesinden 800 sene sonra, ilk defa 1500 yılında Strasburger hastanesine bir memur doktorun atanmıştır ve bunu 1517’de Leipzig hastanesi ve 1536’da Paris Hotel-Dieu takip etmiştir. Arapların Batıya sundukları ‘Yunan malzemesi’, asırlarca Bizanslıların yaşattığı malzemeden hacimce çok daha büyüktür. Araplar bunları metodik şekilde düzenlenip zenginleştirildikten sonra Batıya sunmuşlardır. (Hunke, s. 200-223) Ayrıca Araplar, Yunanlıların ürettiği ilaçların zararlı yönlerini belli ilavelerle hafifletmişlerdir. Agrippa von Nettesheim: “Tıbbın Araplarla başladığı iddia edilebilir.”(Hunke, s. 227, 229) İngiliz tarihçi Custom’da, “Araplar, deneysel kimyayı modern organik ve inorganik kimyanın keşifleri için gerekli bulunan seviyeye yükselttiler.” (History of Medicines, s. 371) demektedir. (Hunke, s. 233) Batıda Razi’nin geliştirdiği ilaçlardan birine Blanc Rhasis (Rhasis, Razi’nin Batıdaki ismi) adı verilmiştir. (Hunke, s. 235) Araplarda, 780 yılında ilk resmi eczanelerini kurup resmi sağlık zabıtalarına denetlendirirken, Kayzer II. Fredrik Arapların bu çalışmalarını ancak 1231 yılında onaylayıp uygulamaya sokabilmiştir. (Hunke, s. 238) Müslümanların ilaçlar üzerindeki çalışmalarının tesirleri, Batıda 19. yüzyılın ortalarına dek devam eder. Bugün bütün teşkilatı ile her hastane, her kimya laboratuvarı, her eczane ve ilaç imal yeri, Arap dehasının elle tutulan birer abidesidir. (Hunke, s. 243) 1000 yılında papalık tahtına oturan Aurillac’lı Gerbert, “Roma’da bekçilik yapabilmeye yetecek kadar bile bilgi sahibi kimse bulunmadığını.” ifade etmektedir. Aynı yıllarda ise el-Biruni, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü, İ. Heysem ise görme kanununu keşfederken aynı zamanda küresel aynaları ve karanlık odayı bulmuştu. (Hunke, s. 246) Tertullian ise, “İncil’in tebliğinden sonra, tabiatı araştırma ile ilgilenmek, İsa’nın kanaatince, bizim görevimiz değildir.” demektedir. (Hunke, s. 253) Bir gezgin 891 yılında Bağdat’ta yüzden fazla halka açık kütüphane sayarken, 10. asırda Batı manastırlarında nadiren birer düzine kitap bulunmakta idi. Zamanının küçük bir kasabası olan Necef’te 40.000 ciltlik bir kütüphane bulunurken, Rey şehir kütüphanesinin mevcudunun tespiti için 10 büyük katoloğa ihtiyaç duyulmuştu. Nasurittin et-Tusi’nin sadece rasathane için topladığı eser sayısı 400.000 cilt idi. Kahire’deki halife el-Aziz’in kütüphanesinde ise 1.600.000 cilt eser vardı. Oğlu ise 18 salonluk ek bina yaptırarak içini kitaplarla donatmıştı. Vezir e-Muhallebi’nin 117.000, vezir İbni Abbad’ın ise 206.000 ciltlik kitaplığı bulunmakta idi. (Hunke, s. 275-276) Bağdat’ta bulunan kütüphanelerden sadece Nizamiye Kütüphanesi için yıllık bir buçuk milyon altın frank tutarında tahsisat, yeni kitap ve yazma tesisi için ayrılmıştı. (Hunke, s. 278) Araplar, Yunan mirasını sadece batmak ve unutulup yok olmaktan kurtarmakla yetinmediler. “Onu sistemetik bir şekilde düzenledikten sonra Batıya devrettiler.” Onlar bugünkü manada cebir, aritmetik, küresel trigonometri, jeoloji ve sosyoloji ile deneysel kimya ve fiziğin kurucuları oldular ve sayısız keşif ve buluşlar yaptılar. (Hunke, s. 290) “Bütün dünya Müslüman için inşa olunmuş bir cami gibidir.” (Bakara, 115, 177) Batı müzik aletlerinin büyük kısmını Müslümanlara borçludur. Arap müzik aletleri, çoğunluğu Arapça isimle birlikte İspanya üzerinden Batıya geçmiştir: lut, gitar, mandola, mandolin, pandora, psalteriyon, rebab, rebek, flüt, kaval, tronpet, timbal, boynuz boru, zimbel, tambur, davul, kastenyet, naker, ayrıca piyanonun öncüsü kanun, armoni ilmi, tiz ses, major gamda 5=4, minör gamda 6=5 fasıla ilişkisini, İbn-i Sina ve el-Farabi Batıya öğretmiştir. Notaların adları olarak kullanılan, do, re, mi, fa, sol, la, si isimlerini, Havari Johannes ilahisinden değil (çünkü bu ilahi daha sonra yazılmıştır) Arapça notalardan alınmıştır. Bunların dal, ra, mim, fa, sad, lam, sin harflerinden alması çok muhtemeldir. (Hunke, s. 394-396) Ziraat ve sulama tekliklerine ait İspanyolca’daki kelimeler Arapçadan geçmedir. İlk defa 20. yüzyılda Batıda gerçekleştirilen ‘suni döllenme’ ilk defa Araplar tarafından uygulamıştır. (Hunke, s. 399) İtalyan ilahiyatçı şair Dante, İbni Arabi’den etkilenmiştir. (Hunke, s. 436)
“Gırnata'nın 70 kütüphanesinden biri olan Alkazar'daki kütüphanede 400.000 kitap olduğu söylenmektedir ki, bu o dönemde Avrupa'nın en büyük kütüphanelerinden biri olan İsviçre'deki St. Gali manastırı'nda, sadece 600 kitap bulunmakta idi. Kurtuba'da yollar asfaltlanmış ve sokak köşelerine lambalar konulmuştur.” (Jack Goody, Avrupa'da İslam Damgası, s. 88) “Yakubi, kendi zamanında (891) Bağdat'ta yüzden fazla kitapçı olduğunu aktarır.” (Abdurrahman Ahmet, Garbın İslam'dan öğrendikleri, s. 16) “Onuncu asırda yaşayan Sahip ibn-i Abbas gibi yöneticilerin kendi kütüphanelerinde, Avrupa'daki bütün kütüphanelerde bulunan kitapların toplamı kadar kitap vardı.” (Durant, The Age of Faith, s. 237) “1064 yılında, yalnız Bağdat'taki yüksek okulların sayısı 30 idi.” (Abdurrahman Ahmet, Garbın İslam'dan öğrendikleri, s. 30) “1178 yılında Bağdat'ta bir 'şeyhe' (kadın profesör) bulunduğu, onun derslerinin çok sayıda dinleyici çektiği söylenir.” (Durant, The Age of Faith, s. 319)
Will Durant, ‘İslam Medeniyeti’ adlı eserinde özetle şunları aktarmaktadır: “İslam dünyasında ilk kağıt fabrikası 794’te Bağdat’ta kuruldu. Müslümanlar kağıt yapımını İspanya’ya götürdüler. Kağıt buradan İtalya ve Fransa’ya geçti. Kağıt Mekke’ye 797 yılında, İtalya’ya 1154, Almanya’ya 1228, İngiltere’ye de 1309 yılında geldi. 891 yılında Bağdat’ta yüzden fazla kitapevi vardı. Onuncu yüzyılda Sahib İbni Abbas adlı hükümdarın kütüphanesindeki kitapların sayısı, bütün Avrupa kütüphanelerindeki kitapların sayısından daha fazla idi. (Durant, s. 88-89) Küçük bir daireye, boş anlamına gelen ‘Sıfr- sıfır’ dendi. Batı dillerinde rakam anlamındaki ‘Chiffre’ sözü buradan gelir. Latin ilim adamları sıfıra ‘Zephyrum’ derler. İtalyanlarda bunu kısaltarak ‘Zero’ yaptı. Cebir, adını Müslümanlara borçludur. Harezmi’nin cebir kitabı, 16. yüzyıla kadar Avrupa üniversitelerinde ana matematik kitabı olarak okutuldu. Sabit İbni Kurra dünyanın yuvarlaklığını hesaplamış, Fergani’nin yazdığı astronomi kitabı 7 asır boyunca Avrupa ve Asya’da temel kitap olarak okutulmuştu. Ebu’l Vefa, Tycho Brahe’den altı asır önce ayın üçüncü değişmesini keşfetti. Müslümanlar tarafından son derece geliştirilen usturlap onuncu yüzyılda Avrupa’ya geldi, on yedinci asra dek kullanıldı. (Durant, s. 98-99) Biruni, dünyanın yuvarlak olduğunu biliyor ve yerçekiminin de farkındaydı. Geometriye teoremlerin ispatını getiren odur. Kimya Müslümanlar tarafında kurulan bir ilimdir. İslam alimleri damıtma cihazını geliştirdiler. Alkalilerle asitlerin farkını tespit ettiler. (Durant, s. 102, 103) Şurup şeklinde sunulan ilaçlar Müslümanlar tarafından tıp dünyasına getirildi. Tarihte ilk dispanser, ilk eczaneleri açanlar Müslümanlardır. İlk eczacılık okulunu kuranlar da Müslümanlardır. Çiçek ve kızamık hastalıklarına karşı İslam hekimlerinin geliştirdikleri tedavi şekline bugün bile eklenecek fazla bir şey yoktur. 931 yılında Bağdat’ta 860 diplomalı doktor vardı. Tarihte ilk göz hastalıkları hakkında eser veren, Hunan İbni İshak ve Ali İbni İsa’dır. Razi’nin tıp kitabı asırlarca okutulmuş, sadece İngiltere’de 1498 ile 1866 yılları arasında 40 kere baskısı yapılmıştır. (Durant, s. 105-107) İbni Sina’nın ‘Kanun fi Tıp’ adlı eseri 12. yüzyıldan 17. yüzyıla dek Avrupa üniversitelerinin en önemli eseri olmuştur. Müslümanlar Suriye yolu ile Yunan fikirlerini aldılar ve bunları ‘işleyerek’ İspanya yoluyla Avrupa’ya devrettiler. (Durant, s. 111-112) Tahta levhalar yardımıyla kumaş üstüne baskı tekniği, Müslüman Mısır'dan Haçlılar vasıtasıyla Avrupa'ya aktarıldı ki, matbaanın icadında rol oynamış olması muhtemeldir. Mısır Ezher üniversitesi, dünyanın ilk üniversitesi olarak açılmıştır. (Durant, s. 178) Muhammed ibnül Hişam’ın büyütücü merceği Avrupalılardan üç asır önce keşfetmesine ramak kalmıştı. Bacon, Witelo ve diğer Avrupalılar, mikroskop ve teleskopa doğru giden ilerlemelerinde Muhammed İbnu'l-Hişam'ı esas aldılar. Ayrıca Hişam, fotoğrafçılığın temeli olan karanlık oda prensibinin uygulayıcısıdır. O'nun Avrupa ilmine büyük katkısı olmuştur. Bacon, ‘Opus Maitus’ adlı eserinin hemen her sayfasında onun adını zikreder. Kepler'e gelinceye kadar Avrupalıların bilgisi, el-Hişam'ın ışık çalışmaları üzerine kurulmuştu. (Durant, s. 180) Ebu’l Kasımu'l-Zehravi'nin ‘el-Tasrif’ adlı tıp ansiklopedisi, Avrupa'da ana cerrahi kitabı olarak kullanıldı. (Durant, s. 210) Sadece Bağdat'ta 1064 yılında otuz kolej vardı. Nasırüddin Tusi, Trigonometriyi ilk defa özel bir ilim olarak ele alıp eser veren kişidir. Ebu Abdullah Muhammedü'l İdrisi, Müslüman coğrafyacıların çoğu gibi dünyanın yuvarlak olduğunu kabul ediyordu." (Durant, s. 245, 246) İslam alemi, hastahanelerin kalitesi ve donanımı bakımından da dünyaya öncülük ediyordu. (Durant, s. 248) Hristiyanlığın Müslümanlık üzerindeki tesiri hemen hemen tamamı ile din ve savaşa yönelik olmuştur. İslam'ın Hristiyanlık üzerindeki tesiri ise çeşitli ve son derece geniş olmuştur. Yeni ilaçlar, ticaret ve sanayi tekniği, denizcilik, dildeki etkisi çok fazla idi. Genç Hristiyanlar iyi bir eğitim görmeleri için İspanya’ya gönderilirdi. Batı, Haçlı savaşlarını kaybetti ama, itikadlar savaşını kazandı. “Haçlı seferlerinin açtığı yaralar, diğer taraftan moğolların İslam dünyasını yakıp yıkması, İslam alemini karanlık bir döneme, fakirliğe sürükledi.” Halbuki yenilen Batı, sarfettiği gayretle olgunlaşarak mağlubiyetini unuttu; katedraller dikmeye, aklın açık denizlerinde dolaşmaya başladı. Artık Rönesans'a doğru ilerliyordu.” (Durant, s. 260-262)
İslam felsefesinin özgünlüğü ve Batı’ya tesiri
Gazali, "Şüphe etmeyen, hiçbir zaman hiçbir kesinlik elde edemez" demiştir. (Ziyaüddin Serdar, İslam medeniyetinin geleceği, s. 51) Biruni, ‘Asar’ adlı eserinin giriş kısmında, ‘insanları, gerçeği görmez hale getiren her türlü sebep ortadan kaldırılmalı’ demektedir. (Will Durant, İslam Medeniyeti, s. 102)
“İslam felsefesi, kendi tarih ve doktrinal gelişimi içinde, hele tasavvufi ve kelami düşünce çeşitlerini de içine alacak şekilde bir bütün olarak değerlendirildiğinde, yepyeni meseleler ortaya atan, bu meseleler ile birlikte eski Yunan felsefesinin meselelerine yeni çözümler sunan, İslami karakteriyle de özgün bir felsefedir.” (Tacettin Gökhan Özçelik, İslam Medeniyetini Ortaya Çıkaran Felsefeye Kısa Bir Bakış, Turkish Studies -Social, s. 3096) İslam felsefesi yenilikçidir. Yunan felsefesinin akımlarına tamamen zıt hatta tepki olarak gelişen akımlar ortaya koymuştur. İslam felsefesinin ‘Antikçağ felsefesinden etkilendiği hususlar olsa da, bu etkinin geliştirilerek devam ettiği kabul edilmektedir.’ (Mirpenç Akşit, İslam Felsefesinin Yapısı, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 2019, Bahar, Sayı: 27, s. 373) “İslam filozofları kendi düşünce dünyalarını tabii ki Batı kökenli felsefe ile de zenginleştirmişlerdir ama asla 'aynısını alıp sadece Arap harfleri ile aktarmak' gibi bir aracı konumuna düşmemiş, ‘içselleştirmiş, geliştirmiştir, değiştirmiş, yeni form- teoriler ile insanlık düşünce tarihine katkıda’ bulunmuşlardır. Bilim ve Medeniyet tarihi, bir bayrak yarışıdır." (Namık Kemal'in Renan müdafaanamesi'nden alıntılayan, İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, s. 379) “İbni Sina, Aristo felsefesini tenkit edebilecek bir makamda idi. Bayan A. M. Goichon, ‘Orta çağ filozoflarından herhangi biri hakkında yazılan inceleme eserlerde muhakkak İbni Sina'nın bu filozofa tesirinden’ bahsedilir.” (Haydar Bammat, Batı medeniyetinin kuruluşunda Müslümanların rolü, s. 48) demektedir. “İslam felsefesi, Gazalicilik, işrakilik ve Doğu felsefeciliği, varlığın zorunlu ve mümkün varlık olarak ikiye ayrılması görüşü gibi yeni teoriler ileri sürmüştür. Eski filozofları ve felsefeleri tenkit etmiştir. Kindi, Farabi, ibni Sina gibi filozoflar, Aristo, Eflatun ve eski Yunan dönem filozoflarının bazı görüşlerini ya kısmen ya da tamamen reddetmişlerdir. İslam filozofları zaman, mekan, araz, cevher, harekat ve sükuna verilen anlamları gerçek dışı bulmuş ve eleştirmiştir. Eski teorileri geliştirmişler ve onlara yeni ilaveler eklemişlerdir. Mesela Aristo 2 ve Aleksandre ise 3 çeşit akıl var derken, Kindi 4. bir aklı ilave etmiştir. Müslüman filozoflar aynı zamanda birbirlerini, görüşlerini de tenkit etmişlerdir.” (Prof. Mehmet Bayraktar, İslam felsefesine giriş, s. 123-126) “Düşüncenin basitten mükemmele doğru giden akılcı bir çizgide ilerlediğini, bunun da eski Yunan’da başlayıp günümüze kadar devam ettiğini söyleyenler, hem Batı’da hem de Doğu’da bu çizgiye uymayan düşünceleri yok saymaktadırlar. Bu bağlamda İslam düşüncesinin ana damarlarından biri olan “oluş mektebi” de yok sayılmış, çoğunlukla Yunan felsefesinin tercümesiyle birlikte ağrılık kazanan “varlık” mektebi dikkate alınmıştır. Öyle ki, Yunan felsefesinin İslam düşüncesi içerisinde uğradığı önemli değişiklikler ya bir adaptasyon ya da ortamın gerektirdiği yapay fikirler olarak değerlendirilmiş; Aristoteles’in düşüncelerini işleyen Farabi ve İbn-i Sina, onun hem metafizik hem de mantık konusundaki düşüncelerini temelden değiştirirken, bu değişiklikle ortaya çıkan yeni durum özgün bir ürün olarak sayılmamıştır. Örneğin, Farabi, ‘Kitabu’l Huruf’ adlı eserinde, dil- düşünce ilişkisi temelinde ama Arapça bağlamında bir metafizik kurmakta, Mantıkta Aristo’dan oldukça farklı kavramlarla konuşmaktadır. İbn-i Sina ise, metafizikte mümkün- zorunlu varlık ayrımıyla tamamen farklı bir varlık anlayışı ortaya koyarken, mantığı metafizikten ayırarak formel hale getirmekle, mantık ilmini adeta yeniden inşa etmektedir. Gazali, başta ‘Mekasidü’l Felasife’ adlı eserinin başındaki mantık bölümü olmak üzere, ‘Miyarü’l İlim’ ve diğer mantık kitaplarında, burhanda kullanılan önermelerin içeriğine ve tümdengelimsel, kıyasa yönelik önemli eleştiriler getirmiş, İbn-i Teymiye, ‘er-Red al’el Mantıkiyyun’ adlı eserinde bu eleştirileri sürdürmüştür. Ayrıca Gazali, ‘Tehafütü’l-Felasife’ adlı eserinde, bir yandan ciddi bir akıl eleştirisi yaparken diğer yandan meşşailerin zorunluluk düşüncesine karşı ‘imkan fikrini’ işlemiştir. Bütün bunlar, birbirinden kopuk düşünceler değil, belli bir sürecin eseridir. Örneğin mantıktaki eleştiriler, İbn-i Sina’da başlayan kategorilerin sayısı tartışması, tümellerin göreli-zihni varlıklar oluşu, delalet konusunun mantık ilmine eklenmesi, bilgi edinme yetisi olarak vehim yetisinin dikkate alınıp yanlışın kaynağı olarak gösterilmesi, kiplik konusuna fiil, bir sürecin devamı niteliğindedir.” (Prof. Hasan Ayık, “İslam felsefesinin özgünlüğü ve Yunan felsefesinden yapılan tercüme faaliyetleri” adlı makalesinden)
İngiliz Charles Mismer; "Hristiyanlar alim olunca Hristiyanlıkla ilişkileri kesilir. Müslümanlar da cahil olunca İslamiyet'le ilişkileri kesilir." demektedir. (Mehmet Yazıcı, Unutulmayan Anılar, s. 67; Adnan Odabaş, Dikkat misyoner geliyor, s. 67) “İslamiyet, insan fikrini geliştirmeye ve mükemmel hale getirmeye insanları yönlendirmiştir.” (Namık Kemal, Renan Müdafaanamesi, s. 54) “Yazılı kültüre sahip olmayan Araplar, İslam'ın oluşturduğu araştırma ruhu ile kısa sürede bilimsel anlamda ciddi gelişmeler kaydetmişlerdir.” (Selçuk Kütük, Deizm, s. 81) "Farabi'nin dediği gibi, felsefenin ancak İslam topraklarına geldiği zaman ‘özgürlüğüne kavuştuğu’ görülür." (Prof. Dr. George Saliba, İslam Bilimi ve Avrupa Rönesans'ının Oluşumu, s. 60) “Roger Bacon'ın ‘felsefe Müslümanlardan alınmıştır.’ sözünü nakleden tarihçi Niall Ferguson, “Avrupa'nın üretimini ortaçağ İslam dünyasına borçlu olduğunu” ifade eder. (Niall Ferguson, Uygarlık; Batı ve ötekiler, s. 76) "İslam felsefesinin Batıya girişi ile beraber Rönesans başlamıştır." (Prof. Hüseyin Karaman, İslam Felsefesi Tarihi, s. 192-194) “Batılı aydınlar arasında yeni bir Müslüman imajı doğar. İslam dünyası, felsefesinin heybetli bir beşiği idi.” (Maxime Rodinson, Batıyı Büyüten İslam, s. 25)
Jean-Jacques Rousseau, ‘Bilim ve Edebiyat üzerine Söylem’ adlı eserinde, Müslümanlara hakaret ederken bile istemeden de olsa bir itirafta da bulunmaktadır: “Bugün aydın bir hayat yaşayan bu dünyanın insanları birkaç yüzyıl önce cahillikten dolayı çok kötü bir durumdaydılar. Cehaletten daha kötü birtakım belirsiz bilimsel ıstılahat zorbalıkla bilgi tahtına oturdu ve neredeyse kaldırılamayacak engelleri bilginin önüne koydu. İnsanları doğru yola tekrar getirmek için bir devrime ihtiyaç vardı; maalesef bu devrim hiç umulmayacak bir yöreden geldi. Nihayet bilimlerin aramızda tekrar doğmasına sebep olan bilgi yoksulu işte o aptal Müslümanlardı.” (Jean-Jacques Rousseau, The Basic Political Writings, s. 3) Henry George Farmer: ‘Avrupa’nın Fikri Gelişimi’ adlı eserin yazarı Dr. J. W. Draper der ki; Tarihin en üzücü şeylerinden birisi, Avrupalı yazarların ustaca ve sistemli bir şekilde Batının İslam bilim geleneğinden aldıklarını göz önünden kaldırmaya çalışmalarıdır.” (Henry George Farmer. Historical Facts for the Arabian Musical Influence, “Forward” s. V)
“İslam felsefesinin Batı’ya olan etkileri, sadece büyük boyutlarda olmakla kalmamış aynı zamanda sürekli ve şaşırtıcı düzeyde çok çeşitli alanlarda olmuştur.” (Nicholas Rescher. The Impact of Arabic Philosophy on the West, The Islamic Quarterly 10, 1966, 11) "Albert Le Grand her şeyini İbni Sina'ya, Saint Thomas'da İbni Rüşd'e borçludur." (Bruno Etienne, L'express, 12.05.1989) Bağdat gibi kültür merkezlerinde uygarlığın, 'Yunanlılardan da ileri' taşındığını, Şengör gibi bir ateist yazarlar bile itiraf etmektedir. (Newton Neden Türk Değildi? s. 17) Aynı yazar başka bir itirafı ile de, Batılı bilim adamlarının düştüğü hataya kendisinin de düştüğünü itiraf etmektedir: "Fuat Sezgin Bey’le tanıştıktan sonra, İslam aleminin Yunan bilimini çok "eleştirel bir gözle ele aldığını", buna bir sürü "ilaveler yaptığını" ve “gelişmelere neden olduğunu” hayretler içerisinde gördüm ve Fuat Bey’in üretimi karşısında daha çok hayrete düştüm." (Celal Şengör, Bir Bilim Adamı, s. 499) Wilhelm Dilthey, "İslam bilim ve felsefe tarihinin Yunan felsefesinin bir kopyası olmadığını, kendine özel yaratıcılığı olduğunu, modern bilim doğuşunu Müslümanlara borçlu olduğunu" (Dilthey, Einleitung die Geistswissenschft, s. 293) belirtir.
Kısaca İslam felsefesi özgün bir felsefedir. İslam felsefesi sadece yunan felsefesini alıp, koruyup sonra Avrupa'ya aktarmış bir eklektik yani telifçi bir felsefe değildir. Öncelikle İslam felsefesi, İslam dininin etkisi altında vahiy çerçeveli bir felsefe olma özelliğine sahiptir ve asla materyalist veya mekanist bir felsefe değildir.