İslam'da Bilim ve Medeniyet -Kitap Özeti-

  • Eren Kutlu
  • İslam'da Bilim ve Medeniyet -Kitap Özeti-

-Bu konuya ek olarak, ‘İslam Biliminin Rönesans'a Etkileri’ adlı yazıyı da tavsiye ederiz.-

'Mezopotamya'nın Yunan'ı etkilediği son derece açıktır. Yunan mucizesini Mezopotamya'ya borçludur.' (Gerald Messadie, Şeytanın Genel Tarihi, s. 176)

IMG_20150511_164743     

İlim tüm insanlığın ortak mirasıdır, İslam’ın kendine has, özel medeniyetini oluşturmada kullanılan araçlardan biri de Yunan-Helenistik bilimidir. İslam bu bilimi almış, korumuş, birçok alanda geliştirmiş ve kendine has bir medeniyet meydana getirmiştir.

Önsöz

Şimdiye kadar İslami kültür, hep antik medeniyetle bizim ortaçağımız arasında zorunlu bir geçiş dönemi olarak sunulmuştur. Hatta tarihi misyonunun başarısı bile Greklerin eserleri ve teknikleri üzerinde yükselmesine bağlanmıştır. Bu ise bir bakıma, büyük bir medeniyeti Batı tarihinin hizmetinde bir unsura dönüştürmektir. Yazar Nasr’ın başarısı, Grek mirasının bağımsız bir düşüncenin gelişiminde ‘sadece bir safhayı’ oluşturduğunu, ikna edici bir biçimde ortaya koymasıdır. (s. 8) Biruni, Razi, İ. Heysem, Battani, İ. Rüşd gibi şahsiyetler bizim ortaçağ kültürümüzün bir adım ‘önündeydiler.’ (s. 11) ‘Bilimi yok edenler, gerçekte dinin altını oyarlar.’ el- Hazin; İslam’ın çöken dünyevi sistemi yerini, şahsi mistik deneyimin (tasavvuf) görünmez, gizli ve kuşatıcı varlığı almıştır. (s. 16)  Filozof ve bilim tarihçisi Giorgio De Santillana

Giriş

İslam’ın ilkeleri: Müslüman için tarih, İslam’ın zamana bağlı olmayan ilkelerini hiçbir şekilde etkilemez. İslam medeniyetinin simgesi, kararlılığı, oturmuşluğu ile İslam’ın değişmez ve sarsılmaz niteliğini simgeleyen Kabe’dir. İslami vahiy, daha önceki medeniyetlerin mirasına kendi dehasını katarak, ürünleri bütünüyle İslami nitelikte bir medeniyet kurar kurmaz değişme ve intibak üzerindeki ilgi dağıldı; buna karşılık, sanatlarda ve ilimlerde bir kararlılık, bir billurlaşma ortaya çıktı. Bu kararlılık, söz konusu sanatların ve ilimlerin kaynağını oluşturan ilkelerin değişmezliğine, sarsılmazlığına dayanıyordu.  (s. 17) İslam’da sanatlar ve ilimler, vahyin özü olan ‘vahdet’ düşüncesine dayanır. Aynı şekilde İslami denilebilecek ilimlerde, tabiattaki vahdeti (tek kaynaktan yaratılmayı) sergiler. İslam vahyi, aslın; özün ihyası, yeniden hayatla buluşmasıdır. (s. 18) İslam’ın üç anlam basamağı vardır: Öncelikle, evrendeki her şey Müslim yani İlahi emirlere teslim olmuştur. Ondan aldıkları görevi yerine getirirler. İkincisi, kendi iradesiyle vahyin şeriatına uyan insanlar Müslim’dir. Son basamak ise, katıksız bilgi ve kavrayış basamağı arifler (Derin kavrayış sahipleri) makamıdır. (s. 19) İslam düşüncesinin birçok öğesi daha önceki geleneklerden tevarüs edilmiştir ve İslam bu geleneklerdeki hakikatlerin inkarcısı değil mirasçısıdır. İslam eskiden gelen bu ilmi mirasa ‘tevhidi bakış açısını ve ilahi kurallara teslimiyeti’ kazandırarak Atina ve İskenderiye’de söndürülen ilim ateşini yeniden tutuşturmuştur. (s. 22) İslam ilmi ancak marifet ile sımsıkı bağlı olursa soylu bir özellik kazanacağını ısrarla belirtir. (s. 24) Müslüman, ilmi üç yönlü öğrenir: Şeriat (Kur’an’dır; ictihadla açıklanmıştır);  tarikat ve hakikat. Şeriat bir dairenin çemberi, tarikat yarıçapı, hakikat ise merkezidir.

Hristiyanlığın Roma’da kuruluşunun üzerinden 200 yıl geçtikten sonra (MS 313) bile batı hala müthiş bir barbarlık içinde yüzüyordu. Buna karşılık Hz Muhammed’den 200 yıl sonra Halife Harun Reşid döneminde İslam dünyası kültür bakımından çok hareketli idi. (s. 25)

İslam medeniyetindeki perspektifler: İslam yaklaşık yüz yılda Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya ve ispanya’ya kadar yayılmış, daha önce pek çok medeniyetlerin gelip geçtiği bu bölgelerde birçok ilimle yüz yüze gelmiş, bu ilimlerden ‘kendi ruhuna uyanları bünyesinde eritmiş ve kendine özgü kültürel hayatını bunlarla beslemiştir.’ İslami ‘vahyin özgüveni’ birçok kaynaktan düşünceler özümsemesini kolaylaştırmıştır. Grek, Kaldeliler, Hintliler, İranlılar ve Çinlilerden alınan ilimler ‘yeni bir bütünlüğe’ kavuşmuşlardır. Bu yeni yapı, yüzyıllar içinde geliştirilmiş ve vahiyden kaynaklanan temel yapıya eklenerek İslam medeniyetinin bir parçası olmuştur. (s. 27, 37) Huneyn ibn İshak ve Sabit ibn Kurra’nın başını çektiği mütercimlerin yaptığı tercümelerdeki düşünceler içinde, Kur’an ruhuna uyanlar ayıklanıp seçilmiş ve İslam medeniyetinin parçaları olmuştur. (s. 29) Ömer Hayyam, Risale-i Vücud (Tahran Milli Kütüphanesi, Beyâzi yazması) adlı eserinde ilim peşinde koşanları dörde ayırır: “Kelamcılar, Filozoflar, İsmaililer (Kendi zamanında meşhur olan batini bir şii bir grup ) ve Sufiler. Sufiler, aklı gereksiz şişkinliklerden kurtarıp arıtırlar. Yolların en iyisi sufiliktir. Allah aşıklarının rehberi ilhamdır. Onların akılla bir ilgileri yoktur. Akılla alışverişi kesmişlerdir.” der.  (s. 31) Hayyam kendini sadık bir pisagoryan ve sufi olarak tanımlamaktadır. (s. 32, 35, 53) Batı dünyasında çoğunluğun gözünde bilim, teknoloji ve teknolojinin uygulamaları demektir. Buna karşılık İslam’ın anladığı ilim, ona değer verenleri ‘manevi anlamda olgunlaşmasına ve huzura kavuşmasına yarayacak’ bilgidir. Bu nedenle sonuçları ‘içe dönüktür.’ Bu ilmi anlayıp değerlendirmek ancak kendi hedefleri ve kendi bakış açısı içinde mümkündür. (s. 38)

İslam biliminin evrensel şahsiyetleri: Tıpkı gövdesi hikmet olan bir ağacın dalları gibi, Müslüman bilge kişi, bütün ilimleri aynı temel ilkelerin değişik uygulamaları olarak öğretmek suretiyle, öğrencilerinin zihnine ilimlerin birliği düşüncesini daha baştan güzelce yerleştirir. (s. 39) Daha sonra kitapta; Cabir İbn Hayyan, el-Kindi, İbn İshak, Sabit İbn Kurra, el-Harezmi,er-Razi, Farabi, el- Mesudi, İbn Sina, İbn’ul-Heysem, el-Biruni, el-Mecriti, el- Gazzali, el-Hayyam, İbn Rüşd, N. Tusi, eş-Şirazi, İbn Haldun, el-Amili gibi alimlerin bilgileri tek tek sıralanır. (s. 40-58)

Eğitim sisteminin temelleri ve eğitim kurumları: Medrese; Üniversiteler: Özellikle Harun Reşid ve Me’mun dönemlerindeki felsefe, tabiat ve matematik ilimleriyle uğraşma nedenini sadece yöneticilerin kişisel merakları ile açıklayamayız. Asıl sebep İslam inanç ilkelerini mantıki delillere dayandırmak ve hak olduğunu ispat etmek amacı idi. (s. 70) Bu dönemlerde Daru’l-Hikme ve Bağdat, Kudüs, Kuzey Afrika, Semerkand, Ezher, Granada medreseleri gibi ilim merkezleri kuruldu. Bu merkezlerin bazılarında bir milyondan fazla kitap bulunmakta idi. (s. 71) ‘Eğitim parasızdı.’ Öğrenci, hocasını seçerdi. Buralarda sadece bilgi değil, ruhta elden ele geçirilmekte idi. (s. 73) Farabi, Tahsilü’s-Saade (mutluluğu elde etme) adlı eserinde: “İşe önce sayılarla (yani aritmetikle) başla, sonra büyüklere (hacimlere, geometriye) ondan sonra da özünde sayı ve büyüklük olan (optik gök küreleri ve hareket eden büyüklükler) bütün diğer şeylere, müziğe, ağırlıklar ilmine, mekaniğe geçilir.” (Al-Farabi’s Philosophy of Plato and Aristotle, s. 19) demektedir. (s. 74) İlk rasathane 288 tarihinde Bağdat’ta kurulmuştur. (s. 79) Tıbbın teorik tarafı cami ve medreselerde, pratik tarafı hastanelerde öğretiliyordu. İlk hastane, 707 yılında Şam’da kurulmuştur. Öğrenci cami, medrese ve hastane eğitimini tamamladıktan sonra günümüzdeki adı ile bir tez yazarak eğitimini tamamlar, tezi kabul edilirse icazet diploması alırdı. (s. 88)

Kozmoloji, coğrafya ve tabiat tarihi: İslam kozmolojisi Kur’ani kaynaklardan çıkartılan bir ilme dayanır. (s. 96) Biruni, jeodezi (yer ölçümü) biliminin kurucusu sayılır. (s. 98) İslam tabiat tarihçilerinin çoğu, Allah’ın ayetlerini incelemek için bu ilme yönelmişlerdir. (s. 110)

Fizik: Minerallerin özgül ağırlığını Biruni bulmuştur. (s. 130) İbnü’l-Heysem, en büyük optik bilginleridir ve ortaçağın en büyük fizikçisi kabul edilir. (s. 131) İbni Sina ve el-Biruni arasındaki yazışmalarda: “İnancımıza göre gökler eliptik ya da mercimek biçimlidir.” (Dekhoda, Ali Ekber, Biruni (Tehran: İntişarat-ı İdareh-i Küll-i Nagerish. BVezarat-ı Ferhang, 29 vd.) diye yazmaktadır. el-Hazani, denge biliminin kurucusudur. (s. 144)

Matematik: İslami açıdan matematik çokluk içindeki birliğin, tevhidin ifade aracıdır. Sayılar ilmi bir olanı anlatan bir dildir. (s. 152) Müslüman astronomlar birçok gözlemler yaparlar ve sonuçlarını, eskilerden daha kapsamlı olan ve modern zamana kadar kullanılan ziçlerde (astronomik çizgiler) toplarlar. (s. 153) Cebiri, Hint kökeninden alıp Grek yöntemleri ile geliştirmişlerdir. Cebir, İslam dünyasında olgunluğa erişmiştir. Logaritma kelimesinin kaynağı da, bir Müslüman olan Harezmi’nin ’Liber Algorismi’ adlı kitabıdır. (s. 154) Müslümanlar sayı ilmini Yunanlılarca bilinenin ötesine yaydılar, yeni yöntemler buldular, geliştirip sistematize ettiler. et-Tusi, Astronomiyi bağımsız bir bilim haline getirir. (s. 158)

Astronomi: Astronomide Müslümanlar daha çok Batlamyus geleneğini sürdürmüşlerdir. Cabir ibn Eflah (s. 179) ve Nasireddin Tusi (s. 180) ise Batlamyus’u eleştirmişlerdir. Battani, ekliptik eğikliğin 23 derece 35 saniye olduğunu hesaplamıştır. ‘Yıldızlar ilmine dair’ adlı eseri, Rönesansa kadar astronomide temel eserlerden biri olarak okutulmuştur. (s. 177) İbnu’ş-Şatır’ın ay sistemi, ‘Kopernik’in 200 yıl sonra’ sunduğu ay sisteminin aynısıdır. Kopernik’in astronomisinde yeni olarak sunulan şeyler temelde, Tusi ve öğrencilerinin okulunda mevcuttu! Biruni dünyanın güneşin etrafında döndüğünü biliyordu, hatta gezegenlerin dairesel değil elips biçiminde hareket ettiğini açıklamıştı. (s. 181)

Tıp: 17. yüzyıla kadar Müslüman hekimler batılı isimlerle Avrupa’da okutulmuştur. (s. 191) İbni Sina’nın ‘Kanun fi’t-Tıp’ adlı eseri için, Nizam-Arudi, “Eğer Hipokrat ve Galen yaşıyor olsalardı, muhakkak ki, bu kitaba atıfta bulunurlardı.” (Çehar makale, s. 79-80) demektedir. Bu eser 19. yüzyıl başlarına kadar, tıbbi otoritesini korumuştur. (Amber Haque (2004);  "Psychology from Islamic Perspective: Contributions of Early Muslim Scholars and Challenges to Contemporary Muslim Psychologists", Journal of Religion and Health 43(4);  p. 357-377 [375] )

Felsefe: el-Kindi, Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd akla gelen ilk Müslüman filozoflardır. İslam felsefesinde iki ekol öne çıkmıştır. (s. 293)  Kindi ve Farabi, kemale İbni Sina ile ulaşmıştır. (s. 296) Meşşailer (Akılcı, Aristocular) : Aristo’nun kıyas metoduna önem vererek gerçeğe ulaşmada akıl prensiplerini kullanma yöntemini benimsemişlerdir. İşrakiler (Aydınlanmacılar): İslami Platonik ve Farisi öğretilerin etkisiyle, hakikate aklı da kullanarak sezgi ve işrak yoluyla ulaşmayı benimsemişlerdir. (s. 294) Akılcı filozoflar Gazali’nin cerhi -eleştirileri ile- nüfuzlarını yitirmişlerdir. İbni Sina ve Nasıruddin et-Tusi ya Şiidirler ya da Şia’dan gelen bir temele dayanırlar. (s. 295) Şia, fizik alemini manevi hakikatlerin yansıdığı bir ayna olarak görürken sufi ile aynı çizgide birleşir. (s. 296; Yazar Seyyit Hüseyin Nasr’da şii kökenli bir İslam alimidir.) Eşari kelamcılığının yayılması, İslam dünyasında akılcılığın tesirini azalttı ve tasavvufun yardımıyla gücünü büyük oranda ortadan kaldırdı. (s. 303) Gazali, İslam dünyasındaki Aristoculuğu, İslam’ın deruni hayatından kovdu. (s. 304) Gazali’nin ‘el Munkız mine’d-delal’ adlı eserinden: Aristo, küfür ve sapıklık sayılan bazı fikirleri almaktan kurtulamadı. Bu sebeple hem bu filozofları ve hem de İbni Sina ve Farabi ve başkaları gibi, onlara uyan İslam filozoflarını tekfir etmek gerekir. Filozoflar hakkında iyi zannı sebebiyle doğru yoldan çıkan ne kadar adam gördüm. (s. 306; Gazali’de eski bir filozofur. Felsefe adı altında, İslam aleminde yagınlaşan Yunan dünya görüşüne karşı çıkmıştır.) demektedir. İslam’a bağlı ama cahil kimseler, felsefe ile irtibatlı her ilmi reddederek dinin savunulabileceğini zanneder. Hatta onların söylediklerinin vahye aykırı olduğunu varsayarak, güneş ve ay tutulması hakkındaki görüşlerini kabul etmezler. Felsefeyi derinlemesine bilen bir kimse bu hücumları işittiğinde kendi delillerinde şüpheye düşmez, tersine, İslam’ın cehalet ve kesin delilleri inkar etme üzerine kurulduğuna inanarak, felsefeye karşı sevgisi ve İslam’a karşı da nefreti artar. Bu ilimlere karşı çıkarak İslam’a yardım edeceğini sanan kimse, dine karşı büyük bir cinayet işlemiştir. Halbuki dinin olumlu ve olumsuz anlamda bu ilimlere herhangi bir müdahalesi olmadığı gibi, bu ilimlerin de dini meselelere müdahalesi yoktur. (s. 307) Mantık ilminde de aynı şey söz konusudur. Bu ilme karşı çıkılacak olursa bu, mantıkçıların, dini korumanın bu tür karşı çıkışlara bağlı olduğunu sanan kimsenin aklından hatta dininden şüphe etmelerinden başka bir şey sağlamaz. (s. 308) İbni Rüşt, Gazali’ye karşı çıkmıştır. O, Endülüs felsefesine anti-Gazalici bir anlayışı sokmultur. (s. 309) İbni Rüşd batıda, dine karşı ve şeytanın havarisi olarak tanıtılmıştır. Halbuki o, akıl ve vahyin gerçeğe ulaşmada kaynak olduklarını ve aynı hedefe götürdüklerine inanırdı. (s. 314) Sühreverdi’nin, batini öğretileri açıkça ifade etmesi ve özellikle zerdüştlük kaynaklarından alınan sembolizme dayanması, bunun yanında fakihlerle ilgili sert ve sözünü sakınmayan eleştirileri hapsedilmesine neden olmuştur. ‘Hikmetu’l-İşrak’ adlı eseri mantıkla başlar ve vecd/cezbe/ilahi aşk coşkunluğu ile son bulur. (s. 326-327) ‘Three Treaties on Mysticism’ (s. 30-38) adlı eserinde tevhidi beş mertebeye ayırır: Allah’tan başka ilah yoktur; Ondan başka O yoktur; bütün O-luklar ondandır; Senden başka sen yoktur; son mertebe, bir kimse sen diye hitap ettiğinde onu kendinden ayırır ve ikilik iddia eder, ikilik ise birlik aleminden çok uzaktır. (s. 332)  Benzer iddiaları (Tevhide aykırı klasik bu vahdeti vücud anlayışını) Molla Sadra ve İbni Arabi’de dile getirmiştir. (s. 333)

İrfani gelenek

İslam dünyasında bilginin en yüksek biçimi, hiçbir zaman tek bir bilim ya da istidlal düzeyinde kalan bir ‘scientia’ haline gelmemiş, aksine her zaman için velilerin hikmeti ya da nihai anlamı marifete tekabül eden bir ‘sapientia’ olarak kalmıştır. Felsefe gerçekte, manevi erdemleri elde etmeye matuf hal ve hareketleri vasıtasıyla, marifetin bütünlüğünü tamamlayan bir unsur idi: Fakat sonraları salt teorik bilgilerle sınırlı hale geldi. Manevi tekamülden tamamen soyutlandı ve aklın (intellect) sınır edilmesi suretiyle, beşeri akla indirgendi. Bilginin en yüksek biçimi, marifettir. (Allah’a yakın olma, onu bilme) Vahdeti vücutcular lailahe illellah kavramını ‘Vücudu mahzdan başka varlık yoktur’ diye anlarlar. (s. 339) Vahdeti vücud öğretisi ilk defa, Endülüs’te doğup Şam’da ölen ibni Arabi tarafından formüle edilmiştir. (s. 342) İbni Arabi, Kur’an dışında, Hermetik ve Pisagoryen unsurları da kullanmıştır. (s. 343) Abdülkerim el-Cilî, ‘İnsanı Kamil’ adlı eserinde: İnsanı kamil, tüm varlığın etrafında deveran edip durduğu kutuptur. Mevcudat var oldukça o tektir. Fakat o farklı biçimlerde görünür. (II/s. 48) demektedir. Sufi için alem Allah değildir, fakat ondan başka bir şey de değildir. İnsanı kamil, Muhammed’in nurudur. İnsanı kamil Allah’ın aynasıdır. Allah, esma ve sıfatlarını sadece insanı kamilde görmeyi dilemiştir. (II/ s. 50) Yazar Nasar daha sonraki bölümde, biz ehli sünnet camiasında genel olarak kabul görmeyen, ‘Sudur-vahdeti vücud-panteizm’ fikirlerini sıralar ve bilgi verir. (s. 335-351)

Ey Allah’ım, bizi boş işlerle uğraşmaktan sakındır ve bize eşyayı olduğu gibi göster. Gözlerimizi cehalet perdesinden kurtar ve bize eşyanın mahiyetini göster. (Molla Câmi, Levaih, s. 2) 

 

 

1010

Seyyit Hüseyin Nasr, İslam’da Bilim ve Medeniyet 

Yorum Yaz

wave

Yorumlar (0)

wave

Çıkmak için ESC yapın