Kur'an'daki bilimsel hatalar, çelişkiler iddiasına cevap

  • Eren Kutlu
  • Kur'an'daki bilimsel hatalar, çelişkiler iddiasına cevap

Kur'an'daki bilimsel hatalar, çelişkiler iddiasına cevap

Kur'an'da çelişki yoktur!

Benzer içerikli yazılara, 'Ateistlere cevap, Kur'an ve teşbih, Müşkilü'l-Kur'an, Kur’an ve bilime zıt ayetler iddiasına cevaplar' adlı yazılardan ulaşabilirsiniz.

Yüce Yaradan, “Kur’an’ı inceleyip düşünmüyorlar mı? Eğer Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı!” (Nisa, 82) buyurmaktadır. Ateistler ise Kur’an’da birbiri ile çelişen ayetler olduğunu ileri sürmektedir. Halbuki "Çelişki bulundu zannedilen ayetlerde, yeterli ‘bilgiye sahip olunduğunda’ hakiki anlamda bir ihtilafın söz konusu olmadığı ortaya çıkmaktadır." (Flamur Kasami, Kur'an'da çelişkili gibi görünen ayetler, s. 119) "Kur'an semasının yıldızları olan ayetler, gökte ‘düzensiz görünen’ yıldızların hali gibidir. Üstünkörü bakan, bilgisiz biri onların dağınık zanneder, onların aralarındaki ilişkileri bilen bir astronomi uzmanı ise, nasıl dakik bir saat gibi işleyen bir düzen içinde yürüyüp kainattaki ahengi ve dengeyi sağladıklarını bilir." (Dr Sabri Demirci, Kur'an'da çelişkili ayetler meselesi, s. 12)

Çelişkili olduğu iddia edilen Kur’an ayetlerinin “öncesi veya sonrasının beraber okunması, ‘aynı konudaki’ ayet ve hadislerin bir arada değerlendirilmesi, yapılan çevirilerde kelimelerin karşılıklarının Türkçeye tam anlamı ile aktarılamaması sorunun farkında olunması,  ayetlerin neden indiğinin (sebebi nüzul) bilinmesi veya Arap dili edebiyatının bazı inceliklerinin bilinmesi” durumunda, çelişkili zannedilen ayetlerde bir sorun olmadığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu nedenledir ki, “Kur’an'ın indiği ortam, (çoğu da müşrik olan) dil üstatlarının kalite ve sayı olarak zirvede olduğu bir ortamdır. Tarihi hiçbir kayıtta onlardan tek bir kişinin, ‘Kur'an dilinin bozuk olduğunu’ söylediğine rastlanılmamaktadır.” (Prof. Dr. M. Halil Çiçek, Müşkilu'l-Kur'an'ı Yeniden Değerlendirmek, s. 29, 32) Zaten aşağıda bu konuda bol örnek görecek, hemen hemen tüm çelişki iddialarının yukarıda sayılan kurallar bilinince kendiliğinden ortadan kalktığı görülecektir! Yine, Kur’an’daki bazı ayetler ise, Kur’an’ın ‘müteşabih’ olarak adlandırdığı ayetleridir ki, onları da İslam âlimleri ‘Müşkilü’l-Kur’an’ adlı eserlerde ele alarak tek tek açıklamış ve aralarında bir çelişkili olmadığını ortaya koymuşlardır. (Bu konuda ‘Müskilü’l-Kur’an’ adlı yazımıza bakılabilir.) İbni Kuteybe, hicri üçüncü asırda İslam düşmanlarının "ayetleri yerinden/bağlamından saptırıp onu asli mecrasından ayırarak" Kur'an'da çelişki bulmaya çalıştıklarını ifade etmektedir. (Kuteybe, T. Müşkilu'l-Kur'an, s. 22) Yaklaşık 1200 sene önce olduğu gibi günümüzde de oryantalist ve ateistler benzer çaba içine girmişler ama tüm itham ve saldırıları İslam alimlerinin titiz çabaları ile hezimete uğramıştır. İslam alimleri bu konuda o kadar ileri gitmişlerdir ki, "Kur'an ilminin en büyük değeri ve zevki, uyumlu çeşitlilik içinde müteşabih ayetleri muhkem olanlarla kıyaslayarak Kur'an ayetlerinden Allah'ın hükümlerini okuyup bulmaktır." (Zemahşeri, el-Keşşaf, I/563) diyecek seviyeye gelmişlerdir. Kısaca ortada ne bir sorun vardır ne de ateist veya oryantalistlerce ortaya atılan, Müslümanların gizlediği gizli durum söz konusudur. Aslında ortadaki temel sorun, İslami kaynaklarda zaten bulunmakta olan cevaplardan ümmetin haberdar olmamasıdır, ‘OKU’mamasıdır! Yoksa ateist ve oryantalistler saldırıları hiçbir zaman eksik olmamış ve bundan sonra da olmayacaktır. Mücadele kıyamete dek sürecektir! (Ebu Davud, Cihad, 33)

Reel veya sanal alemde 2024 tarihi ile, 34 senedir karşılaştığım iddia ve ithamları ve cevaplarımı derleyip aşağıda sizlere sunuyorum.

Ankebut, 13 ve Fatır, 18. ayetler çelişiyor mu? Bir kişi başkasının günahını yüklenir mi yüklenmez mi?

"Andolsun, onlar mutlaka kendi yüklerini ve kendi yükleriyle beraber nice ağır yükleri yükleneceklerdir.” (Ankebut,13); "Hiçbir günahkar başka bir günahkârın yükünü yüklenmez." (Fatır, 18; Necm, 38) Başkasının günah işlemesine ‘neden olmak’ (Ankebut, 13) ile kendi günahından ‘başkasının sorumlu’ olması (Fatır, 18; Necm, 38) farklı şeylerdir. Normal şartlarda tabii ki bir insanın günahını başkası yüklenmez. Yani, Hristiyanlıktaki asli suç veya babasız doğan çocuklara yapılan sıfatlamaları İslam asla kabul etmez. İslam’da suçun şahsiliği esastır. Ama nasıl ki kanunlarda ‘suça teşvik’ diye bir madde varsa, aynı durum ayetlerde de söz konusudur. Ankebut, 13. ayet, 'kötülüğe neden olmak, kaynaklık teşkil etmek, kötülüğe ön ayaklık yapanın alacağı günah yükünden' (Taberi, VIV/94-95; Razi, VV/18) bahseder ki, bu konuda başka ayet ve hadisler de vardır: "Kıyamet günü, kendi günahlarını ve ilimsizce ‘saptırdıkları’ kimselerin günahlarından bir kısmını taşımaları için bunu söylerler." (Nahl, 25), "Kim güzel bir (işte) aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık ederse, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın her şeye gücü yeter." (Nisa, 85); "Kim İslam'da iyi bir çığır açarsa açtığı çığırın ecri ve kendisinden sonra, onunla (o çığırla) amel edenlerin ecirleri, sevaplarından hiçbir şey eksilmeden ona aittir. Kim de İslam’da (Müslümanlar içinde) kötü bir çığır açarsa, açtığı çığırın günahı ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahları, günahlarından bir şey eksilmeden ona aittir.” (Riyâzu’s-Salihîn, 19, bab. 172. hadis, s. 158) Kısaca, kimse başkasının günahını yüklenmez (Fatır, 18; Necm, 38), eğer başkasının günah işlemesine neden olmuyorsa! (Ankebut,13)

Muhammed yalan söylüyorsa veya yanıldıysa bunun cezasını kim çekecektir? 34:50'de Muhammed: “Ben eğer sapmışsam ancak kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer hidayete ermişsem bu da rabbimin bana vahyettiği sayesindedir. Şüphesiz o hakkıyla işitendir, kuluna çok yakındır." der. bu sav, Kur’an'daki birçok diğer savla çelişmektedir, örneğin "inkar edenler iman edenlere, “yolumuza uyun da sizin günahlarınızı yüklenelim” derler. Halbuki onların günahlarından hiçbir şey yüklenecek değillerdir. Şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır." (29 :12) yani Muhammed insanları yanılttıysa, günahı sadece onun boynuna olmayacak, yanılttığı insanlar da günaha girecektir. Muhammed'in iddia ettiği gibi günahı sadece kendi boynuna olmayacaktır. Kur’an kendiyle çelişmektedir.

Hiç bir kimse başkasının işlediği bir suçtan sorumlu değildir. Temel kural şudur: "Her kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür." (Zilzal, 7-8), "Hiç bir günahkar, başkasının günahını çekmez. Eğer yükü ağır gelen kimse onu taşımak için (başkalarını çağırsa) onun yükünden hiç bir şey (alınıp) taşınmaz. Akrabası dahi olsa (kimse onun yükünü taşımaz)." (Fatır, 18), "De ki; Allah'a itaat edin! Peygambere itaat edin! Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o peygamber; kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz." (Nur, 54), "Ey iman edenler! Rabbınıza karşı gelmekten sakının! Babanın oğlu, oğulun da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun!" (Lokman, 33) Durum bu kadar nettir! Ama bazen insanlar kendi yaptıkları günahların sorumluluğu kadar, ‘başkalarını kötülüğe yönlendirmeleri, kötülük yapmalarına neden olurmaları’ halinde onlarında günahlarından bir kısmını da yüklenirler. Hukukta da bu böyle değil midir? Suçlu kadar ama ona yardım yataklık yapan da ceza alır. (TCK M 39) "Kıyamet günü kendi günahlarını ve ilimsizce saptırdıkları kimselerin günahlarından bir kısmını taşımaları için (bunu söylerler). İyi bilinsin ki, işledikleri suç ne kötüdür!” (Nahl, 25) ayeti de buna işaret eder. Aynı şey güzel şeyler için de geçerlidir: Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: "Her kim İslam içinde güzel bir çığırı açarsa ve bu güzel çığır kendisinden sonra da tatbik edilip sürdürülürse, kendi sevaplarından hiçbir şey eksilmeksizin, onu sürdürenlerin sevaplarının benzeri, kendisi lehine yazılır. Ve her kim de İslam içinde kötü bir âdet çıkarır ve bu kötü âdet kendisinden sonra da sürdürülürse, kendi günahlarından hiçbir şey eksilmeksizin onu sürdürenlerin günahlarının benzeri de o kimse üzerine yazılır." (Müslim, İman, 15; Tirmizi, İlm, 14) Sebe, 50. ayet; Eğer ben kötülük yapmışsam bundan bn zararlı çıkarım Ama doğru yolda isem bu Rabbimin vahyi sayesinde olmuştur” buyurarak suçun şahsiliğinden bahsetmekte; Ankebut, 12. ayette ise; Müşriklerin alaycı teklifi ele alınıp aslında saptırmak istedikleri kişilerin günahlarını asla yüklenmeyeceklerinden bahsedilmektedir. Ateistin son yorumunun cevabı ise Nahl, 25 ve Müslim/Tirmizi hadislerinde verilmektedir. Kısaca Kur’an’dan hüküm çıkarılmak isteniyorsa ‘o konu ile ilgili tüm ayetleri bir araya getirip’ sonra bir hükme varmaya çalışmalıdır. Aradan, seçmese, cımbızla genel içeriğinden koparılarak alınan ayetlerden ancak ateistçe sonuçlara ulaşılır. Bu arada ateistler merak etmesin, Hz resul kimseyi aldatmamıştır! Ayrıca ateistler asıl kendi ideolojilerini takip edenlerin sonlarını düşünseler daha iyi ederler! ‘Ateizm yanılgısı’  adlı yazımızı da özellikle onlara tavsiye ederiz.

Kaç tane melek Meryem’le konuşuyordu?

“Meryem’e ruhumuz (Cibril'i) göndermiştik.” (Meryem, 19); “Hani melekler: "Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni arındırdı ve alemlerin kadınlarına üstün kıldı" demişti.” (Ali İmran, 43) Kur’an bizlere, Hz Meryem’in ‘sadece bir kere meleklerle konuştuğunu söylememekte’ aksine meleklerin birden fazla Hz Meryem’e görüldüğünü açıkça ifade etmektedir. “Zekeriya, Meryem’in bulunduğu bölmeye her girişinde yanında bir yiyecek bulurdu. “Meryem! Bu sana nereden geldi?” derdi. O da “Bu, Allah katından” diye cevap verirdi.” (Ali İmran, 37) Bu ayet bize meleklerin devamlı Meryem annemizle irtibatlı olduğunu açıkça göstermektedir. Yukarıdaki ilk iki ayet bize iki farklı zaman ve mekandan bahsetmektedir. Meryem suresindeki ayetlerde Meryem’in Cebrail ile karşılaşmasında söz edilir. Ali İmran suresindeki ayetlerde anlatılan ise farklı bir olaydır. Dolayısıyla bir yerde çoğul  meleklerden söz edilmesi diğer yerde ise tek ruhtan (Cebrail) söz edilmesi arasında bir çelişki yoktur. Zaten iki Cebrail olduğuna dair hiçbir rivayette İslami kaynaklarda geçmez.

Allah’ın bir günü dünyadaki kaç güne eşittir?

“Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hac, 47); “Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra işler, sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir.“ (Secde, 5); “Melekler ve Ruh (Cebrail), O’na, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir.” (Mearic, 4)  İlk ayette ‘Allah katındaki’ bir günden; İkinci ayette ise ‘yükselen işlerden’; Üçüncü ayette ise, ‘Meleklerin ve ruhun’ çıkışından bahsedilmektedir. Dolayısı ile farklı konu ve zamanlar söz konusudur. Bir ateistte aklınca espri (!) yapıyor; "Cebrail, Hz Muhammed daha doğmadan 50.000 yıl önce yola çıkmış olmalı." diye... Halbuki mesafe insan için 50.000 yıl olabilir ama melek için bu süre 1 gündür. O da ‘Beytülizze’den dünya semasında doğrudur. “Kader ne sıklıkta ve kim tarafından belirlenir?” şeklinde başlayan soruda bu konuyu kısaca açıkladık! Ayetlerde ise, anlatılan zamanlar kadar olaylar da farklıdır. Ayette geçen Arapça kavram, “Ke elfi senetin” şeklindedir. Arapça, ‘ke’ bağlacı, ‘gibi’ anlamına gelir ve teşbih/benzetme için kullanılır ve ‘gibi, kadar’ manasındadır. Yani, ‘50.000 yıl gibi, kadar’ şeklindedir ayet ki, bu da izafiyete işaret eder! İzafiyet teorisine göre bir cismin hızı arttıkça, zaman onun için yavaşlar. Örneğin 30 yaşında ikiz kardeşler düşünelim. Birisini bir uzay gemisine koyalım. Işık hızında ya da buna yakın bir hızla bu uzay gemisinin bir saat gittiğini düşünelim. Bu gemi dünyaya geri döndüğünde gemideki kişi için zaman sadece bir saat geçmiş olsa da, yeryüzünde geçen zaman 30-40 yıl arasında olacaktır. Uzay gemisindeki kardeş hala 30 yaşında iken, yeryüzünde yaşayan kardeşi 60 yaşına gelmiş olacaktır. Yani ortada ‘yeryüzündeki kardeşe göre 30 yıl süren bir saatlik gemi yolculuğu’ söz konusudur. Melekler nur (ışık), işler ise maddi bir yapıya sahip olmadıkları için insanlara göre çok daha hızlı yol alabilirler. "Görelilik kuramı mutlak zamanı çöpe attı. Bir çift ikizi düşünelim. Diyelim ki ikizlerden biri dağın tepesinde yaşasın, ötekisi deniz yüzeyinde. İlk ikiz (yani dağın tepesinde yaşayan) ikincisinden daha çabuk yaşlanacaktır. Yani yeniden karşılaştıklarında öbüründen daha yaşlı olacaktır." (Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, s.54) Tabii, zamanın ruhundan ve Kur’an’dan geri kalan materyalist kafa bu sorusu ile, Kur’an ve ilimden  ne kadar uzak olduğunu da itiraf etmetedir.

Yer ve gök kaç günde yaratılmıştır?

“Gökleri ve yeri altı günde yarattık da en küçük bir yorgunluk çekmedik.” (Kaf, 38 Ayrıca; A’raf, 54; Hud, 7; Yunus, 3) Kur’an'da göklerin ve yerin altı günde yaratıldığı ifade edilir. Bu ayetteki "6 gün ifadesinden maksat 24 saatlik zaman dilimi değildir. Çünkü henüz ayet, ‘ortada dünya yok iken’ günden söz etmektedir, demek ki burada kastedilen günden farklı bir zaman dilimidir." (Soner Duman, Allah'ım sorularım bitmedi, s. 40, 134) Peki bu ayetteki gün kelimesinden kastedilen nedir? Kur’an'ın terimlerini yine ‘Kur’an'ın bütünlüğünü’ göz önüne alarak ancak doğru şekilde anlayabiliriz. ‘Kur’an'ın ayetleri birbirini açıklar.’ Kur’an'da gün kelimesi birçok anlamda kullanılmıştır. Sadece ‘gündüz veya sadece gece’ anlamında kullanıldığı gibi, ‘an, devir’ anlamlarında da kullanılmıştır. (Caner Taslaman, Neden Müslüman'ım? Deizme Cevap, s. 57) Ateistler hemen, ‘Müslümanlar ayetlerin anlamını bozuyor, güne uyarlıyor’ diyeceklerdir. Halbuki, “16. yüzyıl müfessirlerinden Ebu's-Suud; ‘yaratılışa, her zaman kullandığımız anlamdaki günler halinde değil, 'dönemler' halinde gerçekleşmiş gözüyle bakmalıdır.’ demektedir.” (Maurice Bucaille, Müsbet ilim yönünden Tevrat İnciller ve Kur'an, s. 221) 11. asrın Arapça üstadı İsfehani de, "Gün diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı olan 'yevm' Arapça'da, 'güneşin doğuşundan batışına kadar olan zaman dilimi' manasına geldiği gibi, 'ne kadar zaman olursa olsun herhangi bir vakit dilimi' anlamında da kullanılmaktadır." (Rağib el- Isfehani, el-Mufredat fi Garibil Kur’an, I/894) demektedir. 10. Yüzyıl hukukçusu Maverdi de bu konuda Isfehani ile aynı görüşü paylaşır: “Kur’an'da gün kelimesi çeşitli uzunluktaki "zaman devresi" anlamında ve bazı yerlerde ‘devir’ anlamında kullanılmıştır.” (Maverdi, en-Nüket, II/229; İsfahani, Müfredat, "yvm" maddesi) 20. yüzyıl sözlük yazarlarından İngiliz oryantalist Lane ve Alman sözlük yazarı Hans Wehr de benzer görüşleri dile getirmektedirler: Arapça'daki yevm/gün kelimesi, "24 saatlik zaman birimi dışında dönem, çağ, zaman" anlamlarına da gelir. (E. W. Lane, Arabic English Lexicon (1863), sayfa 3064, ayrıca bakınız:  The Hans Wehr Dictionary of Modern Written Arabic, sayfa 1110) Yani, Kur’an'da genel, statik, tek ve sınırlı bir yevm kavramı yoktur. Umarım bu örnekler ateistleri biraz olsun biz Müslümanların Kur’an’daki kavramların anlamları ile oynamadığımız konusunda biraz da olsa ikna olmuşlardır diyelim ve konumuza dönelim. Araplarda gün/yevm kelimesinin çoğulunu (Eyyamu'l-Arab) "Arab'ın hadiseleri" diye yani ‘olaylar’ anlamında kullanılmaktadır. Eski Araplar, yevm kelimesinin çoğulu olan "eyyam" kelimesini ‘devlet ve yönetim zamanı’ manasında da kullanmıştır. (Ferâhîdî, Ebû 'Abdirrahmân el-Halîl İbn Ahmed, Kitâbu'l-'Ayn, nşr. Mehdî el-Mahzûmî-İbrâhîm es-Semerrâî, VIII/433; ez-Zebîdî, IVV/115-116; İbn Manzûr, VII/649) Kur’an'ın geneline baktığımız zaman  "yevm" kelimesinin Kur’an'daki ağırlık merkezinin ‘göreceli olduğu’ görülmektedir. Kur’an’da yevm kelimesi "mutlak zaman" (Râzî, tefsir, VVXIII/155; Yazır, I/82)  anlamında da kullanılmıştır. Mesela, "Yer başka bir yere, gökler de (başka gökler) haline getirildi gün" (İbrahim, 48)  ayetinde geçen gün kelimesinin gündüz yahut gece veyahut da hem gündüz hem gece olması mümkün değildir (Râzî, VIV/115-116) Çünkü bu ayette, kıyametten bahsedilmekte, dolayısı ile günü meydana getiren kozmik yapının bozulduğu andan söz edilmektedir. Yine "Kıyamet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar" (Naziat, 46) ayetindeki gün kelimesinin de 24 saat ifade etmediği ortadadır. "Sura üflendiği gün" (En’am, 73); "Allah sizi çağıracağı gün" (İsra, 52); "Kıyamet koptuğu gün" (Rum, 55); “Hesap günü” (Yasin, 54) gibi ayetler içinde aynı durum söz konusudur. Kur’an’da yevm kelimesinin kapsadığı zaman; ‘an’ (Rahman, 29; Râzî, Tefsir, VII/101), ‘gün, ay, yıl, asır, devir ve bilinen-bilinmeyen zaman ölçülerinden herhangi biri’ (Yazır, Tefsir 1/82) anlamlarında olabileceği gibi; ‘fetih günü’ (Secde, 28, 29); ‘çetin gün’ (Müddessir, 9); ‘göç günü; konaklama günü’ (Nahl, 80) gibi tamlamalarda da, bilinen 24 saat diliminden çok farklı anlamlarda kullanıldığı görülmektedir. Ali İmran sûresinin 140. ayetinde geçen "eyyam" kelimesi de yine 24 saat anlamında olması imkânsızdır: “Eğer siz bir yara aldıysanız bilin ki o topluluk da benzeri bir yara almıştı. O günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz” (Kurtubi, IV/140; Yazır, II/1182) Kısaca Kur’an’da, yevm/gün kelimesine ‘mutlak zaman’ anlamı kazandıran bir kullanımı ortaya koymak mümkün değildir.  (Dr. Faiz kalın, Felsefe ve bilimin ışığında Kur’an'da zaman kavramı) Dolayısı ile Kur’an’da “Gün, belirli devir, dönem veya süreler.” (Doçent Doktor Abdülcelil Candan, Kur'an okurken zihne takılan ayetler, Müşkilü'l Kur'an, s. 402) anlamlarında kullanılmıştır ki, ilk verdiğimiz ayetlerdeki "Gün kelimesi de ‘devir’ anlamında.” (Flamur Kasami, Kur'an'da çelişkili gibi görünen ayetler, s. 137)  kullanılmıştır.

Konumuza devam edelim: Fussilet, 9-12: “De ki: "Gerçekten siz mi ‘yeri iki günde yaratanı’ inkar ediyor ve O'na birtakım eşler kılıyorsunuz? O, alemlerin Rabbidir. Yeryüzünde onun üstünde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı ve isteyip arayanlar için eşit olmak üzere oradaki ‘rızkları dört günde takdir etti. Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi’; böylece ona ve yere dedi ki: "İsteyerek veya istemeyerek gelin." İkisi de: "İsteyerek (İtaat ederek) geldik" dediler. Böylece onları ‘iki gün içinde’ yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti. Biz dünya göğünü de kandillerle süsleyip-donattık ve bir koruma (altına aldık). İşte bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)'ın takdiridir.” Fussılat 9. ayette yerin yaratılmasının iki günde olduğu bildirilmektedir. 10. ayette ise dağların ve besinlerin takdir edilmesinin 4 günde olduğu ifade edilmektedir. Burada göz ardı edilmemesi gereken husus, ‘Yerin ve göğün yaratılış sürecinin beraber gerçekleşmiş.’ olması ve bunun toplam 6 gün sürmesidir. Allah göklerin ve yerin birleşik iken onları birbirinden ayırdığını başka bir ayette şöyle bildirmektedir: “O inkar edenler görmüyorlar mı ki, başlangıçta göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, biz onları ayırdık.” (Enbiya, 30) Fussılat, 11. ayete bakarsanız burada ‘duman halinde olan göğe’ yönelmekten söz edilmektedir. Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi ‘bir gök vardır ve daha önceden yaratılmıştır.’ Dolayısı ile bundan sonra bir ‘yaratma söz konusu değildir.’ Yine Fussılat 11. ayette geçen ‘göğe ve yere gelin dedik’ ifadesi de, ‘yer ve göğün beraber yaratıldığına’ işaret etmektedir. 12. ayette zaten yaratılan, yani var olan göğün 7 kat olarak ‘düzenlenmesinden’ söz edilmektedir. Bu 12. ayette geçen ifade, ‘yaratmaktan farklıdır.’ 9. Ayette yaratmak için “haleka” fiili kullanılırken, 12. ayette yaratma değil ‘düzenleme anlamına gelen “Kazâhune”  kelimesi kullanmaktadır. Yani burada, yaratılmış bir şeyin daha sonradan ‘düzenlenmesi’ söz konusudur.  Bu düzenleme 2 gün sürmüştür. Bu bir ‘yaratılma değil bir düzenlemedir.’ Zaten kullanılan farklı kelimeler de bunu açıkça ortaya koymaktadır. Düzenleme, 6 günde yaratmanın dışındaki bir süreci ifade etmektedir. ‘Yaratılmanın olduğu kısım 9. ve 10. ayette bildirilen 6 günde tamamlanmıştır.’ Fussılat 9-12. ayetlerde anlatılan özetle şudur: İlk iki günde yer yaratılmaya başlanmıştır. Sonraki dört günde yeryüzündeki dağlar oluşmaya başlarken bir yandan da atmosfer oluşmaya başlamıştır. Toplam olarak yerlerin ve göklerin yaratılması bu 6 günde meydana gelmiştir. Sonra yaratma süreci bitmiş ve düzenleme süreci başlamış, gökyüzü 7 kat olarak düzenlenmiştir.

Ek bilgi: Müslim’de geçen ve yeryüzündeki ‘topraktan insan, mekruhlar, bitkilerin’ yaratılışını günlere dağıtan hadisi (Müslim, Sıfatu'l-Kıyame 27, 2789) Ali ibn el Medeni, Buhari ve diğer alimleri eleştirmiş, bu sözün peygamberin hadisi olamayacağını ifade etmiş (İbn Kesir, III/178, 166; El-Bidaye, I/17-18) ve hadisin genel muhtevasının israiliyat kaynaklı (İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte, 5/353) olabileceği ifade edilmiştir. Farklı bir rivayete göre (Ramuz el e-hadis, 279. sayfa, 1. Hadis; TDV İslam Ansiklopedisi, sebt maddesi) ise cumartesi günü yaratma eyleminin pazardan başlayıp Cuma gününe kadar sürdüğü ifade edilir, cumartesi günü yaratmadan bahsedilmezki, rivayetin klasik Tevrat kaynaklı (Tekvin, 2/1-2) israiliyat olduğu da buradan açıkça anlaşılmaktadır. İsrailiyat; ‘Yahudi kaynaklardan İslami kitaplara geçen ve İslam alimlerince reddedilen efsane, kıssa, olay veya bilgilere’ (TDV İslam Ansiklopedisi, XXIII/199) denir.

Gök mü yer mi önce yaratıldı?

“Yerin üstünde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı ve isteyip arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızkları dört günde takdir etti. Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: "İsteyerek veya istemeyerek gelin." İkisi de: "İsteyerek (İtaat ederek) geldik" dediler.” (Fussilet, 10-11); “Ey inkarcılar! Sizi yaratmak mı daha zor yoksa göğü yaratmak mı? Onu Allah bina etti.” (Naziat, 27); “Bundan sonra da yeryüzünü yayıp döşedi.” (Naziat, 30) Fussilet ve Naziyat suresinde geçen ifadelerden yola çıkarak yerin ve göğün yaratılışıyla ilgili farklı bir sıralamanın olduğu iddia edilmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz (Fussılat, 11) gibi, “Yerler ve göklerin yaratılmasında bir sıralama yoktur. İkisi de ‘aynı anda’ yaratılmıştır.” Enbiya suresindeki bir ayette şöyle bildirilmektedir: “O inkar edenler görmüyorlar mı ki, göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, biz onları ayırdık.” (Enbiya, 30) Görüldüğü hem gök hem de yer birlikte vardı; zaten yaratılmıştı. ‘Yaratılışlarında bir sıralama olmadığı gibi, zaten yaratılanın,  birlikteyken ayrılması’ söz konusudur. Fussılat 10. ayete bakarsak yerin yaratılmasından söz edilir. 11. ayette ise “sonra duman halinde göğe yöneldi” ifadesi vardır. Yani burada ‘göğün daha sonradan yaratılması söz konusu değildir. Gök (ve yer) zaten vardır. Eğer 12. Ayet şöyle devam eder:  “Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti. Biz dünya göğünü de kandillerle süsleyip-donattık ve bir koruma altına aldık. İşte bu, üstün ve güçlü olan, bilen Allah'ın takdiridir.”  (Fussilet, 12) Burada ‘bir yaratılış değil sadece düzenleme’ söz konusudur. Naziyat suresindeki ayetlere bakınca da benzer bir duruma şahit oluruz. 27. Ayette, ‘göğün yaratılmasından’ bahsedilir. Bunlar anlatıldıktan sonra ise yer ile ilgili şu bilgi verilir: “Bundan sonra da yeryüzünü yayıp döşedi.” (Naziat, 30) Yani burada da yerin yaratılmasından söz edilmez. ‘Yer zaten vardır.’ Burada sözü edilen, ‘yerin düzenlenmesidir.’ Yani bir yaratılış yoktur. Naziyat suresinde de Fussilet suresinde de ‘yer ile göklerin birlikte yaratılması.’ ve daha sonra da ‘yer ve gök düzenlenmeleri’nden bahsedilmekredir. Naziat, 30. ayet ve Big-bang konularına da ileride değineceğiz!

Ayrıca ‘Duman halindeki gök’ten bahseden Fussılat 11. ayet aynı zamanda bilimsel bir içeriğe de sahiptir: "İlk hidrojen ve helyum atomları meydana gelmiştir. Bu atomların çekim yasalarının etkisi ve sıkışması ile yıldızlar oluştu ve daha sonra diğer atomlar (oksijen, kalsiyum, demir) oluştu. Kısacası, evren ilk dönemlerinde gaz halindeydi." (Caner Taslaman, Neden Müslüman'ım? Deizme Cevap, s. 45; Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’ân Tefsiri, VIII/3905)  “Dünyamız yaklaşık 4,6 milyar yıl önce, Güneş Sisteminin kalanıyla birlikte, nebula olarak bilinen gaz ile toz bulutu halindeydi.” (Evrensel, 15.12.2017); "Büyük Patlama'dan sonraki ilk birkaç yüz bin yıl içinde bile, evrenimiz o denli sıcak ve yoğundu ki bir plazma halindeydi." (Gazete Duvar, 11.2.2020)

Yedi gök tabiri yanlış mı? Aslında atmosfer 5  tabakadan mı oluşuyor?

“Allah, yedi göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır." (Talak 12; Fussılat, 12) Atmosfer 5 büyük katman ve 2 ara katmandan oluşur. Atmosfer, mekansal olarak beş ana mekandan fakat görevsel ve yapısal olarak yedi tabakadan oluşur. Fussılat, 12. ayette, “Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti.” İfade edildiği gibi, yedi tabakanın ‘her birinin ayrı bir görevi’ bulunmaktadır. Yani Kur’an görevsel olarak yedi tabakadan bahsediyor ki, bilim de bugün Kur’an’ı doğrulamaktadır! Ara iki katmanın Allah tarafından kendilerine ‘vahyedilen’ görevleri: Ozonosfer:  Ozon tabakası olarak da bilinir ve Güneş'ten gelen morötesi ışınlardan olan UV-B ve UV-C gibi canlılar için öldürücü olan zararlı ışınları tutar. Bu tabaka son zamanlarda delinmiş, incelmiştir. Bunun sonucunda güneş yanıkları ve deri kanseri çoğalmış, gözlere zarar vererek (katarakt gibi) insanlarda bağışıklık sisteminin zayıflamış, tarımsal üretimin azalması ve denizdeki besin zinciri bozulmuş ve balık nüfusu azalmıştır. İyonosfer: Elektromanyetik dalgaları, radyo dalgalarını yansıttığı için yeryüzündeki haberleşmeyi mümkün kılmaktadır.

Ayrıca, yüce Yaradanımız göklerin 5 kat yaratıldığını söylese, ateistler bu defa: "Ama iki de ara katman var, Allah bilmiyoooo..." diye itiraz edeceklerdi. Ayet baştan, genel ve kapsayıcı olanı bizlere bildirmiştir. Tabii şimdide ateist arkadaşlar: “Gökler 5 katman, 7 değil” diyorlar ama bu ‘İtiraz, önyargı, hata/eksik arama, taassup’ onların iç sorunudur. Hem atmosfer hem evrenin 7 kat olduğu iddiası da vardır: "Kastedilen 7 gök çok kapsamlı olup, bizim gözlerimizle veya son teknoloji ürünü cihazlarla görebildiğimiz yıldızlar, gezegenler, galaksiler birinci kat göğü teşkil ediyor olabilir." (Furkan Şahin, Yüksek lisans tezi, Yeryüzünün ve göklerin yaratılmasıyla ilgili âyetlerin modern ilmî veriler ışığında yorumlanması, s. 126) Ama her halükarda ayet bilimle içiçedir ve ateistler yine yanılmaktadırlar.

Araf 190, Hz Adem mi? Şirke düşmüş oluyor mu?

A’raf,  189-190: "Sizi bir tek candan yaratan, kendisiyle ‘mutlu olsun diye’ ondan da eşini yaratan O’dur. Erkek eşiyle beraber olunca kadın hafif bir yük yüklenir, onu bir süre taşır; hamileliği ağırlaşınca rableri olan Allah’a şu sözlerle yakarırlar: “Andolsun, bize kusursuz bir çocuk verirsen kesinlikle şükredenlerden olacağız! Fakat Allah onlara kusursuz bir çocuk verince, Allah’ın kendilerine verdiği bu nimet hakkında (sanki nimeti veren Allah değilmiş gibi) O’na ortaklar koşarlar. Allah, insanların ortak koştuğu şeylerden münezzehtir."; Rum, 21: "Kendileri ile ‘huzur bulasınız diye’ sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır." A’raf 190, Rum 21 ile anlam olarak paralellik arzeder ve her iki ayette de ‘insan cinsinden’ bahsedilir. Tüm insanların atası aynıdır. Hepsi tek özden yaratılmıştır. Sonra insan türü erkek ve kadın olarak birlikte olunca, çocuk doğmadan önce anne baba, "sağlıklı olsun yeter" derken çocuk olunca çocuğun Allah'ın bir hediyesi olduğunu unutup, onu evrimsel sürecin sonucu oluşan bir canlı gibi görüp onun yetişmesinde dini prensipler gözetilmeyen bir çizgiye savrulurlar. Allah’ın yaratılış ve insanca yaşayışa uygun kurallarını unutulur ve şirk düşerler.  Zaten İblis’in kibirlenmesi ve Hz Adem sonrası meydana gelen cinayet olayı naslarda (Ayet ve hadislerde) detaylı olarak anlatılırken, şirk gibi, vahyin indirilmesinin en büyük sebebi ve Allah'ın asla af etmeyeceği en büyük günahı -haşa- Hz Adem işlese idi, mutlaka detayları ile olay bizlere de nakledilirdi! Çünkü ilahi vahyin temel hedefi, şirki ortadan kaldırmaktır! “Kıssanın Hz Adem ve Havva'ya ait olduğunu söyleyen hadis ise israiliyyattandır. Ayet ise insanların genel durumları ile ilgilidir.” (Abdülcelil Candan, Kur'an okurken zihne takılan ayetler, s. 230)  Razi’de bu konuda şunları söylemektedir: “Erkek eşine yaklaştıktan sonra Allah onlara kusursuz bir çocuk verince, bu verilenle ilgili olarak Allah’a ortaklar koşmaya kalkışırlar; çünkü bazan natüralistler gibi bu çocuğun yaratılışını tabiat güçlerine, bazan müneccimler gibi yıldızlara, bazan da putperestler gibi putlara nisbet ederler” (Razi, Mefatihu’l-gayb, XV/86-87; Veysel Kasar, Allah’ın Adalet ve Hikmeti Bağlamında Engellilik Problemi, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 18, Sayı 29, Ocak–Haziran 2013, s. 73 ;Sabri Kocabay, Kur'an-ı Kerim'in Bilimsel Olarak İrdelenmesi)

Ölürken ruhu kim alır?

“Azrail, ölüm işi ile görevlendirilen meleklerin başı olup onun emrinde çok sayıda melek görevlendirilmiştir.” (Soner Duman, Allah'ım sorularım var, s. 162) “Ölüm meleği tek değildir. Kur'an'da çoğul olarak bahsedilmiştir: Nahl, 33; Nisa, 97; En’am, 61; Enfal, 50; Muhammed, 27” (TDV, Komisyon, Soru ve Cevaplarla Niçin İnanıyorum? s. 53)

“De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecek, sonra Rabbinize döndürülmüş olacaksınız." (Secde, 11) Herkese tek melek vekil kılınmakta  ve o melek  bizzat canı almaktadır. Bu yüzden buradaki ölüm meleği ifadesi tekildir. “Öyleyse melekler, yüzlerine ve arkalarına vura vura ‘canlarını’ aldıkları zaman nasıl olacak?” (Muhammed, 27) Burada canları alınan birçok inkarcıdan söz edilmektedir. Onların canlarını alanda birçok melek vardır. Her biri için vekil kılınmış ölüm meleği farklı olduğu için, çoğul bir ifade burada kullanılmıştır. Kur’an’da ve sahih hadislerde Azrail ismi geçmese de, tüm bu ayetleri bir arada düşündüğümüz zaman, “Azrail olarak bilinen meleğin ruhları almakla görevli melekler topluluğunun reisi olduğunu veya meleklerden yardımcılarının bulunduğunu söylemek mümkündür.” (Kur'an Yolu Tefsiri, IV/352) “Allah, ölüm vakitleri geldiğinde insanları vefat ettirir."  (Zümer, 42) ayetine gelince; vekil asıl gibidir. “Vekil, işi yapması için kendisine görev verilen kişidir.” (DİA, XLIII/9) Bir mahkeme bir mahkuma ölüm cezası verse, cezayı bizzat yargıç infaz etmez, cellat bu işi halleder. Her ne kadar öldüren cellat ise de, emri veren, işin sahibidir. “Allah yarattığı şeyleri zahiri sebeplere bağlamıştır.” (Sabri Demirci, Kur'an'da çelişkili ayetler meselesi, s. 106) “Ölüm, zahiren ölüm meleği Azrail'e bırakılmıştır ve onun yardımcıları başka melekler vardır. Kulun eceli gelince Allah, ölüm meleğini onun ruhunu almasını emreder.” (Demirci, s.124-125)

Ahirette insanların aralarında konuşma olacak mı?

“Kimi kimine dönüp sorarlar.” (Tur, 25; saffat, 50); “Sura üflendiğinde artık ne aralarında akrabalık bağları kalacak ne de birbirlerine soru sorabilecekler!” (Mü’minun, 101) Mü’minun 101’de henüz cennete girilmemiş sadece sura üflenmiş ve daha sevap ve günahlar tartılmamıştır. Tur 25’de ise, sevap günahlar tartılmış ve insanlar yaptığı işlere göre cennet ve cehenneme konulmuştur ve bu ayette konuşmanın olduğu yer de, cennettir. (Sabri Demirci, Kur'an'da çelişkili ayetler meselesi, s.182); “Müminun suresi, 101. ayet; Saffat suresi, 50. ayet: İlk ayet sure üfürüldüğü zamandan, ikinci ayette ise, cennetliklerden bahsetmektedir.” (Abdülcelil Candan, Kur'an okurken zihne takılan ayetler, s. 334; Halil Çiçek, Müşkilu'l-Kur'an'ı Yeniden Değerlendirmek, s. 64) Yani ayetlerde, farklı mekan ve zamanlar söz konusudur!

Kıyamet günü Allah insanlara soru soracak mı, sormayacak mı?

İbni Abbas: Allahu Teala onlara, 'şunu şunu yaptınız mı?' diye sormayacaktır. Zira O bunları onlardan daha iyi bilmektedir, o yüzden Allahu Teala, "İşte o gün insanlara da cinne de günahı sorulmaz" (Rahman, 39) buyurulmuştur. Fakat Allah (cc), “Niçin şunu şunu yaptınız?” diye sorgulayacak (Sabri Demirci, Kur'an'da çelişkili ayetler meselesi, s.180-181; Flamur Kasami, Kur'an'da çelişkili gibi görünen ayetler, s. 165), İnsanlar, “bilmek değil, hesap için sorguya çekileceklerdir.” (İbni Kesir, Tefsir, IV/468,469; Zemahşerî, IV/53) “Rabbine andolsun ki, yaptıklarından dolayı muhakkak surette onların hepsini sorguya çekeceğiz!” (Hicr, 92; Saffat, 24)

Hüküm gününde inkar edenlerin kitapları hangi tarafından verilir?

“Kimin de kitabı ‘ardından’ verilirse” (İnşikak, 10); “Kitabı ‘sol eline’ verilen ise; o da, der ki: "Bana keşke kitabım verilmeseydi.” (Hakka, 25) İnşikak suresinin 10. ayetinde kitabı ardından verilenlerden söz edilmektedir. Burada cehennem ehlinin kitabının arkalarından uzatıldığı anlaşılmaktadır. Hakka suresinin 25. ayetinde ise kitabın cehennem ehlinin sol ellerine verileceği bildirilmektedir. Bu iki ayet arasında hiç bir çelişki yoktur. Birinde kitabın uzatıldığı yön yani arkalarından uzatılmasından, diğerinde ise kitabın cehennem ehlinin sol ellerine verilmesinden söz edilmektedir. Yani cehennem ehlinin kitabı arkalarından uzatılarak sol ellerine verilecektir. Çelişki bir yana iki ayette söylenen ifadeler birbirini tamamlamaktadır.


Allah verdiği sözleri zaman içerisinde değiştirebilir mi? -Nesh Konusu-

“Biz bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz zaman -ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilir- “Sen sadece uyduruyorsun” dediler. Öyle değil, fakat onların çoğu bilmezler.” (Nahl, 101) Burada ayetin değiştirilmesinden kastın ne olduğu hemen bir sonraki ayette açıklanmaktadır: “İman edenlere sebat kazandırsın, müslümanlara rehber ve müjde olsun diye rabbin tarafından bir gerçek olmak üzere ‘Kur’an’ı, Ruhu’l-Kudüs’ün indirdiğini söyle.” (Nahl, 102) Yani burada Kur’an ayetler arasında bir değişiklik değil, Kur’an’ın önceki kitapların yerine gönderilmesinden (Zakir Naik, Gençlerin inanç sorunları, s. 95) söz edilmektedir. İmam Ebü’l-Hasan el-Maverdi’de, Kur’an’daki bir ayetin başka ayetle değiştirilmesi değil, “Tevrat ve İncil’deki bir hükmü Kur’an’ın bir ayetiyle değiştirmesinin kastedildiğini” (Nüket ve’l-uyûn, III/214) ifade etmektedir. Aynı durum ehli kitap inananlarında da gerçekleşmiştir: Hz. İsa, Hz. Musa'nın dininde yasak olan bazı şeylere cevaz vermiştir: “Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve (daha önce) size haram edilenlerden bir kısmını helal kılmak üzere gönderildim.” (Ali İmran, 50) Allah’u Teala, bazı toplumlara, onlara özel imtihan için bazı kurallar koymuş, daha sonra gelen (Bilindiği gibi ‘Kur’an dışındaki’ tüm ilahi kitaplar, belli bir topluluklara özel gönderilmiştir.) bir başka ilahi kitap/suhuf ile, bu imtihan konusu hüküm değiştirilmiştir. Ama Kur’an, tüm insanlığa gönderilen evrensel son ilahi kitaptır. Bu nedenle hükümleri sonsuza dek baki, geçerlidir; değişmeyecek, değiştirilemeyecektir! Bu konuda, ‘Kur’an’ın aslı yakıldı mı?’ adlı yazımıza da bakılabilir.

Bakara 106 ile Fatır 43. Ve Fetih 23 ayetler çelişkili değil mi? Bakara 106’da değişiklikler olabilir denildiği halde, Fetih 23, Fatır 43’de ise Allah’ın kanununda değişiklik olamaz denilmesi, ayetler arasında bir çelişki anlamına mı gelir?

“Biz bir ayetin hükmünü diğer bir ayetle değiştirirsek veya unutturursak (geri bırakırsak), ondan daha hayırlısını yahut onun benzerini getiririz.” (Bakara, 106); "Halbuki kötü tuzak, sadece hazırlayanın ayağına dolanır, sadece onu perişan eder. Onlar daha öncekilerin uğradıkları feci akıbetten başka bir şey mi bekliyorlar? Sen Allah’ın nizamında hiçbir değişiklik bulamazsın!” (Fatır, 43); “Eğer (o Mekkeli) kafirler sizlerle savaşsalardı, arkalarını dönüp kaçar, sonra da ne kendilerini koruyan, ne de destek olan hiç kimse bulamazlardı. Allah’ın öteden beri yürürlükte olan kanunu budur. Ve sen Allah’ın nizamında hiçbir değişiklik bulamazsın.” (Fetih, 23) Her 3 ayette Türkçe’ye ‘değiştirme’ anlamında çevrilse de Arapça asıllarında farklı kelimeler kullanılmıştır. Bakara, 106. ayette 'Nesh' kelimesi geçerken, diğer iki ayette ‘tebdil’ (Fetih, 23) ve ‘tahvil ve tebdil’ (Fatır, 43) kavramları geçer. Nesh'ten amaç, ‘aynı doğrultuda ama daha iyiye devam eden bir süreç’ kastedilir. Zaten Kadı İbnü’t-Tayyib’de, ‘Bir hüküm tamamen ortadan kaldırılmasa bile aslında veya niteliklerinde bir değiştirme yapılmasına da nesih denebilir; çünkü bu takdirde ikincisi, birincinin aynı değildir.’ (Kur'an Yolu Tefsiri, II/708) diyerek ‘Nesh’ konusunu özetlemektedir.  “Allah bazı yasakları aşamalar halinde indirmiştir.” (Zakir Naik, Gençlerin inanç sorunları, s. 96) Mesela içkinin haram olması 4 aşama ile gerçekleşir ve her ayette uygulama alanı genişletilmiştir. Fetih, 23 ve Fatır, 43. ayetlerde ise, 'sünnetullah'tan bahsedilir ve bunlarda bir tebdil/tahvil yani değişim olamayacağının altı çizilir. Sünnetullah, ‘Allah'ın değişmeyen kuralları’dır. Bunlar, fiziki, biyolojik, toplumsal kurallar yanında, Allah'ın daima iyinin yanında olup, zalimlere karşı olması gibi prensiplerden; iman, ibadet, ahlak gibi kurallara dek, tüm tarih boyunca hiç değişmeyen kuralları kapsar. “Biz, her şeyi bir kadere (bir düzene, ölçüye, plana) göre yarattık.” (Kamer, 49) ; "O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir." (Furkan, 2); "Allah herşey için bir ölçükoymuştur." (Talak, 3); “Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olacaktır!” (Hud, 18); “Onlar ki, iman etmişler ve takvaya ermişlerdir, işte onlara hem bu dünya hayatında hem de ahirette müjdeler olsun! Allah’ın sözlerinde değişme olmaz; öyleyse en büyük kazanç budur.” (Yunus,  64) ayetinde de ‘tebdil’ kelimesi geçer ki, ayet zaten kendisini açıklamakta, “Cenâb-ı Hakk’ın, imanlı takva sahibi kullarına verdiği müjdeler O’nun birer vaadidir ve O mutlaka vaadini yerine getirecektir.” anlamına (Kur'an Yolu Tefsiri, III/117) gelmektedir.

Şarap iyi midir kötü müdür? 2:219'da içki (dolayısıyla şarap) günahı yararından büyük olarak, 5:90'da da şeytan'ın işi pislik olarak tanımlanmaktadır. ama 47:15 ve 83:22-25'te cennet'teki şarap ırmaklarından söz edilmektedir. şeytan'ın işi pisliğin cennet'te ne işi vardır? İçki Allah'ın bir nimeti olarak sadece iyi midir (16:67), hem iyi hem kötü müdür (2:219), yoksa şeytan işi olarak sadece kötü müdür (5:90-91)? Üç yönlü bir çelişki söz konusudur.

İslam alkollü içecekleri 4 aşamada yasaklamıştır. “Hurmalıkların ve üzümlüklerin meyvelerinden kurdukları çardaklarda hem sarhoşluk verici içki, hem güzel bir rızık edinmektesiniz. Şüphesiz aklını kullanabilen bir topluluk için, gerçekten bunda bir ayet vardır.” (Nahl, 67) Nahl suresindeki bu ayette bir durum tespiti vardır. Meyvelerden hem sarhoşluk veren şeyler üretildiğinden hem de güzel rızk üretildiğinden söz edilmektedir. İçki içmek helaldir diye bir ifade yoktur. Fakat burada asıl üzerinde durulması gereken şeyin, Kur’an'da 'Güzel şeyler ile sarhoşluğun ayrı olarak' zikredilmiş ve ayrıca bunlar ve bağlacı ile farklı şeyler oldukları topluma hissettirilimiştir! "Ayette, içki için 'ahlaken kınayıcı bir anlatımın bulunduğundan' şüphe yoktur. Ayette içki ile güzel rızık kelimeleri ayrı ayrı zikredilmiş ve aradaki ‘ve’ bağlacı zaten bunların farklı şeyler olduklarını göstermektedir. Ayette içki yasaklanmamış ama "güzel bir rızığa" karşıt manada gösterilmiş, böylece Allah'ın onu güzel görmediğine işaret edilmiştir. (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, I/3107) “Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: "Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bazı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür." (Bakara, 219) Bilimsel temelde benzer şeyi Y. Z. Auckland Üniversitesinden Rod Jackson'da ifade etmektedir: "Alkolün olumlu etkisi, ne miktarda tüketilirse tüketilsin, olumsuz etkisinden fazla değildir." (Jackson R., Broad J., Connor J., Wella S., Tıp dergisi, Lancet, 2005, IV/369) Bakara suresindeki bu ayette de içkinin bazı faydaları olabileceğini fakat zararının yararından daha fazla olduğu bildirilmektedir. Böylece içkide günah bulunduğu, dünyevi yararı -zevki ve alış verişinden elde edilen karına- rağmen terk etmenin iyi olacağı, herkesin içki içtiği bir toplumda, içkinin zararlı olduğu zihinlere yavaş yavaş yerleştirilmeye başlanıyordu. “Ey iman edenler, sarhoş iken, ne dediğinizi bilinceye ve cünüp iken de -yolculukta olmanız hariç- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın.” (Nisa, 43) Bu ayet ise, zihinlerdeki bilginin pratik hayata aktarılmasında ilk adımlar atılmaktadır. Artık günde 5 kere içkiden uzak durmaya çağrı vardır. “Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bunlardan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Maide, 90-91) Bu ayetlerle son nokta konulmuş, zihinler ve bedenler artık haramı kabul edecek kıvama gelmiş ve ayetle artık içkinin haram olduğu ilan edilmiştir. Son ayet inince ne mi oldu? Sahabelerden Hz. Enes anlatıyor: Biz içki alemindeydik. Ben dağıtıyordum. Bir adam geldi "İçki haram edildi" dedi. Arkadaşlar derhal "şu içki kaplarını dök, temizle" emrini verdiler. O haberden sonra kimse ağzına içki almadı. (Nesaî, Eşribe 51) İçkinin haram kılındığı haberi üzerine Müslümanlar ellerindeki bütün içkileri dökmüş (Buhari, Mezâlim, 21; Beğavî, Meâlim, I/250; Zühaylî, et-Tefsîru’l-Vecîz, 124) Medine’nin sokaklarında içki akmıştır. (Buhari, Tefsîr, V/11; Müslim, Eşribe, Bab: 1, hadis no: 3)  İslam, içkinin tüketimini yasaklamakla kalmamış, üretiminden satışına kadar bütün mesleklerin kazancının haram olduğunu ilan edip yasaklamıştır. (İbn-i Mâce, Eşribe, V/7) “Sarhoşluk veren her içki haramdır.” (Buhari, Eşribe 4; Müslim, Eşribe 67,68; Tirmizi, Eşribe, 1); “Bir şeyin çok miktarda alınması insana sarhoşluk veriyorsa, onun azı da haramdır.” (Ebû Dâvud, Sünen, II/294) Sonuç olarak, bu ayetlerin hiçbiri diğeriyle çelişmez, bunlar birbirini tamamlayan ayetlerdir. Nesh  tedricilik  olarak uygulanmış, "Toplum  zihnen ve bedenen aşamalı olarak içkinin  yasak olmasına alıştırılmış ve son aşamada da içki haram kılınmıştır." Amerika'lı bir Ordinaryüs Profesörün sözü ile devam edelim: "Hz. Muhammed Kur'an vasıtasıyla içkiyi yasaklamış ve asırlarca büyük insan kütlelerini içkinin zararlarından korumuştur. Bu netice, 20. asırda ileri Amerika'da her çeşit popagandaya ve fenni ilerlemeye rağmen elde edilememiştir." (Ord. Prof. Dr. Julius Hırsch, Hıfzıssıhha Ders Kitabı, No: 34, s. 242) Başa dönersek, İçki, hicretin 4. yılında haram kılınmıştır. İçki’nin haramlığı hakkında, Mekke’de bir ayet, Medine’de 3 ayet inmiş ve bu kademeli haram kılma metodu sonuçta ‘başarılı’ olmuştur! Ve 1300 sene sonra; Amerika 13 yıl (1920-1933) boyunca uyguladığı ve her türlü polisiye tedbire rağmen içki yasağında başarıya ulaşamamıştır! Harcanan yüz milyonlarca dolar, binlerce hapis ve yüz milyonlarca dolar para cezasına rağmen! Kur’an, 13 yıllık işkence döneminden sonra ‘azıcık’ ümmetin nefes aldığı Medine döneminin 4. yılında bu yasağı ilan ediyor ve tamamen başarı elde ediyordu. İslam’ın tedricen uyguladığı eğitim ile elde ettiği sonuç ve polisiye tedbirlerle ABD’de uygulanan içki yasağının sonu: Gazete haberi: “Yasak sonunda bitti!”

“Kapının önünden, içkinin haram olduğunu ilan eden tellallar geçti. Adeta Medine sokakları şarap akmaya başladı. Bodley: “Birleşik Amerika ile diğer memleketlerin kanunlar ve maddi cezalarla yapmaya çalıştıkları şeyi, Muhammed bir günah ilan ederek lağvetti.” (R.V.C. Bodley, Hazreti Muhammed, s.105); “Halbuki önceki Arap toplumunun içki ile bağı çok güçlüdür, şiirleri bununla dolu idi.” (Altay Can Meriç, Peygamberliğin ispatı, s. 304) Bir ateistin iddiasının tuhaf bir bölümü olan, “sanki efendimiz de (Haşa) içki içiyordu da kendi bırakamadığı için içkiyi yasaklamadı” şeklinde alttan verdiği görüş, ne müşriklerin ne de oryantalistler hiç aklına gelmemiştir! Bu ayet inince efendimiz -bak ey ateist, bu söz bir hadis, yani bu defa ayet, yani Allah değil efendimiz konuşuyor ve ayeti ‘beyan’ ediyor: “Muhakkak ki Allah; içkiye, onu sızdırana, sızdırıldığı yere, içene, içirene, taşıyana, satana, satın alana, bedelini ve kazancını yiyene lanet etmiştir!” (Ahmed, I/53; II/351; Nesai, Eşribe, 1-2; Hâkim, II/305/3101); “İçki her kötülüğün başıdır.” (Ahmed, V/238) ‘Kur’an yani Allah azze ve celle, Mekke de toplum hazır değilken yasaklama ayeti indirse ve o zaman herkes bırakmasa, bu defa İslam düşmanları ne yazacaktı? Medine’deki ilk üç sene içinde yasaklasa ve içki Medine sokaklarında akmasa idi ne diyeceklerdi? Aktığında bile ithamları birbiri ardınca kesilmemektedir! Sahi ateist arkadaş, sen hiç hayatında bir kişiye olsun sigara içmeyi bıraktırabildin mi? İçkinin sağlık, psikolojik, akıl, ekonomik, toplumsal, güvenlik konularındaki zararlarının örneklerine ‘Alkol neden yasak?’ adlı yazımızdan ulaşabilirsiniz.

Kur’an’da içki haram kılınırken, cennette içki içilmesinin helal olması çelişki değil midir?

“Takva sahiplerine vadedilen cennetin misali (şudur): İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır.” (Muhammed, 15) Dünya şaraplarının haram olmasının nedeni içinde alkol olması ve içenleri sarhoş etmesi ve bunun da aklı kullanmaya engel olmasıdır. Ama cennette içilecek olan şaraplarla ne sarhoş olunacaktır, ne yan tesirleri vardır ve en önemlisi, ne de içinde alkol vardır: “İçenlere dokunmaz, ondan sarhoş da olmazlar.” (Saffat, 47); “Kaynağından (doldurulmuş) testiler, ibrikler ve kadehler ki bundan ne başlarını bir ağrı tutar, ne de kendilerinden geçip akılları çelinir.” (Vakıa, 19) Yani, “Cennet içeceklerinin sarhoşlaştırma etkisi yoktur.” (Molla Musa Celali, Ateist İtirazlara Cevaplar, s. 100) Görüldüğü gibi cennet ehlinin içeceği içeceğin dünyadakilerle hiçbir benzer yönü yoktur!

Bir Müslüman kaç kişiye eşittir?

“Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa inkar edenlerden iki yüz kişiyi yener, sizden yüz kişi olursa bin kişiyi yener; çünkü onlar yaptıklarının bilincinde olmayan bir topluluktur.” (Enfal, 65); “Allah sizde bir zayıflık olduğunu bildi de şu andan itibaren yükünüzü hafifletti. Artık sizden sabırlı yüz kişi olursa Allah’ın izniyle iki yüz kişiyi yener, sizden bin kişi olursa iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 66) İki ayet dikkatli okunduğunda farklı iki durumdan söz edildiği rahatlıkla anlaşılmaktadır. Bedir savaşından önce inen Enfal 65. ayette bir Müslüman’ın inkar eden 10 kişiye bedel olduğu bildirilmektedir. Bu, Müslümanların zaafsız olmaları halinde geçerli olan orandır. Fakat Bedir savaşından sonra inen 66. ayette ise, zaaf halinde olan yüz kişinin, iki yüz kişiyi yeneceği bildirilmektedir. Ayetlerde, Müslümanlar en zor anlarında ilahi yardımla (Enfal, 9-10) kendilerinden 10 kat üstün olan düşmanı alt etmeye kararlı müminler ile, savaştan sonra gevşeyen ama, hala kendilerinden sayıca üstün olan düşmanla savaşmaya azimli müslümanların kıyası söz konusudur. İki ayet arasında bir çelişki ya da birinin diğerinin hükmünü ortadan kaldırması diye bir şey söz konusu değildir. Zaaf olmaması durumunda 65. ayetteki hüküm geçerli iken, Müslümanlar arasında zaaf görülmeye başlandığında ise 66. ayetteki hüküm geçerlidir. Şuurlu mümin 10 kafire bedelken; bilinç, şuur azaldıkça bu sayı aşağı doğru inmektedir. Tarihte de bunun birçok örneği yaşanmıştır.  Bedir’de 300 müslümana karşı 1000 müşrik; Mute savaşında 3.000 mücahide karşı 100.000 Bizans askeri; Malazgirt: 50.000 müslümana karşı 200.000 Bizans askeri ile savaşıp, Allah’ın izni ile savaşları Müslümanlar kazanmışlardır. Zemahşeri’de bu konuda, “Önceleri nicelik/sayı açısından Müslümanların sayısı azdı ve daha sonra sayıları çoğalınca yükü hafifleten bu ayet inmiştir.” (Zemahşeri, Keşşaf, 419) demektedir.

Allah sadece dilediğini mi doğru yola iletir?

İbrahim, 4. ayet ve içeriği “Allah kalpleri mühürler mi?” başlıklı yazımızda ele alınıp cevaplanmıştır.

Cennetin genişliği ne kadardır? Cennet'te bir bahçe mi, birden fazla bahçe mi vardır?

"Rabbinizden olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır.” (Ali İmran, 133); “Rabbinizden olan bir mağfirete ve cennete (kavuşmak için) 'çaba gösterip yarışın' ki (o cennet) genişliği gök ile yerin genişliği gibi olup Allah'a ve Resulü’ne iman edenler için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah'ın fazlı/ihsanıdır ki, onu dilediğine verir. Allah büyük fazl sahibidir.” (Hadid, 21) Cennet, mekan olarak tek bir yer değildir. Kur’an’da ‘birden fazla cennet’ olduğundan söz edilir: “Rabbin makamından korkan kimse için ise iki cennet vardır.” (Rahman, 46); “Bu ikisinin ötesinde iki cennet daha var.” (Rahman, 62. Ayrıca; Şuara, 85; Maide, 65; Tevbe, 21; Yunus, 19; Beyyine, 8; Tevbe, 72; Rad, 23; Nahl, 31; Kehf, 107; Mü`minun, 11; Secde, 19; Necm, 15; Yunus, 25; En’am, 127; Fatır, 35) Tüm bunlardan cennetin birçok tabakası olduğu anlaşılmaktadır. Bu tabakalardan bazılarının daha yüce ve nimetlerinin daha güzel veya daha efdal olması sebebiyle isimleri bize bildirilmiştir. Firdevs Cenneti, mertebece en yüksek olan cennet tabakasıdır. (Taberi, Tefsir, VXI/37-8; Mansur Ali Nâsıf, et-Tâcü' el-Câmi' li'l-Usul, fi Ahadisi'r-Rasûl, V/4033; Müslim, İmâre, 116; Nevevi, Şerhu Müslim, VIII/28; Buhari, Cihad 4) Cennet tabakaları hakkında İbn Abbas'dan gelen bir rivayette, cennetin  tabaka sayısı olarak yedi rakamı verilmektedir. (Beydâvî, Envâru't-Tenzîl, I/119; Şuara, 85; Mâide, 65; Tevbe, 21; Yunus, 9; Beyyine, 8, Ayrıca; Tevbe, 72; Ra'd, 23; Nahl, 31; Kehf, 107; Mü'minun, 11; Secde, 19; Necm, 15; Yunus, 25; En'am, 127; Fatır, 35) Cennettin 8  kat olduğu rivayeti de mevcuttur. (İbn Hacer, VII/28; İbn Kayyim el-Cevziyye, Ḥâdi’l-ervâḥ, s. 87-89; Buhari, 2790; İ. Hacer, 6/12, VII/28; Ebu Davud, Vitr, 20; Müsned, II/449)  Görüldüğü gibi tüm kaynaklarda birden çok cennetlerden söz edilmektedir. Ayrıca Ali İmran ve Hadid surelerinde geçen cennet kelimeleri ‘marife değil nekra’ olarak vasıflanan kelimelerdir. Marife; Bilinen, tanınan, belirli kelimeleri ifade eder ki, ingilizce’de ‘The’ edatının karşılığıdır. Arapça’da bu isimlerin başına ‘elim lam’ takısı gelir. Nekra ile, belirsiz ve bilinmeyen isimler kastedilir. Bu iki ayette de cennet kelimeleri marife değil nekradır yanı başlarında elim lam takısı bulunmaz. Yani bahsedilen her iki cennette, belirli ve bilinen iki cennet değil, cennetlerden iki cennettir!

Allah’a ve ahiret gününe inanmayanlarla savaşmak mı lazım yoksa onları affetmek mi lazım?

“Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulü’nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın.” (Tevbe, 29) Hem ateist hem oryantalistler her seferinde aynı hatalara düşmektedirler: Kur’an ayetlerindeki ifadeler, metnin ana akışından koparılarak farklı anlamlara çekilmeye çalışılmakta ve konu tümüyle farklı alanlara çekilmektedir. Oysa bu ayetler Kur’an’ın genel mantığı ve konunun akışına göre değerlendirilse, durum daha net ortaya çıkacaktır! Ayetteki ifadeye dikkat edilirse, burada savaşmanın emredildiği insanlar ‘tüm kitap ehli’ değildir. Ayette 'ellezî' bağlacı kullanılmıştır. Türkçesi, 'onlar öyle kişilerdir ki' diye başlayarak, düşman olan kimselerin özelliklerini bildirmektedir. Bunlar, kitap verilenlerden bir gruptur. Bunlarla savaşmak istenmesinin nedeni yine onların Müslümanlarla savaşmalarından dolayıdır. Bu ehli kitaptan (Yahudi ve Hristiyanlardan) ‘Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, kendi resullerinin haramlarına uymayan ve hak ehline yaraşır bir biçimde itaat etmeyenlerle’ savaşılır. Halbuki herkesin bildiği gibi, ehli kitaptan birçok kişi Allah’a ve ahirete vd. zaten inanmaktadır. Demek ki burada kastedilen toplum tüm ehli kitap değildir. Zaten bu ayet ateist ve oryantalistlerin anladığı gibi Müslümanlarca da anlaşılsa idi, fethedilen ülkelerde yüzyıllar boyunca hüküm süren Müslüman topraklarında tek bir ehli kitabın bile kalmaması ve kendileri ile evlenilen ehli kitap kızların zorla Müslüman yapılması   gerekirdi. Savaş ile ilgili ayetler Kur’anın bütünlüğü içinde değerlendirilmelidir. Tüm bu iddiaların aksine, Kur’an’a göre savaş savunma amaçlı yapılmaktadır. Başka insanların topraklarını fetih etmek için yapılan savaş, Kur’an’a göre dini bir savaş değildir. Allah bu tarz bir savaşı yasaklamaktadır. Bakara suresinde şöyle buyrulmaktadır: “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları, bulduğunuz yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmekten beterdir. Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın. Kafirlerin cezası işte böyledir. Onlar, (savaşa) son verirlerse (siz de son verin); şüphesiz Allah, bağışlayandır esirgeyendir. (Bakara, 190/192) Ayetinde ifade ettiği gibi, karşı taraf savaşı başlatınca savaşılır ve bu savaşta aşırılığa gidilmemesi için de Allah ayrıca inananları uyarır. Savaş esnasında karşı taraf savaşa son verip aman  dilerse, Müslümanlar buna uyar ve savaşa son verirler. “Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.” (Mümtehine, 8)  Nisa suresi 90 ve 91. ayetler de bu görüşümüzü desteklemektedir. Kısaca, söz konusu ayet, tarihte yaşanmış örnekleri de içeren, “İslam barış dinidir”; “İslam kılıç zoru ile yayılmadı”  ve “İslam savaş hukuku” adlı yazılar eşliğinde daha da iyi anlaşılacaktır.

İnsan neden yaratılmıştır?

İnsanın yaratılış evreleri hakkında birçok ayet vardır. Bazılarında insanın topraktan, bazılarında kuru balçıktan, bazılarında sudan, bazılarında ise ‘alak’tan yaratıldığı ifade edilmektedir. Bu farklı ifadeler bir çelişki gibi gösterilmeye çalışılmışsa da, aslında tüm bu farklı anlatımlar ‘gerçeğin farklı ifadelerinden’ başka bir şey değildir. “İnsanın yaratılışı farklı safhalarla olmuştur.” Bu aşamaların farklılığından dolayı ayetler de bu adımlar farklı farklı ifade edilmiştir. Şimdi ayetlere sıra ile bakalım: Hz. Adem’in yaratılışı temel olarak topraktandır: “Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Onu ‘toprak’tan yarattı.”  (Ali İmran, 59) İnsan vücudunda bulunan elementlerin tamamı toprakta da bulunmaktadır. (Prof. Dr. Ali Rıza Demirkıran, İnsan ve toprak arasindaki ince ölçüler) Allah toprak ile suyun (Enbiya, 30) birleşimi olan balçıktan ilk insan ve eşini (Nisa, 1) yaratmıştır: “Hani Rabbin meleklere demişti: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım." (Hicr, 28)  Bu konu ‘Ahiret, beden, ruh ilişkisi’ ve ‘Hz Adem, Havva ve çocukları, İnsanlık nasıl çoğalmıştır?’ konularında ele alınmıştır. İlk insan Hz Adem ve eşinin yaratılışından sonra genel olarak insanın ayrı bir  yaratılışı söz konusudur. Bu yaratılışın başlangıcı ise  rahimlere dökülen menidir. (Kıyamet, 37; Necm, 46; Vakıa, 58) “Allah sizi topraktan yarattı, sonra bir damla meniden (nutfeden). Sonra da sizi çift çift kıldı.” (Fatır, 11) Sperm yumurta ile birleşince alak (zigot) oluşmaktadır. Bu da insanın yaratılışındaki diğer bir safhadır. “Yaratan Rabbin insanı bir alak'tan yarattı.” (Alak, 2) "Sonra nutfeyi, (rahim cidarına yapışan bir hücre olan), ‘alaka’ya, bunu da (bir çiğnem et görünümündeki) mudğaya, mudğayı kemiklere dönüştürür, sonra da kemiklere et giydirip, derken yeni bir yaratılışa mazhar ederiz. İşte bak da Allah'ın ne mükemmel yaratan olduğunu bir düşün!" (Mü'minûn, 14) “Hz. Adem’in maddi yaratılış süreci, Kur’an’da altı aşamada nazara veriliyor ise de bu vetirede, turab (toprak), sülale min tîn (çamurdan süzülen öz) ve tesviye (düzenleme) temel aşamalar olarak ön plana çıkmaktadır. Bu üçlü sınıflandırma, insanın nutfe ile başlayan, ‘alaka ve mudğa’yla farklılaşarak devam eden biyolojik gelişim aşamaları ile de benzerlik gösterir.” (M. Sait Kavşut, Kur’an’da insanın yaratılış aşamaları, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, Sayı: VII, Nisan 2012, s. 296) Sonuç olarak, İlk insan Hz Adem’in ve sonradan doğan insanların yaratılışlarında geçirdikleri safhalar düşünüldüğünde, yukarıdaki ayetlerin hepsinin bir gerçekliği ifade ettiği ve kesinlikle aralarında bir çelişki olmadığı açıkça görülmektedir.

Allah, insanı "alak" [kan pıhtısı] dan mı (96:1-2), sudan mı (25:54), çamurdan mı (15:26), topraktan mı (30:20) yaratmıştır? Yoksa hiçbir hammadde kullanmadan, sadece "ol" diyerek mi yaratmıştır (3:47)

İlk insanların topraktan ve sonra normal doğum ile çoğaldığından bahsettik. Bu sorudan ise, ‘ol’ emrinin mahiyetinin anlaşılamadığı görülmektedir. Öncelikle ‘ol’ emrinin, ‘hammadde’ gerektirmediğini nereden çıkardı bu bu ateist arkadaş? Aslında mesele, hammaddeden çok ‘oluşum sürecini’ kavrayarak çözülebilir. Gerek Ali İmran, 47 ve gerekse aynı surenin 59. ayetinde ve hatta daha geniş anlamtım ile Yasin suresi 82. ayette de aynı kalıp geçer: ‘Kun feyekûn’: “Bir şeyi istediğinde, O’nun buyruğu “ol!” demekten ibarettir; hemen oluverir.” Kun; ‘ol’ demektir. Allah, ol emrini verir ve artık o iş Allah için olmuş, bitmiş demektir. Ama bir de olayın biz mahlukat, yaratılanlar açısından gerçekleşmesi aşamaları vardır. Mekan gibi zamanı da Allah yaratmıştır ve artık Big Bang teorisi sayesinde bilimsel olarak ta bu kanıtlanmıştır ki, “zaman dediğimiz kavram, evrenin var olması ile başlamıştır.” (Alper Bilgili, Bilim ne değildir? s. 109) Ayetin ikinci bölümü ise, biz insanlar için olan süreci ifade etmektedir; ‘Feyekûn’: Kâne fiilinin, ‘devamlılık ifade eden geniş zaman kipi’ olan muzari kalıbı, ‘bir süreci’ ifade eder. Süreç; zaman, mekana bağlı olanlar için söz konusudur. Allah (cc) ise zaman ve mekanı yaratandır, zaman ve mekandan münezzehtir. Yani, Allah ‘Kun’ emrini verir ve artık Allah (cc) için zaman gibi bir sınır söz konusu olmadığı için onun indinde/katında o iş ‘olmuş bitmiş’ demektir! Ama kulları olan bizler için zaman sınırı olduğu için, aynı iş bizim için ‘oluş sürecine girmiştir.’ Allah (cc) ol deyince ‘hemen’ olan iş, biz insanlar için ise o bir süreci ifade eder ki, ayette, ‘muzari’ fiil kalıbı ile ‘feyekun; oluyor’ şeklinde bunu ifade eder. Çünkü ‘muzari kipi; Bir işin yapılmakta olduğunu veya yapılacağını (Geniş zaman) gösterir.’ Ama ayeti tercüme edenler genellikle yaratıcının indindeki şekli ile ayeti çevirdikleri için, bu detay meallerde bazen atlanmaktadır. (Mustafa Çavdar, Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan, Mahmut Özdemir, İsmail Yakıt, Cemal Külünkoğlu, Bayraktar Bayraklı, Ahmet Tekin meallerinde bu ‘süreç’ detayı okuyucuya aktarılmıştır.)

Not: Müslümanlar için gerekli olmayan bu tür detay bilgiler meallerde gereksiz görüldüğü için pek aktarılmaz. Ama gerek dilbilgisi kuralında zaten var olan ve gerek alimlerinin de zamanında kendi kaynak eserlerinde vurguladıkları bu bilgiler, ateist iddialara cevap vermek için zamanla gündeme taşınmaya başlanmıştır. Yoksa ateistlerin iddia ettikleri gibi bu tür bilgiler onlara cevap vermek amacı ile sonradan uydurulan, zorlama yorumlar değildirler. Ateistlerin bu tür iddiaları temelsiz ve gülünç iddialardır.

Kur’an ayetlerinde bildirilen miras paylaşımın da bir hata var mı?

İnternet sitemizde yıllar boyunca İslam miras hukuku ile alakalı, ‘şu paylaşımda hata var!’ diye ortaya atılan birçok örneği ele alıp cevaplarını tek tek vermiştik. Burada bir veya birkaç örnek vermek yerine, bu tür iddiada bulunanların en çok hataya düştükleri ana başlıkları aktaracak, okuyucuya bir metot sunacağız: İslam hukukunda, ölünün mirası ile ilgili haklardan ve mirasın taksiminden bahseden ilme, "Feraiz" denir. Feraiz, İslam hukukunda başlı başına bir ilimdir. Diğer ilimlerde olduğu gibi bu ilmin de birçok konuları ve kendine has terimleri vardır. Kur’an-ı Kerim'de, yalnız veya başkaları ile olmalarına göre mirasçıların mirastaki payları belirlenmiştir. Bu nedenle, mirasçıların yakınlıkları ve sayılarına göre bazen payda ile pay eşit olmakta, bazen bu eşitlik bozulmaktadır. Paydanın paydan az olması durumunda, her mirasçının kendi hissesi oranında indirim yapılmaktadır. Payın az olması halinde ise arta kalanın, eşler dışında mirasçıların hissesi oranında arttırılarak denklik sağlanmaktadır. Birincisine "avliye", ikincisine "reddiye" denilmektedir. Avliye/reddiye konusu bir matematik meselesidir. İslam miras hukukunun sorunu değil, sonsuz sayıdaki alternatiflerin olduğu meselelerde ortaya çıkan ve günümüz matematik problemlerin de kullanılan bir usuldür.  Matematikte yaklaşık değer; doğal sayılarda, ondalıklı sayılarda, kareköklü sayılarda, Pi sayısında da karşımıza çıkmaktadır.  Avliya/reddiyeden amaç, ‘Kur’an'da verilen payların uygulanabilmesidir’ yani, avliye/reddiye yapıldığında Kur’an'daki hisselerde azalma veya çoğalma olmamakta, o oranlar aynen korunup ve uygulanmaktadır. Mirasçı, varislerine miras hukukuna göre mirası paylaştırılmadan önce isterse vasiyette de bulunabilir ve malının üçte birini (Buhari, Vesâyâ 3) miras olarak bırakabilir. Geri kalan 3/2, İslam miras hukukuna göre taksim edilir. Zaten Kur’an, temel prensipler kitabıdır. Detaylar ise, hadislere ve bunların çizdiği sınırlar içinde görüş belirtecek olan müctehislere bırakılmıştır. Ateist iddia, bazı miras paylaşımlarında, "Payların mirastan fazla geldiği" şeklindedir, doğrusu ise payların, mirastan değil, hesap gereği olarak paydalar eşitlenince paydadan fazla olabildiğidir. Böyle bir "mirasçılar tablosu" karşımıza çıktığında çözüm, paylar toplamının payda olarak alınmasından ibarettir ki, buna 'avliye' denmektedir. Nisa, 13. ayette zikredilen "Allah’ın hududu/sınırları" ifadesi, orada verilen sayıların sabitliğini değil, onların (üçte bir, dörtte bir gibi) metodolojik olarak hesaplamalarda baz alınmalarının gerekliliğini ve paylaşım tablosu ne olursa olsun, ‘bu ölçülerin değişmezliğini’ vurgulamaya yöneliktir. Yani, ‘verilen oranlar, hesaplamanın temel oranlarıdır ve bu oranlar baz alınarak hesaplar yapılmaktadır.’ Hiçbir artı-eksiye mahal bırakmadan, birçok olasılık ihtimali olan miras paylaşımlarını her seferde tek-değişmez hesap tablosuyla gerçekleştirmek imkansızdır. Bu durum, matematiksel olarak bir kesrin genişletilmesi veya sadeleştirilmesi işlemine denk düştüğü için, kesrin değeri, yani ayetteki ana formül değişmemiş olmaktadır. Mesela, 3 ev miras kalmıştır ama 4 mirasçı vardır, burada 'eşit' paylaşım beklemek yanlış olur. Avliye uygulaması yaparak oranların Kur’an-ı Kerim’deki oranlarda sabit tutulması sağlanır. Avliye neticesinde dağıtılan oranlar Kur’an-ı Kerim’de belirtilen oranlardan kesinlikle farklı olmamaktadır. Neticede Allah’ın (c.c.) belirlemiş olduğu oranlarda, mirasçılara taksimde bulunulmaktadır. Ne az ne de fazla çıkmadan! Ortaya çıkan sorunlar, yine ‘ayetler esas alınarak’ çözümlenmektedir.

Miras paylaşımı neye göre olur? 

Miras paylaşımıyla ilgili iki ayette çelişki olduğu iddia edilir. “Sizden birine ölüm yaklaştığında, bir mal bırakacaksa anaya babaya, yakınlara, uygun bir biçimde vasiyet etmesi farz kılındı. Bu, erdemliler için bir görevdir.” (Bakara, 180); “Allah size çocuklarınız hakkında öğütte bulunuyor. Bu paylaşım vasiyetteki payların dağıtılmasından ve borçların ödenmesinden sonra uygulanmalıdır ki, kimseye zarar verilmesin. Bu, Allah’tan bir vasiyettir. Allah bilir, şefkatlidir. (Nisa, 11-12) İddiaya göre, Bakara Suresinin 180. ayetinde varise vasiyetin hak olduğu söylenirken, Nisa suresinin 11 ve 12. ayetlerinde ise miras paylaşımında bazı oranlar bildirilmektedir. Bakara suresinin 180. ayetinde vasiyet etmenin bir hak olduğu, herkesin ölümünden sonra mallarının dağıtımı için vasiyet edebileceği bildirilir. Fakat bir insan vasiyet etmeden ölebilir. Bu durumda ise bu kişinin bıraktığı malları nasıl paylaşılacağı Nisa suresindeki ayetlerde ifade edilmiştir. Bu ayetler arasında herhangi bir çelişki olması söz konusu değildir. İki ayette farklı durumlara göre miras hukuku hakkındaki hükümler bildirilmektedir. Ama ikisini de bir arada yapma hakkı da vardır,  malının 3/1'i vasiyet edebilir, geri kalanı ise Nisa suresi gereğince mirasçılar arasında pay edilir. (İbn Mace, Vesâyâ, 5; Zeylaî, Nasbu'r Râye, IV/399, 400)

Zülkarneyn ayeti, Güneş suda mı batmaktadır, Yer düz müdür?

“Rahman, 33: “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp öteye geçebilirseniz haydi geçin! Ama (tarafımızdan verilmiş) bir güç olmadıkça geçemezsiniz.”; Kehf, 86: “Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta batar (gibi) buldu. Orada bir kavme rastladı. Bunun üzerine biz, "Ey Zülkarneyn! Onları ya cezalandıracak veya haklarında iyi davranma yolunu seçeceksin" dedik.”; Kehf, 90: “Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki, onlar için güneşe karşı bir örtü yapmamıştık.”; Şems, 6: “Yere ve onu yayıp döşeyene and olsun.”; Nebe, 6-7: “Biz, yeryüzünü bir döşek, dağları da (yeri tutan) kazıklar yapmadık mı?”; Hicr, 19: “Arzı da yaydık, oraya sağlam dağlar yerleştirdik, orada ölçüleri belli her türden ürünler bitirdik.” Güneş dünyanın bir ucundan doğup diğer ucundan batıyor.

Zülkarneyn ayetlerinde, 'Güneşin yanında bir kavim buldu' denilmektedir. Güneşin yanında bir topluluk olmadığı zaten bilinen bir husustur. Bu durum tıpkı, denizde yolculuk eden kişinin güneşi, sanki denize batıyormuş gibi görmesine benzer. (Fahrettin Razi, Mefatih'ül-Gayb, XXI/495) Ayette de, "Güneş Kara balçıkta batıyordu denmemiş,  bilakis "Zülkarneyn güneşi kara balçık'ta batarken gördü" denmiştir. (Ebu Said Abdullah Kadı el- Beyzavi, Envaru't-Tenzil, III/291)  Yani ayette Zülkarneyn’in bakış açısı edebi bir anlatımla sunulmuştur. Rahman, 33. ayette verilen mesaj şudur: Bir gün gelecek yerlerin ve göklerin sınırları aşılacaktır. Bu, bize verilen ‘güç, bilgi, delil’ anlamlarına gelen ‘sultan’la (Hud, 96; A’raf, 71) ancak başarılabilecektir. Yani bu ayette bir gün göklerin sınırlarının aşılacağı bizlere bildirilmekte ve bunun bir ‘güç, bilgi’ ile mümkün olabileceği ifade edilmektedir. Zümer, 5. ayetteki, “O, gökleri ve yeri hikmet ve fayda esasına göre yarattı; sürekli olarak geceyi gündüzün, gündüzü gecenin üstüne sarmaktadır.” buyurulmaktadır. ‘Sarmaktadır’ anlamına gelen kelimenin Arapçası, fiili muzari kalıbında olan‘Yukevviru’dur. Fiilin kökü ‘Kevvere’dir ve Türkçede de dünya anlamında kullanılan ‘küre’ kelimesi de bu kökten türemiştir. Yani ayet, gece ve gündüzün birbirine sarıldığını ‘kevvere’ fiili ile ifade etmektedir ki, Arapçada bu fiil, ‘Top gibi yuvarlak yapmak, sarığı başa sarmak’ anlamlarına gelir. (Molla Musa Celali, Ateist İtirazlara Cevaplar, s. 22); Arapçada da "‘Kurretü’l-Kadem’ kelimesi, ‘futbol topu’ için kullanılmaktadır." (Caner Taslaman, Neden Müslüman'ım? Deizme Cevap, s. 75) “yukevviru, küreleştirmek demektir.” (Molla Musa Celali, Ateist İtirazlara Cevaplar, s. 23)

Yasin, 40: “Ne güneşin aya yetişip çatması uygundur ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzüp gider.” Küre ne kadar hızlı dönerse dönsün karanlık ve aydınlık birbirinin sınırını aşamaz! Şems, 6. ayette, dünya misafirhanesinin insan için hazırlandığı anlatılmaktadır. Nebe, 6. ayet, insanın kalacağı mekan ile alakalıdır. Nebe, 7. ve Hicr, 19. ayette ise ‘sağlam’ kelimesi ile bize işaret edilen ise şudur: Eskiden dağların yükseltiler olduğu zannedilirdi fakat günümüzde, ayetinde işaret ettiği gibi köklerinin de olduğu bilinmektedir ve bu kökler sarsıntıları en aza (Enbiya, 31; Lokman, 10; Nebe, 6-7)  indirmektedir ki, buna da ‘izostazi’ denmektedir. Tekvir, 1-2: “Güneş dürülüp karardığında, yıldızlar dökülüp söndüğü zaman.” Soru: Sanki yıldızlar tavandan yeryüzüne dökülüyor. Ancak düz yüzeyler dürülebilir. Cevap: Güneşin dürülmesini anlatan kelime ‘Kuvvirat’tır ve sarmak anlamındaki ‘kevvere’ kökünden türemiştir. Yukarıda belirtildiği gibi ‘Küre’ kelimesi de aynı kökten gelmektedir.  Ayrıca, Zümer, 5. ayette, "Gökleri ve yeri hak ile (yerli yerinde) yaratmıştır. Geceyi gündüzün üzerine sarar; gündüzü de gecenin üzerine sarar." ayetinde de yine aynı kökten gelen 'yükevviru' kelimesi geçmektedir. Bu kelime Arap dilinde, "yuvarlak bir şeyin etrafına bir şey sarmak" anlamına gelmektedir. (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun kalmasın, s. 192, 196) Dolayısıyla ayette, ateist iddianın aksine, düz bir alanın dürülmesi söz konusu edilmemektedir. Yıldızların dökülmesi, sönmesini anlatan kelime, ‘İngederet’dir ve bu kelimenin kökeni, ‘gedere’ fiilidir. Arapça sözlüklerde, ‘Bulanık olmak’ anlamında kullanılır. Yıldızlarında yakıtı tükenince içe çökerler, gaz devlerine dönüşür, ‘bulut’ haline gelirler.

"O Rab ki, yeri sizin için bir döşek yaptı." (Bakara, 22)  Bizzat bu ayetin kendisi 12.  yy alimlerinden Fahruddin Razi (Razi, Mefatihul Gayb III, IV/164) ve Beyzavi (Beyzayi, Envarul Tenzil, I/55) gibi müfessirler tarafından dünyanın yuvarlak olduğuna delil olarak kullanılmıştır. "Ve ardından yeryüzünü düzenleyip yaymıştır." (Naziat, 30) ayetinde geçen 'dehâhâ' kelimesi, Fahruddin Razi tarafından şöyle izah edilmiştir: Bu kelime köken olarak dünyanın yuvarlak olduğunu göstermektedir. (Razi, Mefatihul Gayb, XXXI/46)

Kur’an’da güneşin suyu içinde battığı iddiası mı vardır?

Kehf, 86. ayet, güneş suda mı batmaktadır? Bu ayette, Zülkarneyn’in gün batımı algısından bahsedilmektedir. Güneşin ufukta batışı tasvir edilmiş, betimlenmiştir. Ayette 've-vecede: Zülkarneyn buldu' ifadesi geçer. Yani ayet bir doğa olayından bahsetmez, Zülkarneyn'in ‘bakış açısı ile’ olayı tasvir eder, O’nun nasıl gördüğünü bize aktarır. Günümüzde de 'Güneş battı/doğdu' ifadesini, hem de her dilde (Mesela İngilizcede, 'Sunset' kelimesi aynen kullanılır, İngilizler güneşin 'battığına' mı inanmaktadırlar? Fransızca, 'Coucher de soleil', Almanca, 'Sonnenuntergang', Çince, '太阳日落'  vd. hep aynı anlamlara gelir!) kullanılır. İşin ilginci Kur’an’daki bilimsel ayetleri inkâr edemeyen ateistler, Hz Muhammed’in bu bilgileri Hindistan'dan Yunanistan'a, Amerika'dan Mısır'a dek (Matematikten astronomiye, tıptan Jeolojiye dek birçok) bilimsel metinlerden elde ettiğini iddia ederler. Ama bu iddialarında ise, Hz Muhammed'in güneşin nerede battığını bile bilmediğini iddia ederler. O kadar bilgiyi (Kur’an ve bilim adlı yazımıza bakılabilir!) okuma bilmeyen (Ümmi peygamber adlı yazımıza bakılabilir!) Hz Muhammed öğrendi de bu basit bilgiyi mi atladı? Yoksa ateistler herhangi bir metot olmadan sadece saldırı ve hata arama içgüdüsü ile mi hareket etmektedirler?! Hadi iyi niyetle yaklaşalım, bu tür sorulara neden temel sorun, kelimelerin anlamlarını kavrayamamak ve anlayış eksikliği kaynaklıdır. Bu ayette iki yerde geçen ve Türkçeye  “Batmak” olarak çevrilmiş iki ayrı  kelime vardır: “Sonunda güneşin battığı (Arapçası; mağribe) yere kadar ulaştı ve onu kara çamurlu bir gözede batmakta (Arapçası; tağrubu) buldu, yanında bir kavim gördü.” Ayette, ‘güneşin suyun içine batıyormuş’ şeklinde bir ifade olduğunu iddia edilmektedir. Halbuki “güneşin batması” ile, “bir şeyin suda batması” türkçede ‘aynı’ kelime ile ifade edilse de bu kelimeler arapçada ‘ayrı ayrı’ kelimelerdir. Ateistlerin bu farkı bilmemesi veya karmaşadan yararlanmak istemesi sonucu böyle bir iddia ortaya atılmaktadır. Güneşin batması “Ğarebe” fiiliyle ifade edilir. Hatta bu kökten türeyen kelimeler Türkçeye‘de geçmiştir. Örneğin “garb” ya da “mağrib” aynı kökten türeyen kelimelerdir, “batı” (yön) anlamlarına gelir. ‘Bir nesnenin suda batması’nın Arapçası ise “ğareke” fiilidir ve ‘ğarabe’den farklı bir fiildir. Bu kelime de aslında Türkçeye geçmiştir. ‘Suya gark oldu’ derken bu fiil kökünü kullanırız. Kur’an’da da, bir şeyin suyun içine batması anlamında bu kelime kullanılır. Mesela Kehf suresinde: "İçindekilerini batırmak (ğarake)  için mi onu deldin?” (Kefh, 71) buyurulmaktadır. Demek ki ayet güneşin suda battığını ifade ‘etmemektedir.’ Güneşin batmasıyla, bir şeyin suda batmasının Türkçede tek bir fiil olan ‘batmak’ fiiliyle kullanıldığını, Arapçada ise farklı iki fiil kullanıldığını görmüş olduk. Dolayısıyla yukarıdaki ayette de güneşin suyun içinde bir cisim gibi batmasından bahsedilmesi söz konusu olmamaktadır. Ayette anlatılan güneşin ‘batışıdır.’ Aslında Türkçedeki batmak fiilinin Arapça karşılıklarını bilinmese bile, yukarıdaki eleştirileri yapan arkadaşların anladığı gibi anlamak için ancak art niyetli olmak gerekir. Mesela biri “Ben dün deniz kıyısında gittim ve güneşin denizde batışını seyrettim” dese, bundan ateistler güneşin suyun içine battığını mı anlamaları gerekir?  Ya da “Güneş her sabah doğuyor” derken ateist arkadaş güneşin bir annesi var, her sabah bu anne doğum yapıp, güneşi doğurduğunu mu düşünür? Zaten kelimelerin Arapça karşılıklarına baktığımızda konunun çok açık olduğu anlaşılmaktadır. Güneşin battığı yer olarak ayette geçen kelimenin orijinali  “mağrib” kelimesidir. Bu kelime ‘batıda bir yer’ anlamına gelir. Bu ifade Batıda gidilecek en uzak yeri ifade etmektedir. Mesela, Kuzey Afrika ülkesi Fas’a Araplar “Mağrip” adını vermişlerdir. Çünkü batı yönünde gittikleri en son yer Fas’tır. Ayrıca günümüzde de Türkçede ya da diğer dillerde benzer ifadeler kullanılır. Japonya bir uzak doğu ülkesidir. İngilizcede de, Türkçe’dekiyle aynı anlama gelen “Far East” kullanılır.

Önemli not: Yukarıda örneklerde gördüğümüz gibi, Kur’an ayetleri Türkçeye çevrilirken, Arapça fiil kökleri ile Türkçe karşılıkları bazen tam motamot, birebir çevrilememekte, aslında buna fazla da dikkat edilmediği görülmektedir. Tabii bunda, ‘bir gün ateistler çevirilerdeki eksik-yanlışlardan hareketle Kur’an’da hata arar’ diye düşünülememesinin de etkisi vardır. İşin daha da trajıkomik tarafı, ateistlere cevap vermek için Arapça asıllı kelimelerin birebir anlamlarına dikkat çektikçe, bizler, ateistlerin ‘Bizi kandırmak için kelimelerin anlamları ile oynuyor, anlamlarını değiştiriyorlar’ türü isnatlarına muhatap olabilmemizdir. Örneğin, ‘hasbelkader’ kelimesi, "rastlantı sonucu olarak, rastlantıyla" şeklinde Türkçeye çevirmektedir. Kader kelimesinin tesadüf kelimesi ile açıklanmaya çalışılması, bir araya gelmelerine imkan olmayan iki zıttın birbiri yerine kullanılması kadar absürt bir olaydır. Kader ile tesadüf birbirinin zıttı olan iki ‘alternatif’ kavramdır, birbiri yerine kullanılabilmeleri imkansızdır! İşte ateistlerin anlamadığı, anlayamadığı ve asla da anlamak istemediği realite; hiç bir çevirinin aslın yerini tutmayacağı, tutamayacağı gerçeğidir! Bir de üstüne bu iki kavramın ayrılığı gerçeğini dile getirdiğimizde, ‘İslam’ı olduğundan farklı göstermeye çalışmak, kelimelerin bilmem kaçıncı anlamını kullanmak’ türü ithamlarla reddetmeye çalışmaktadırlar. Ey ateist arkadaş! Hem bilmiyorsun, hem bilmediğini de bilmiyorsun hem de bilmeye niyetin yok ve üstüne bir de bilgiçlik taslıyorsun!

Şurası özellikle bilinmelidir ki; İslam’ın kimseye sevdirilmeye ihtiyacı yoktur! Eğer bizim böyle bir niyetimiz olsa; hadisleri reddeder, mezhepleri savunmaz, had cezalarını yumuşatır, tesettürü değiştirir, sol veya liberal jargonla konuşur, ‘taaddüd-i zevcat yok’ der, ‘Hz Adem’in babası var’ der, evrimi savunurduk! Biz, İslam’a hizmet edebilme lütfuna sahip olabilmeye çalışırız, İlahi Rabbimiz ikram ederse, hamd eder ve secde ederiz!

Kur’an'a göre yeryüzü düz müdür? Şems, 6. ayet: "Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun ." ve   Naziat, 30. ayet: "Ardından yeri düzenleyip döşedi.  ayetlerini nasıl anlamalıyız?

Şems suresi 6. ayetteki “tahâhâ” sözcüğü ile Naziat sûresinin 30. ayetindeki “dehâhâ” sözcüğünün anlamları aynıdır. Nasıl ki  aslı “temur” olan sözcük günümüzde “demir” olarak kullanılıyorsa, benzer durum Arapçada da karşımıza çıkmaktadır. Arap dilinin ünlü sözlük yazarı,  meşhur dil bilimci İbn-i Manzur, ‘Lisanü’l-Arab'ın da bunu açıkça dile getirmektedir: “Tahâ: Ferra şöyle açıklamıştır: tahâ’ ve  dehâ’ bir ve aynıdır. Şimr de şöyle demiştir: Tahâhâ, dehâhâ anlamındadır.  ط - tı harfi,  د - del harfinden dönüşmüştür. Bu sözcüğün anlamı içerisinde, bitkilerin yeryüzüne yapışması ve yayılması anlamı da mevcuttur.” (Lisanü’l-Arab, V/574) Buradaki mucize, sıradan “yaymak ve döşemek” eylemi için Arapçada beseta” ve vessea” sözcükleri kullanılırken bu ayette yerkürenin yayılıp döşenmesi için, tahâ” ve dehâ” kelimelerinin kullanılmış olmasıdır. Çünkü bu sözcükler sıradan ve normal bir yaymayı değil, arzın şekline uygun olan “yuvarlakça yayma”yı  ifade etmektedir. Detaylarına bakalım: Dehâ: “dahv” sözcüğünün manası, “devekuşu yumurtası” demektir. Bu sözcüğün türevlerinden olan “midhat” sözcüğü, Mekkelilerin yuvarlak taşlar ve ceviz ile oynadıkları, bu günkü golf oyununa benzer bir oyunun adıdır. Bir çukur kazılır, kazılan çukura yuvarlak taş veya ceviz düşürülmeye çalışılır. Yuvarlak nesneyi çukura düşüren kişi oyunun galibi, düşüremeyen de mağlubu olurdu. Ebi Rafi’ rivayetinde, Peygamberimizin torunları Hasan ve Hüseyin’in de bu oyunu oynadıkları anlatılır. “dahv“sözcüğünün türevlerinden olan “medâhî” sözcüğü de, kursa/yufka gibi yuvarlak taşlara verilen addır. (Lisanü’l-Arab, III/310-311) “Yuvarlakça yaymak, döşemek” anlamındaki sözcüğün yeryüzü için kullanılması, yeryüzünün insanların ve diğer canlıların yaşamasına ve yiyeceklerini sağlamasına elverişli bir şekilde yaratılmış olduğuna ve şeklinin de tam yuvarlak değil, yuvarlakça olduğuna işaret eder. Dünyamızın şeklinin “kutuplardan basık elipsoit (dönel elipsoit)” olduğunun daha yeni sayılabilecek bir tarihte keşfedildiği hatırlanacak olursa, 14 asır önceden yeryüzünün şekli için “dönel elipsoit”e en benzer yapıdaki devekuşu yumurtasını anlatan bir sözcüğün kullanılması gerçek ve büyük bir mucizedir. Peki, İslam alimleri bu ayetten hareketle dünyayı nasıl tasavvur etmişlerdir? İbni Teymiye “İslam alimleri dünyanın yuvarlak olduğunda icma etmiş/birleşmişlerdir.” demektedir. (İbni Teymiye, Mecmu’ül-fetava, XXV/195) Ayrıca ibni Hazm, ibni Cevzi “dünyanın yuvarlak dolduğunu da delilleriyle açıklamışlardır.” (İbni Teymiye, Mecmu’ül-fetava, VI/586; İbni Hazm, elFasl fi’l-milel, II/78) Fahreddin Razi şöyle der: “Bazı kimselere göre, yerküresinin yayılmış olarak sergilenmesi, onun küre şeklinde olmamasını gerektirir. Bu, yanlış bir düşüncedir. Çünkü yuvarlak bir cisim büyük olduğu takdirde, bir sergi gibi üzerinde yaşanmaya müsait olur.” (Râzî, Mefatihu’l-gayb, II/104; Tefsir-i Kebir, 5, 174, 525) İmam-ı Gazali: "Kіmіlerі de göklerіn yuvarlak (kürevі) olduğunu söylemіştіr. Mühendіslerіn hepsі bu görüştedіr. Biz, bu hususta onlarla aynı görüşteyіz." (Tefsіr-і Kebіr, XVIII/149) derken, Seyyid Şerif Cürcani de, kainatta yuvarlaklığın bir kanun gibi göründüğünü, bundan yerküresinin istisna edilemeyeceğini vurgulamış ve ilgili ayetleri bu çerçevede değerlendirmiştir. (Cürcani, S. Şerif, Şerhu'l-Mevakıf, II/441- 442) Beydavi ve onu takip eden Nesefi, Bakara Suresi’nin 22. ayetinde yer alan “O, öyle bir Allah'tır ki, yeryüzünü size bir döşek yaptı.” cümlesini tefsir ederken, “Arzın insanlar için döşek gibi yayılıp sergilenmesi, onun küre olduğu gerçeğine aykırı değildir.” (Beyzayi, Envarul Tenzil, I/55; Mecmu't-tefasir, I/75) demektedirler. İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin de, Dünya'nın şekliyle ilgili “Yeryüzü bir portakal gibi yuvarlaktır.” dediği nakledilir. (Muvaffak, Menakib-u Ebi Hanife, I/161) 1350 yılında vefat eden İbn Kayyım da, Bakara 22. ayeti açıklarken, “bu ayetteki satıh (sutihat) ifadesiyle arzın üzerinin canlıların yaşamasına, yerleşmesine elverişli hale getirildiğinin kastedildiğini, bu durumun arzın kürevi olmasına aykırı olmadığını” söylerken (İbn Kayyımi’l-Cevziyye, et-Tibyân fî Aksâmi’l-Kur’ân, Dâruİhyâi’l-Ulûm, Beyrut, 1988, s. 372); 1064’te vefat eden İbn Hazm, “Arzın yuvarlaklığının beyanı” başlığı altında, “ilimde önder vasfını hak etmiş hiçbir İslam aliminin dünyanın yuvarlaklığını inkar etmediğini, onlardan hiçbirinin buna aykırı bir söz söylemediğini, bilakis Kur’an ve sünnette arzın kürevi olduğuna dair deliller bulunduğunu” (Muhammed Ali b. Hazm el-Endelusî ez-Zâhirî, el-Faslfi’l-Milel ve’l-Ehvâ ve’n-Nihal, Dâru Sâdır, Beyrut, II, 97) yazmaktadır. “982 yılında Bizans'a elçi olarak giden ünlü İslam alimi Bakıllani, "Siz de biliyorsunuz ki Dünya yuvarlaktır." diye söze başlarken, 1000 yıl önce yaşamış olan Endülüslü alim İbn-i Hazm, Zümer suresi 5. ayetten hareketle, dünyanın yuvarlak olduğunu açıklıyor, Kur'an yorumcusu Fahreddin Razi, "dünyanın küre şeklinde olduğu gerçeğini"  800 yıl önce açıkça ilan ediyordu.” (Prof. Cağfer Karadaş, Kafama takılanlar, s. 57-58) “İmam Razi, Taftazani, Seyyid Şerif Cürcani, Gazali, İbrahim Hakkı ve Hüseyin Cisri gibi alimler dünyanın küre şeklinde olduğunu söylerken Batı dünyası dünyanın yuvarlak olduğunu beyan eden bilginleri engizisyona gönderiyor, kitaplarını yaktırıyordu. (Molla Musa Celali, Ateist İtirazlara Cevaplar, s. 24) Hristiyan bir bilim adamı, dünyanın küre şeklinde olduğu görüşünü Müslüman ilim adamlarına borçlu olduğunu itiraf ederken bizdeki ateistler hala İslam'a çamur atma gayreti içindeler. "Toledo'nun 1085 yılında zaptı, Hristiyan astronomi bilgisine çok ilavelerde bulundu ve dünyanın küre şeklinde olduğu doktrinini canlandırdı." (Will Durant, The Age Of Faith, s. 341-343) Batının İslam alemine gerek bilimsel buluşları gerek rönesans’ı borçlu olduklarına dair yazımıza, ‘İslam felsefesinin özgünlüğü ve Batı’ya tesiri’ başlıklı yazılarımızdan ulaşabilirsiniz.’ 

Hicr 19: Biz yeri yaydık, üzerinde sabit dağlar bıraktık…  Yorum 1: "yeri yaydık" ifadesi kesinlikle yeri bir tepsi gibi gösteren bir ifadedir. 2: dağların yerin üzerine daha sonradan bırakıldığı söyleniyor. ama biz biliyoruz ki dağlar volkanik ve tektonik hareketler sonucunda oluşmuş coğrafi yapılardır. öyle gökten zembille inmiş değillerdir. 3-depremi dağlar mı önlüyor şimdi yani, e hadi hiç deprem olmasa neyse de daha 4 yıl önce sallandık.

Önce ateist kesiminde itiraz edemeyeceği birkaç yazardan alıntı ile konumuza giriş yapalım. Cumhuriyet genel yayın yönetmeni Can Dündar toprak için ‘yeryüzü battaniyesi’ ifadesini kullanır. (Can Dündar, Tutuklandık, s. 238) Yine 1961 darbesinin anayasasını hazırlayanlardan olan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’da çimenler için ‘Halı’ kavramını kullanmaktadır. (Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Anıların İzinde, 2. Kitap, s. 35) Yaşar Kemal’in bir eserinin adıda, ‘çok sıkıntılı, baskıcı bir ortamı’ ifade etmek için kullanılan, 'Yer Demir Gök Bakır'dır. Battaniye/Halı düz yere serildiğine göre ‘Acaba Dündar’a/Velidedeoğlu’na göre yeryüzü düz müdür?’ diye sorabilir miyiz? ‘Rahatlığı’ ifade eden ‘yerin yayılması/döşek olması’ ifadelerini anlamamakta ısrar eden materyalist kesim, Yaşar Kemal’i nasıl anlayacaktır?! Ya, "Yıldızlarla süslü gökyüzü üzerlerine yorgan, Karadeniz’in dalgaları ise altlarına döşek olmuştu." (Ayça Yolkolu Öksüz, Hüzün aş olunca) cümlesini ya da "Yıldızlı gökten yorgan yaptım çektim üstüme" (Salih Yalçın, Vicdan şiiri, Dil ve edebiyat Dergisi, Sayı: 187, Temmuz 2024, s. 14) şiirini?  ‘İ’caz’ ile yani ‘sanatsal anlatımlarla’ dolu olan (Bu konuda, ‘Teşbih, mecaz’ adlı yazımıza bakılabilir) Kur’an’ın (DİA, i‘câzü’l-Kur’an maddesi) bu üslubunu bilmeyen ve hatta bundan habersiz iken bir de bilgiçlik taslayarak Kur’an’da hata arayanları, kendi yoldaşlarına havale edip gelelim ilk soruya:

“Ayetin tam mealinde,  ‘yeri sizin için döşek gibi yaptık-yaydık’ denmektedir. Yani yatakta nasıl insan rahatsa, yeryüzünde de öyle rahat edeceği şekilde yeryüzü yaratıldığı sanatsal olarak ifade edilmektedir. Öyle ya, meyve sebze, et süt, yumurta, bal… Hiç birini biz tek tek topraktan toplayıp/seçip/eleyip/birleştirip yapmıyoruz.  Bitkiler, topraktaki mineralleri birleştirip meyve sebze yapıyor; göğe yükselen bulutlar uzayda kaybolmayıp yere yağmur olarak iniyor; suyun kaldırma kuvveti, denizleri taşımada kullanmamızı sağlıyor; arı tek tek dolaşıp çiçek özlerinden bize bal yapıyor… Kanunlar yine olsa ama , Allah yer çekimi kanununu denize, kaldırma kuvveti yasasını yeryüzüne uygulatsa idi halimiz nice olurdu? Buhar gökte yoğunlaşmasa; yerdeki insan-bitki-hayvan susuzluktan kırılırken başımızın üstünde tonlarca su gezip dursa…! Evet, görüldüğü gibi “Yüce Yaratıcı yeryüzünü insan için hazırlamıştır.” (Hacı Ali Şentürk, Ateizm, Sonuçsuz Serüven, s. 166) Konuya dönersek; Ayetteki ‘dehâ’ kelimesini kökeni ‘dahv’ın anlamı ve içeriği yukarıda açıklandı. Zümer suresi 5. ayette gecen “Tekvir” kelimesi, ‘bir şeyin başka bir şeye sarılması’ anlamına geldiğine göre ayette gecen gece gündüzün tekvir edilmesi ile neyin kastedildiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Dağların görevine gelince: G. B. Airy ve J. H. Pratt, yüzeydeki düzensizliklerin, yerkabuğunun belirgin kısımlarındaki (dağlar ve düzlükler) kayaların yoğunluklarındaki farklarla dengelendiğini söylerler ki, bu denge durumuna "izostesi" denmektedir. (M. J. Selby, Earth's Changing Surface, Clarendon Press, s. 32) Webster’s New Twentieth Century Dictionary’de (Webster’ın Yeni 20. yüzyıl sözlüğü) bu terim şöyle açıklanır: “Jeoloji’de dağların Dünya yüzeyinin altında oluşturdukları yerçekimsel kuvvet sayesinde yerkabuğunun genel dengesinin sağlanması.” The Earth (Yeryüzü) adlı kitabın yazarı olup, aynı zamanda ABD Bilimler Akademisi başkanı olan Frank Pres’te bu görüşü savunmaktadır.  Dağların yukarıdan bırakılması konusunu da açıklayalım: Peygamber efendimiz bir hadisinde “Derdi indiren dermanını da indirmiştir.” buyurmuştur. (Tirmizi, Sünen, VI/383, Tıb,2, Hadis No: 2038 ; Ebu Davud, II/331, Tıp,1, Hadis No: 3855;İbn Mace, Sünen, II/1137,Tıb,1 Hadis No.3436) Hastalık da tedavisi de gökten inmez. Ama her iyi şey Yüce Yaratıcıdan bize gönderilmiştir. Yüce makamdan; Yaradan’dan yaratılana gelen ise, ‘indirme’ kelimesi ile ifade edilmektedir. Dağlar gibi; depremden, uzun süre yaşamaya (Mynet, 11 Aralık 2014) suyun yeryüzünde kalmasını sağlamasından, obeziteyi azaltmasına birçok faydası olan nimetler içinde Yüce Yaratıcı benzer anlama gelen kelimeyi kullanmıştır. Hristiyan bir oryantalist olan Watt kadar objektif olamayan ateistler, Kur’an’da hata arama gayretinden vazgeçmeseler de, gerçekler her zaman eninde sonunda ortaya çıkmaktadır. M. G. Watt, ‘Hz Muhammed'in Mekke'si’ adlı kitabın 17. sayfasında şöyle söylemektedir: "Eğer Kur'an, -tesadüfen bile olsa- yeryüzünün Güneş'in etrafında dönüyor olduğunu söylemiş olsaydı, bu, düşmanlarına Kur'an'ı reddetmek için ekstra bir gerekçe sunacaktı. Bunun yerine, oldukça açık ifadelerle ‘Allah'ın yaydıkça yaydığı, düz bir yeryüzünden’ bahsedilir. Bunu ifade etmek için, birkaç farklı Arapça kelime kullanılmaktadır; ancak bunların hepsi, kuşkusuz yeryüzünün düz olduğuna dair özel bir vurgu taşımamaktadır." 

Bakara 22: O rabbiniz ki yeri size döşek, göğü de size yüksek bir tavan yapmış, Hicr 19: Biz yeri yaydık, üzerinde sabit dağlar bıraktık. Kaf 7: yeri nasıl yaydık. yorum: bu da yeri tepsi yapan bir başka ayet. Enbiya 31: yerin insanlarla sarsılmaması için yeryüzünde sabit dağlar yarattık, yeryüzünde geniş yollar vücuda getirdik ki gidecekleri yeri bulabilsinler. 

Önce tüm ayetlerin tam tercümelerini verelim:  "Yeryüzünü uzattı." (Rad, 3; Kaf, 7; Hicr, 19);  "Yere; nasıl yayılıp döşendi?" (Ğaşiye, 20); "Yeryüzünü yayıp döşedi." (Naziat, 30). Günümüzden 3.7 milyar yıl önce, şimdikinin sadece %10’u kadar yeryüzünde bir alan vardı. (Von Huene, Roland; Scholl, David W. (1991). "Observations at convergent margins concerning sediment subduction, subduction erosion, and the growth of continental crust". Reviews of Geophysics. 29 (3): 279–316. Bibcode:1991RvGeo..29..279V. doi:10.1029/91RG00969) Zamanla yeryüzü ‘uzadı’ ve 3 milyar yıl önce günümüzdekinin % 25’i kadar oldu. 2.6 milyar yıl önce ise günümüzdekinin % 60’ına kadar kıtaların uzaması devam etti. (Taylor, S.R.; McLennan, S.M. (1995). "The geochemical evolution of the continental crust". Rev. Geophys. 33 (2): 241–265. Bibcode:1995RvGeo..33..241T. doi:10.1029/95RG00262) ve günümüzde de hala kıtaların yani yeryüzünün uzaması devam etmektedir. Tıpkı Kur’an’ın ifade ettiği gibi. (https://www.bilimveyaratilisagaci.com/2020/12/yeryuzunun-uclarindan-eksilmesi; https://www.bilimveyaratilisagaci.com/2020/01/Kur’anda-dunyanin-sekli-pervane)

Dünyanın ilk oluşumu esnasında yer kabuğu soğumaya başlar ama alttaki sıvı magma, üzerinde yüzmeye de devam etmetkedir. Bu tabaka gerek birbirine çarptıkça gerekse alttan gelen basıncın etkisi ile dağları oluşturmaya başlar. Bu dönemde yer küre girintili çıkıntılı bir yapı halindedir. Zamanla güneşin ve suların aşındırıcı etkisi ile milyarlar yıl içinde dağlar ufalanarak toprağı oluşturmuş ve bu topraklar erozyonla vadilere inmiş ve sonunda da toprakla dolan yer küre düzlenmiş, ‘yayılmış’ ve hayatın oluşması için ‘adeta döşek gibi’ serilmiştir. (science.sciencemag.org/content/335/6070/810; www.nationalgeographic.org/encyclopedia/weathering; https://link.springer.com/chapter/10.1007/978-3-642-53715-8_4) Ayette geçen firaş; döşek kelimesi yeryüzü ile insanın ilişkisini anlatmak için kullanılmıştır. Bu kelime aynen bir teşbih-benzetme sanatı olarak Nebe, 6. ayette de  geçmekte ve yine aynı surenin 10. ayetinde bu defa da gece bir  'örtüye' benzetilmektedir. Rum 26. ayette ise yer ve göklerin Allah’a ‘boyun eğdiğini’ ifade edilmektedir. Mülk 15. ayet, ‘Yeryüzünün insana boyun eğdiğinden’ bahseder ve ayetin devamında, 'yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın' ifadesi yer almaktadır. Acaba buradan da dünyamızın insana benzetildiği sonucu çıkarılabilir mi? Ateistler burayı nasıl atlamışlar hayret?! Yoksa her aklı başında ve önyargısız okuyan gibi, bu ayetlerde de mecaz kullanıldığı anlaşılmakta değil midir? Evet!Tüm bu örnekler, ayetlerde mecazi bir anlatımın olduğunu göstermektedir. Allah yeryüzünü insanın rahatça yaşayacağı bir ortamda yaratmıştır. (Bakara, 29; İsra, 70; Müminun, 40/61-64) Dünya insanın evi imiş gibi rahatça yaşayabileceği bir yer olarak yaratılmış ve tüm detaylar ona  (insana) göre ayarlanmıştır. Yukarıda da değindik, bitki ve hayvanlar insanlara hizmet için yaratılmıştır! (‘Allah’ın varlığının ispatı’ ve ‘Evrim’ adlı yazılarımızda da bu konular anlatılmaktadır) Ya göklerdeki ihtişam; Gezegenlerin itme çekme kuvveti ile oluşan denge, kara delikler, "İnsani İlke" (Anthropic Principle) ve "İnce Ayar" (Fine Tuning), dört temel kuvvet -yerçekimi kuvveti, elektromanyetik kuvvet, güçlü nükleer kuvvet ve zayıf nükleer kuvvet- vd. Tüm bunlar hep bir düzene işaret etmektedir. İşin dikkat çekici yönü, tüm bunlarda insanın hiç müdahelesi yoktur, insanın iradesi dışında tüm bu denge kurulmuştur ve işlemektedir. Zaten Bakara 22. ayetin devamın da: “Gökten su indirip onun aracılığı ile size rızık olarak topraktan çeşitli ürünler çıkardı” buyrularak konuya açıklık getirilmektedir. Yani ayetlerin asıl amacı, uyum/dengeye dikkat çekmek, kainat kitabını okumaya yönlendirmek ve buradan da Yüce Yaradan’a ulaşmamızı sağlamakdır.  Diğer ayet (Hicr, 19 ve Kaf, 7) yerin, dağlara göre daha yayılmış olduğu ifade edilirken, “Belirli bir ölçü” ifadesi ile de yine aynı mesaja; yeryüzündeki dengeye dikkat çekilmektedir.

Zariyat : 47-48  bu  ayeti anlamamızı kolaylaştırır:"...yeryüzünü de döşeyip  yaydık. bakınız biz ne güzel döşeriz."

Zariyat, 47. ayet: “Göğü gücümüzle biz kurduk; şüphesiz biz onu genişleticiyiz.” diye bilimsel bir mucizeye işaret edilirken (Big Bang) bir sonraki ayetten Kur’an’ın bilim dışılığına delil bulabileceğini ümit edenler ancak ateistler olabilir! Allah Teala yeryüzünü, insanın rahat yaşaması için beşik gibi yaratmıştır. İnsanlar o dengeyi bozmadıkça (Rahman, 1-9) yaşam denge içinde devam etmektedir. Ayette geçen "döşeme" fiili ki, ayette ‘Döşedik’ denmekte, ‘yaydık’ denmemektedir; konfora, rahatlığa ve düzene işaret etmektedir. Artık kula düşen nimetini, rızkını aramaktır. "Ne güzel döşeyiciyiz." şeklinde son bulan bu ayet, tüm ‘yaymak, döşemek’ şeklindeki eylemlerin amacına işaret etmekte, yaratılanlardaki mükemmelliğe dikkat çekmektedir. Peki, bu düzen ve –insanlar bozmadıkça- var olan rahat ortamın amacı nedir? Tevhid eksenli yaşayıp, ahlak üzere ömür sürüp cennette ebedi hayata hak kazanmak!

İnsanlar ne için yaratılmışlardır?

Zariyat suresindeki ayette insanların ‘kulluk için’ yaratıldığından söz edilirken, A’raf suresindeki ayette ise çoğunun cehennem için yaratıldığından söz edilmektedir. Halbuki Zariyat suresinde yaratma fiili ‘haleka’ şeklinde geçerken, A’raf suresindeki ayette ise yaratma ‘haleka’ değil, türeyip çoğaltma anlamındaki ‘zare’nâ’ kelimesi geçmektedir. Zariyat 56: “Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım” Burada söz konusu olan durum ilk yaratılmadır. İnsanların yaratılması için “haleka”   fiili kullanılmıştır. A’raf suresindeki bahsi geçen 179. ayetin öncesini, 175. ayetten itibaren okursak, Allah’ın ayetlerinin kendisine ulaştığı ama ayetlerden yüzçeviren, küfrü tercih eden, bu nedenle de Allah’ın hidayetine muhatap olmayan bir kişiden bahsedildiği anlaşılır. 179. ayette ise, Zariyat suresinde de ifade edildiği gibi ibadet için yaratılan insanların tercihlerini, yaratılış amaçlarının dışında kullandıkları ifade edilmekte ve “And olsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi türetip çoğalttık (zare’nâ). Kalbleri vardır, bununla kavrayıp anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler.” (A’raf 179) buyurulmaktadır. Burada kastedilen ilk yaratılma değil, türetip çoğaltılmadır; ‘zare’nâ’ Türkçeye yaratmak şeklinde çevrilselerde Arapça asıllarında iki ayrı fiildir ve dolayısı ile iki farklı anlam kastedilir. Konuya ek olarak, ‘Allah kalpleri mühürler mi?’ ve ‘Kur’an, akıl, kalp’ başlıklı yazılarımızı da tavsiye ederiz.

Allah'ın Resul'ü İsa, yoksa cehennemde mi?

Enbiya 98-99: “Gerçekten siz de, Allah'ın dışında taptıklarınız da cehennemin odunusunuz, siz ona varacaksınız. Eğer onlar (gerçek) ilahlar olsalardı, ona girmeyeceklerdi. Oysa onların tümü içinde temelli kalıcıdırlar.” Ateist arkadaşlarça, ‘Enbiya suresindeki ayette Allah’ın dışında tapılanlar ve onlara tapanların cehennem odunu olduğu bildirilmektedir. Yine başka ayetlerde Hristiyanların Hz. İsa’yı ilah edindikleri de söylenmektedir. Bu ayetlere göre, Hz. İsa’nın da cehenneme gitmesi gerektiği’ iddia edilmektedir. Halbuki ve çoğu zaman olduğu gibi, ayetin devamını okusalar sorun olmadığını hemen ortaya çıkacaktır: “Daha önce bizden en güzel sonucun vaadini almış olanlara gelince, işte onlar cehennemden uzak tutulurlar. Onlar cehennemin uğultusunu işitmezler, canlarının istediği nimetler içinde ebedi olarak kalırlar.” (Enbiya, 101-102) Hz. İsa ve onun gibi diğer salih olan kullar kendilerine Allah’ın sıfatlarının verilmesinden ve tapınılmasından masumdurlar. Onların bir sorumluluğu yoktur. Bu iddiada görülen mantık aslında inkarcılar tarafında sürekli kullanılan bir mantıktır. Ayetteki bir ifade konunun akışından çıkartılarak anlamı kaydırılmakta ve kendi iddialarınaa delil (!) olarak kullanılmaktadır. Oysa ayetler birlikte okunduğunda her şey net ortaya çıkmaktadır. Ayrıca ateist arkadaşlar keşke ‘Aynı konudaki tüm ayetlere baksa’ idiler. “Allah, “Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara sen mi ‘Allah’ın dışında beni ve annemi birer tanrı kabul edin’ dedin?” buyurduğu zaman o şu cevabı verir: “Haşa/asla! Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Ben onlara ancak senin bana emrettiklerini söyledim; ‘Benim de rabbim sizin de rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum sürece onların yaptıklarına tanık idim. Fakat sen beni vefat ettirdikten sonra onların halini bilip gören sadece sensin. Sen her şeye şahitsin. Allah şöyle buyurur: “Bugün doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlar için, ebedi kalacakları ve altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan hoşnuttur, onlar da O’nun rızasını kazanmaktan ötürü mutludurlar. İşte büyük kurtuluş budur.” (Maide, 116-119) Biraz daha detaya inelim ve konuya noktayı koyalım: Arapça’da ‘akıllı’ varlıklar ile ‘’akılsız; hayvan ve cansızlara’ hitap türleri farklıdır. Ayeti kerimede “ve ‘mâ’ ta’büdüne” ifadesi geçmektedir. ‘Mâ’ edatı Arapça’da akılsızlar için kullanılır ve tapılan putlar kastedilir. Ayette “ve ‘men’ ta’büdüne” şeklinde geçse, ateistler yukarıdaki soruyu sorma hakkına sahip olurlardı! Ayette akıllılar için kullanılan “men” edatı kullanılmadığı için, Hristiyanların taptıkları İsa’nın kastedildiği sonucuna ulaşmak da imkansızdır! Ama bu detaya gerek kalmadan, ‘ayetin devamı veya aynı konudaki tüm ayetler bir arada değerlendirilse idi’ zaten konu kendiliğinden açıklığa kavuşturmaktadır. Bu arada, kimin hangi dilde namaz kılacağı, ezan okuyacağına bile karar verme yetkisini kendisinde görenlerin bir de cennet/cehenneme girecekler konusunda da söz etme hakkını kendilerinde görmeleri hayli ironik kaçmaktadır!

Kıyamet Günü İnsanlar Kaç Grup olacak?

“Sizler de üç gruba ayrıldığınız zaman: Biri, amel defteri sağından verilenlerdir; ne mutlu o sağından verilenlere! Diğeri amel defteri solundan verilenlerdir; ne bedbaht o solundan verilenler! Önde olanlar; (erdem, amel ve ödülde) önde olanlar; İşte onlar nimetlerle dolu cennetlerde Allah’a ‘en yakın’ olanlardır.” (Vakıa 7-12); “Ayetlerimizi inkar edenler ise, işte onlar soldakilerdir. Cezaları, kapıları üzerlerine sımsıkı kapatılmış bir ateştir.” (Beled, 20) Allah, ilk surede insanların kıyamet günü, kitabı sağından verilenler ve kitabı solundan verilenler olmak üzere iki gruba ayrıldığını söylemektedir. 3. grup ise, önde olanlardır. Onlar Allah’a en yakın olanlar olarak kitabı sağından verilenlerden bir adım önde olacaktır. Yani iyiller ehli iki gruptan oluşur. Sağdan kitabını alanlar ve onlara önderlik yapanlar. Fazilette, amel, iyilikte o kadar öndedirler ki, sağdakilerden farklı olarak kendilerini taltif etmek için ayet onları ayrı bir grup olarak nitelendirmiştir. Beled suresinde ise zaten kaybedenler grup olan soldakilerden bahsedilmektedir. Onlara kitap verilmesi ise, ‘inkar edenlerin kitapları hangi tarafından verilir?’ başlıklı yazıda ele alınmıştı.

Tarık Suresinde bahsedilen meni mi? İnsan mı? 

Tarık 5-8. ayetler.” İnsan bir baksın, hangi şeyden yaratıldı? O insan dökülüp atılan bir sudan yaratıldı.  Yine o bel kemiği ile kaburgalar (sulb ve terâib) arasından çıkar. Şüphesiz (Allah), yine o insanı yeniden-döndürüp yaratmaya güç yetirendir.” Ayeti farklı açılardan ele alan ve her biri bilimsel temelli üç yorumu aşağıda vereceğiz ki, üçü de birbirini tamamlamaktadır. Üroloji profesörü Zeki Bayraktar’ın yorumu: Ayet hem kadın hem erkeği kasteder ve bel ve leğen kemiklerinden bahseder. Ayette, 'erkek' anatomisinden bahsederken de "sulb ve terâib" kelimeleri kullanılır. Sulb (Omurga) bölgesinden kasıt nedir? 'Ductus deferens' spermlerin taşındığı kanaldır. Testiste üretilen sperm bu kanalla vücudun içerisine girer, idrar kesesinin arkasını dolanır, prostat bezinin içerisine ve oradan da idrar kanalına gider. Terâib: Kaburga bölgesidir. Damar, sinir sistemi, terâib (Kaburga) bölgesinden itibaren başlar. Damar ve sinirler terâib bölgesinden beslenir. Yani sulb ve terâib bölgesinin tamamı, spermin/meninin atılmasını sağlayan, koordine eden mekanizmadır. Yani, 'atılan su', sadece testislerden ibaret değildir, bunun damarları, kanalları, sinirleri, dolaşım sistemi vardır ve bu sistem, ayetin belirttiği bölgedir. (https://youtu.be/PcNLIfnBoe4) Bilimveyaratilisagaci.com sitesinde ise, kadın fizyolojisi konusunda detaylar aktarılır: Kadın üreme organlarından yumurtalık üzerinde ayda bir defa folikül oluşmakta ve bu folikül patlayarak içindeki yumurta  hücresini fallop tüpüne doğru hızla fırlatmaktadır. Baloncuktaki bu patlama sonucu meydana gelen “tazyikle fırlatılma olayı” sayesinde yumurta hücresinin gideceği yere ulaşması sağlanmaktadır. Eğer tazyikle atılma olmasa idi, yumurta hücresi rahime varamayıp karında farklı noktalara tutunacaktı. İnsanın yaratılışı bu hücrenin bulunduğu tazyikli suyla başladığı için Kur’an bu olayı ‘tazyikli atılan sudan yarattık’ diye belirtmiştir. (www.bilimveyaratilisagaci.com/2017/12/sperm-bel-ile-kaburga-kemikleri-arasindan-atilir) Üroloji ve Embriyoloji uzmanı Prof. Dr. Cengiz Yıldız'da benzer görüşü dile getirir: "Ayette bahsedilen kadının Oosit hücresidir ki, ovaryum'dan yumurta atımından ayette aynen bahsedmektedir." (https://www.youtube.com/watch?v=41qvQYiYkqo) Prof. Dr. Mehmet Okuyan’ın yorumu: "İnsan nereden yaratıldığına bir baksın." Bakılacak yeri de Kur’an bildiriyor: "İnsan akan bir sıvıdan yaratıldı. O sıvı kaburga ile belkemiği arasından çıkar." Ayette üzerinde durulan; akan sıvı nedir? İnsan, sperm ve yumurtanın birleşiminden oluşur. Embriyoloji alanında çalışanların açıklaması şöyledir: Erkeklerin ve kadınların üreme hücrelerinin ‘ilk yaratıldığı’ yer, kaburga ile bel kemikleri arasındadır. Sonra yavaş yavaş kadının yumurtalıkları aşağı doğru akar ve erkeğin de spermleri de testislere doğru gelir. Görüldüğü gibi, ateistlerin iddialarının zıttına bilimle çelişen değil, bilimsel bir ayet ile karşı karşıyayız.

Kur’an sadece Araplara mı indirilmiştir?

Oryantalistlerü, İslam'ı Hristiyanlığın yayılmasına engel bir din olarak gördüğü için İslam'ın evrensel bir din olmadığını ispat etmeye çalışarak rakiplerinden kurtulmak istemektedirler ve bu da anlaşılabilir bir çabadır! Ama aynı sonuca farklı nedenlerle ulaşmak isteyen ateistleri hala ne peşindedirler, eminim kendileri de bilmemektedir! Evet! Ünlü İslam düşmanı Oryantalist Caetani'nin İslam'ı, Hristiyanlığın yayılmasına engel bir din olarak gördüğünü gösteren cümlelerinden sonra İslam'ın evrensel bir din olmadığını ispat etmeye çalışmasını anlayışla karşılayabiliriz. Dünya'nın Hristiyanlaştırabilmek için İslam dinini Araplara hatta sadece Arabistan'a gönderilmiş bir din olarak göstermeye çalışmaktan daha doğal ne olabilir ki?” (Mustafa Asım Köksal, Oryantalist Leone Caetani'nin İslam Tarihi'ne reddiye) İddia böyle, peki ama gerçek aslında ne?

“Biz her elçiyi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın.” (İbrahim, 4) ayetini, peygamberimizin sadece Araplara gönderildiğine delil olarak kullanmak isteyenler vardır. Halbuki ayet çok açıktır. Elçinin gönderildiği toplum hangi dili konuşuyorsa, elçi de aynı dili konuşmaktadır. Bu tarih boyunca böyle olmuştur. Ancak bu şekilde elçiler Allah'ın vahyini çevrelerindeki insanlara eksiksiz, kusursuzca ve tam olarak aktarabilmişlerdir. Bu sebeple, elçiye vahyedilen kitap da elçinin ve kavminin dilinde gönderilmektedir. Bundan daha doğal bir şey de olamaz zaten: “Şayet biz onu yabancı dilde okunan bir kitap olarak indirseydik mutlaka şöyle diyeceklerdi: “Ayetlerinin açık seçik anlaşılır olması gerekmez miydi? Bir Arap’a yabancı dilden bir kitap, öyle mi!” De ki: “O, inananlar için bir rehber ve şifadır; inanmayanlara gelince onların kulaklarında bir sağırlık vardır, Kur’an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara çok uzaktan sesleniliyor.” (Fussilet, 44) Ama aksine, tersi durum olsa idi o zaman ateistlerin iddialarında bir haklılık payı olabilirdi. Fakat ateistler, doğru olan metodu bile ‘çelişki’ şeklinde sunmaktan geri kalamamaktadırlar. Kur’an’ın evrenselliğini açıkça ispatlayan ve ateistlerein görmediği birçok ayeti kerime bulunmaktadır. “Seni insanlara elçi gönderdik.” (Nisa, 79); “O, alemler için bir öğüttür.” (Tekvir, 27); "Kur’an ‘bütün alemlere’ nasihattir." (Yusuf, 104); "O Kur’an ‘bütün alemlere’ bir hatırlatmadır."; (Sad, 87); "O Kur’an ‘bütün alemler’ için bir öğütten başka bir şey değildir." (Kalem, 52); “De ki: “Ey insanlar! Gerçekten ben göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın hepinize gönderdiği elçisiyim.” (A’raf, 158; Ayrıca, Ali İmran 20 ve 75; Cuma 2; Bakara 78. ayetlere de bakılabilir.) Peygamberimiz önce “Yakın çevresine” (Müddessir, 1-2)  sonra “Mekke’ye” (En’am, 92) sonra tüm  “Alemlere” (Sebe, 28) peygamber olarak gönderilmiştir. Kur’an, aşama aşama Mekke’den tüm insanlığa yayılan, mesajı evrensel olan ilahi bir kitaptır. Zaten sadece Mekke’ye peygamber gönderilse, Akabe biatlarında Medine halkı O’na neden biat etsin, Medine’ye çağırsın ve en önemlisi neden Mekke müşrikleri peygamberimize ve Medine’lilere “Mekke’ye gönderilen peygamberi siz neden çağırıyor ve sen de neden gidiyorsun?” diye çıkışmasın? Hz. Muhammed'in tüm insanlığa gönderilmiş bir peygamber olduğu ve Kur’an hükümlerinden kıyamete kadar tüm insanların sorumlu olduğu pek çok ayette zaten vurgulanmıştır: “Biz seni ancak ‘bütün insanlığa’ bir müjde verici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar.” (Sebe, 28); “Müşrikler hoşlanmasa da dinini ‘bütün dinlerden’ üstün kılmak üzere peygamberini gönderen Allah'tır.” (Tevbe, 33) Fransız oryantalist Roger Arnaldez, Kur’an’ın evrensel bir ilahi mesaj olduğunu açıkça ifade etmektedir: “Kur’an, yeryüzünün tanımış olduğu en büyük çaptaki ‘evrensel bir davet’ getirmiştir.” İskoç oryantalist  W. Montgomery Watt, "Hicretten ‘önce bile’ Hz Muhammed'in davetinden, ‘evrensel olarak’ bahsedilmektedir." (M. Watt, Hz Muhammed'in Mekke'si, s. 131) demektedir. Yine, İslam’ın evrenselliğini İngiliz oryantalist Thomas Walker Arnold, "İslam'ın çağrısı sadece Araplar için değildi, Hz Muhammed zamanın önemli hükümdarlarına mektuplar da yolladı. (Thomas Walker Arnold, İslam'ın tebliğ tarihi, s. 50); Hintli filozof Swamı Ramdas: “Peygambere Tanrı'nın gönderdiği bu vahiy kesinlikle evrenseldir.” (Thomas Carlyle, Peygamber Kahraman Muhammed, s. 16); Alman oryantalist Eduard Sachau ise, "Allah'ın mesajları sadece Araplarla sınırlı olmayıp bütün insanlık için geçerlidir.  Hz Muhammed muhakkak O'nun elçisi olarak ‘bütün insanları’ itaate çağırmakla görevlendirilmişti." (Eduard Sachau, Uber den zweiten Chalifen Omar, s. 293) sözleri ile ilan etmektedirler. Ayrıca Peygamberimiz sadece Araplara gönderilmiş bir peygamber olsaydı Bizans, Sasani, Mısır, Habeşistan hükümdarlarına neden İslam davet mektupları gönderilsin ve görevinin sınırlarını aşıp tebliğ görevinin dışına çıksın? Aksine, "İslam evrenseldir ve Hz Muhammed hicret'in 7. yılında, dünyanın belli başlı devlet başkanlarına mektuplar göndermiştir." (Kerim Aytekin, Misyonerlere kanmayın, s. 70) “Gelen peygamber hiçbir kavmin sözcülüğünü yapmıyor, hiçbir milletin hakimiyeti adına bir şey söylemiyor, ‘tüm insanlığın kurtuluşu’ için ‘evrensel bir mesaj’ sunuyordu.” (Kerim Aytekin, Misyonerlere kanmayın, s. 42)

Oryantalistler daha sonra da, “İlk başlarda Mekke'deki ayetlerde 'Ey iman edenler' ibaresi varken, daha sonra yerine 'Ey insanlar' sözü kullanılmaya başlandı, bu da Muhamme’in zamanla hedefini büyüttüğü anlamına gelir” şeklinde yorumlar yaparlar. Oryantalistlerin önce şuna karar vermesi gerekmektedir: Kur’an evrensel midir, değil midir? Bi öyle bi böyle iddiada bulunmak metotsuz, sübjektif ve spontane yaklaşımlara işaret etmektedir! Halbuki bu iddiaların da aksine, 'Ey iman edenler' ifadesi de, 'Ey insanlar' ibaresi de Medeni/Medinede inen surelerde geçmektedir. Ayrıca  Mekki/Mekke’de inen surelerde de cihanşumul, evrensel davet mesajları vardır. Mesela Tekvir suresindeki "Kur'an alemler için bir öğüttür, alemlerin rabbi Allah'tır." (Tekvir, 27-29) ayeti buna örnek verilebilir. (Prof. Dr. Abdülaziz Hatip, Kur’an ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar, s. 210) Ayrıca “Mekki bir sure olan Enbiya suresi 107. ayette "Biz seni bütün alemlere ancak rahmet olarak gönderdik."; Yine Mekki bir sure olan Sebe suresinin 28. ayette de, "Biz, seni bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olmak üzere gönderdik." buyurulmaktadır.

Yine Maide suresi 15. ayette, "Ey ehli kitap, elçimiz size geldi." buyrularak onlara da peygamber olarak gönderildiği açıkça ilan edilir. (Maşallah Turan, Batılı iki müsteşrik W. Montgomery Watt ve Rudi Paret'in İslam'ı algılama biçimlerinin kritiği, s. 32) Saf suresi 9. ayette de "O Allah ki, Rasulü'nü hidayet ve hak dinle, o dini, her dinden üstün kılmak için göndermiştir, müşrikler istemese de." buyrulmaktadır. Ayette geçen "Hak din" ifadesinden kastedilen, İslam'dır: “Allah katında din İslam'dır.” (Ali İmran, 19) ‘Diğer her din’den kastedilen ise, başta muharref/bozulmuş olan Yahudilik ve Hristiyanlık olmak üzere tüm ilahi ve ilahi olmayan dinlerdir. Üstünlüğün kapsamı hem dünya, hem de tüm ‘alemler’dir. Dolayısı ile bütün insanlığın, İslam davetinin muhatabı olduğu açıkça görülmektedir. Hz Muhammed'in Bilal'e, 'Habeşin ilk meyvesi’, Süheyb’e, 'Rum'un ilk meyvesi' demesi, bu vizyonun göstergesidir. “Selman ise İran asıllı ilk Müslüman idi. İslam'ın Araplarla sınırlı olmadığını, Hz Muhammed faaliyetleri ile açık ve net olarak göstermiştir. Daha sonra da bütün topluluklara İslam'ın anlatılması için elçiler gönderilmiştir.” (Thomas Walker Arnold, İslam'ın tebliğ tarihi, s. 52) O nedenle de dünyanın dört bir tarafında 1400 senedir her milletten insana tebliğ yapılmaya devam etmekte ve her toplumdan insanlarda yüzlerce yıldır bu davede akın akın icabet etmektedir. Bu konuda, ‘İslam’ın Dünyada Yayılışı’ adlı yazımıza bakılabilir. Tabii diğer bir alternatif de, bu kadar zamandır bu kadar inananı olan bu dinin mümessillerinin bunun farkına varamayıp ateist ve oryantalistlerin bunu görebilmesi (!) ve tüm Müslümanların 1400 senedir ‘boşuna’ çaba göstermiş olmalarıdır!!!

“Kur’an, insanların sorunlarını çözen öneriler ileri sürdüğü için evrenseldir. Kur’an'ın ilk muhatapları cahiliye Araplarıdır. Fakat onların sorunları bugün dahi bütün dünyanın içine düştüğü sorunlardır: Şirk, kibir, içki, faiz, zina, hırsızlık, gıybet; iyiliksizlik, adaletsizlik, yardımlaşmama gibi.” (Ahmet Bayraktar, Ateizmus 1, s. 73, 144) “Ateistlerin neredeyse baş tacı ettikleri komünizm, sosyalizm ve anarşizm gibi ideolojilerin ilk metinleri belli bir dilde üretilmiştir. Karl Max'ın İngilizce yazması, bu ideolojinin Rusya'da kabul edilmesine engel teşkil etmemiştir. Hz Muhammed, Mekke Panayır yerine gelen her milletten insana İslam'ı duyurmayı görev bilmiştir. Medine döneminde ise İranlı, Rum, Habeşli her ırktan ve her renkten Müslüman olanlar vardı. Ayrıca, Bizans, İran, Mısır gibi  dönemin en güçlü devlet adamlarına yazdığı davet mektupları vardı.” (Prof. Cağfer Karadaş, Kafama takılanlar 2, s. 114, 115) “İnsanlığın ilk yerleşim yeri Mezopotamya ve Maveraünnehir bölgesidir. Peygamberler sadece Ortadoğu'dan çıkmamıştır. Ama insanlık, orada başlamış, eski medeniyetler orada kurulmuştur.” (Prof. Ramazan Altıntaş, Gençler inançtan soruyor, s. 46, 49); “Ortadoğu medeniyetlerin beşiğidir.” (Hamid Cengiz, Ateist ve deistlerin modern sorularına cevaplar, s. 94) Hadis kaynaklarında zaten, 124.000 veya 224.000 peygamber gönderildiği açıkça ifade edilir. (Ahmet b. Hanbel, Müsned, V/265-66; İbn Hibban, Sahih, II/77) “Kur'an, ilk muhatapların hiç tanımadığı, bilmediği uzak diyardaki peygamberlerden söz etseydi muhataplar açısından verilen bilgilerin doğruluğunu test etme imkanı olmayacaktı.” (Soner Duman, Allah'ım sorularım var, s. 145) “Kıssaların amacı peygamber listesi vermek değildir. Ana hedef, eğitimin unsuru olan mesajlardır. Amaç eğitimse, muhatapların tanıdığı ve bildiği coğrafyalardan örnekler getirmek daha doğal değil midir? (Altay Cem Meriç, Muhtelif-1, s. 129) Nuh tufanı benzeri anlatılar ABD'de, Norveç ve Türk efsanelerinde bulunmaktadır. Bu da Hz adem'den itibaren İslam'ın gönderildiğinin delilidir.” (Meriç, Muhtelif-1, s. 133-135) Bu konunun daha kapsamlı anlaşılması için ayrıca, İslam'ın Peygamberimizle başlamadığını hatırlatalım. Bu konuda, "İslam tüm dinlerin özüdür." başlıklı yazımıza bakılabilir. Yine Kur’an'a göre Musa'da (A’raf, 104, Yunus, 90), Nuh'ta (Yunus, 72), İbrahim ve Yakup'ta (Bakara, 120-132), Yusuf'ta (Yusuf, 38-40, 101), İsa'da (Ali İmran, 51-52) Müslümandır. İslam ise tümünü kapsayan (Ali İmran, 84, Bakara, 137) tek ilahi dindir.

Allah’ın kendi için “Biz” kelimesini kullanması

Bu konu, “Kur’an'da 'Ben, O, Biz' ifadelerinin kullanımı” adlı yazımızda ele alınmıştır.

Haman kimdir?

Tevrat’ta, Hz. Musa’nın hayatını anlatan bölümde Haman’ın adı hiç geçmez. Fakat Haman ismi Kitabı Mukaddes’te, Hz. Musa’dan yaklaşık 1100 sene sonra yaşamış ve Yahudilere zulmetmiş bir Babil kralının yardımcısı olarak (Kitabı mukaddes, Ester, Bap, 3:10) geçmektedir. Kur’an’ı Peygamberimizin Tevrat ve İncil’den alıntışayarak yazdığını iddia eden oryantalistler, Hz. Muhammed’in bu kitaplarda anlatılan bazı konuları Kur’an’a yanlış aktardığını ileri sürmektedirler. Oysa bu iddianın tümüyle dayanaksız olduğu, Mısır hiyeroglifinin bundan yaklaşık 200 yıl önce çözülüp, Eski Mısır yazıtlarında “Haman” isminin bulunmasıyla ortaya çıkmıştır. 200 yıl öncesine kadar Eski Mısır dilinde yazılmış kitabeler ve yazılar okunamıyordu. MS. 2. ve MS. 3. yüzyılda Hristiyanlığın yayılması ve kültürel etkisiyle Mısır, dinini olduğu gibi dilini de unuttu, yazılarda hiyeroglif kullanımı azaldı ve zamanla da sona erdi. Hiyeroglif yazısının kullanıldığı bilinen en son tarih MS. 394 yılına ait bir kitabedir. Bundan sonra bu dil unutulmuş ve bu dilde yazılmış yazıları okuyabilen ve anlayabilen kimse kalmamıştır. Ta ki, bundan yaklaşık iki yüzyıl öncesine kadar. Eski Mısır hiyeroglifi, 1799 yılında ‘Rosetta Stone’ adı verilen MÖ. 196 tarihine ait bir kitabenin bulunmasıyla çözülmüştür. Bu tabletin özelliği üç farklı yazıyla yazılmış olmasıydı: Hiyeroglif, Demotik (hiyeroglifin el yazısı şekli) ve Yunanca. Yunanca metnin de yardımıyla tabletteki Eski Mısır yazısı çözülmeye başlanılmış, tabletin tüm çözümü, Jean-Francoise Champollion adlı bir Fransız tarafından gerçekleştirilmiştir. Böylece unutulan bir dil ve bu dilin anlattığı tarih aydınlanmış ve eski Mısır uygarlığı, onların dinleri ve sosyal yaşantıları hakkında birçok şey öğrenilmiş olur. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Rosetta_Taşı) Hiyeroglifin çözümüyle konumuzu da ilgilendiren çok önemli bir bilgiye de erişilmiştir: “Haman” ismi gerçekten de Mısır yazıtlarında geçmektedir. Viyana’daki Hof Müzesi’nde bulunan bir anıt üzerinde bu isimden söz edilmektedir. Aynı yazıtta Haman’ın Firavun’a olan yakınlığı da vurgulanmaktadır. (Walter Wreszinski, Aegyptische Inschriften aus dem K.K. Hof Museum in Wien, 1906, J C Hinrichsche Buchhandlung) Tüm yazıtlara dayanılarak hazırlanan, “Yeni Krallıktaki Kişiler” sözlüğünde ise Haman’dan “Taş ocaklarında çalışanların başı” olarak bahsedilmektedir. (Hermann Ranke, Die Ägyptischen Personennamen, Verzeichnis der Namen, Verlag Von J J Augustin in Glückstadt, Band I,1935, Band II, 1952) Gerçekten de ortaya çıkan sonuç müthiş bir gerçeği ifade ediyordu. Haman, Kur’an’a karşı çıkanların iddialarının aksine, aynen Kur’an’da geçtiği gibi Hz. Musa zamanında Mısır’da yaşayan ve Kur’an’da bahsedildiği gibi o Firavun’a yakın ve inşaat işleriyle ilgili bir kişidir. Nitekim Kur’an’da, Firavun’un kule yapma işini Haman’dan istemesini aktaran ayet de bu arkeolojik bulguyla tam bir uyum içindeydir: “Firavun, “Ey seçkinler! Sizin için benden başka tanrı tanımıyorum. Ey Haman! Haydi benim için tuğla fırınını yak, bana bir kule yap. Belki oradan Mûsâ’nın tanrısını görürüm; ama kesinlikle onun bir yalancı olduğunu düşünüyorum” dedi.” (Kasas, 38) Sonuçta, Eski Mısır yazıtlarında Haman’ın adının bulunması Kur’an aleyhinde birtakım zorlama iddialar dile getirenlerin iddiasını boşa çıkarmakla kalmayıp, Kur’an’ın gerçekten Allah katından olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Zira Kur’an, Peygamber devrinde ulaşılması ve çözülmesi mümkün olmayan bir tarihi bilgiyi mucize şeklinde bize aktarmaktadır! Kitabı Mukaddes’te geçen Haman bölümü birçok batılı araştırmacı (Prof. Albert A.List, Lewis paton, Carey Moore gibi) tarafından, ‘kurgu, hatta abartılı komedi içerikli hikaye-masal’ şeklinde nitelendirilmektedir. Kur’an’da geçen Haman karakteri ise eski ahitteki senaryodan ‘çok farklı’ özellikler göstermektedir. Kitabı Mukaddes’teki Haman karakteri ile ancak isim benzerliğinden bahsedilebilir. Çünkü iki karakter arasında ‘hem zaman hem mekan farklılığı’ bulunmaktadır. Oxford üniversitesi öğretim üyesi Adam Silverstein ("Haman’s Transition From Jāhiliyya To Islam", Jerusalem Studies In Arabic And Islam, 2008 (published 2009), Volume 34, pp. 285-308) Ahitteki Haman ile Kur’an’daki Haman arasında üç fark olduğunu belirtir ve aradaki ‘zaman-mekan (Ahitte İran’dan bahsedilmektedir!) farkı, karakterlerin özellikleri ve anlatılan konuların farklılığı’ üzerinde geniş açıklamalar yapar! Tüm bu farklılıklar, K. Mukaddes’in Kur’an’a kaynaklık yapamayacağının da delilleridir. (A. H. Jones, "Hāmān", in J. D. McAuliffe (Ed.), Encyclopaedia Of The Qur'an, 2002, Volume II, op. cit. p. 399) Not: Haman adının Mısır yazıtlarında h-m-n-h  kökeni ile geçtiğini ve haman ile yazıtlardaki hmnh’nin aynı şey olmadığını ileri süren bir görüş vardır. Bu iddiada bulunan ateist bir arkadaş, hemen sonra haman kelimesinin Humajun  kelimesinden türediği de ileri sürmektedir. Yani, Güya Kur’an’a cevap verdiğini iddia eden bu ateist arkadaş, hmnh kökeni ile haman aynı değil derken, haman kelimesinin kökenini ‘humajun’ olarak göstermektedir ki, isimlerin diller arasındaki geçiş sürecindeki değişimini* ilk önce kabul etmeyen bu arkadaş sonra kendi iddiasına delil olarak bu değişimi kabul ederek, İslam’a saldırmaya çalışmaktadır. Amaç saldırmak olunca kendi ‘cevabında’ bile böyle tutarsızlıkların farkına varamamaktadırlar ne yazık ki…! Daha detaylı bilgi için, yaklaşık 45 sayfalık İngilizce şu kaynağa bakılabilir: http://www.islamic-awareness.org/Quran/Contrad/External/haman.html İşin ilginci, farklılıklardan haberdar olanların bu defa konuyu Muhammed yanlış anlamışa getirip, yine hata aramaya devam etmeleridir! Kısaca önyargılı ve sübjektif bir bakış açısına sahip olanlarda amaç eksik aramak, çamur atmak olunca, bu tür muhatapları da ikna etmek mümkün olamamaktadır! “Onların kalpleri vardır, onunla gerçeği anlamazlar, gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır ama onlarla işitmezler.” (A’raf, 179) "Varacakları yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir yerleşim yeridir." (Sad, 56)

Firavun boğuldu mu boğulmadı mı? “Derken Firavun, Musa'yı ve İsrailoğullarını Mısır'dan sürmek istedi. Biz de onu ve beraberindekilerin hepsini suda boğduk.” (İsra, 103); “Nihayet bizi gazaplandırdıkları zaman onlardan intikam aldık. Hepsini suda boğduk.” (Zuhruf, 55) Ayetler Firavunun boğulduğunu ifade ederken, Yunus 92. ayet: “Biz de bugün senin bedenini arkandan gelenlere bir ibret olsun diye kurtaracağız. Bununla beraber, insanların birçoğu ayetlerimizden yine de gafildirler.” diyerek boğulmadığını belirtir, bu çelişki değil midir?  

Firavun boğulduktan sonra bedeni, ibret olması için sahile atılmıştır, denizde çürütülmemiştir. Nitekim, Cebelein mevkiinde, mumyalanmadığı halde hiç bozulmamış bir ceset bulunmuştur. (Celal Ediz, Üç Bin Yıllık Mucize”, Gerçeğe Doğru 2, s. 1-4) Firavun’un boğulması hakkında; A’raf,  135-136 ayet tefsirlerine ve Ömer Faruk Harman, Firavun, DİA, XIII/118-121. sayfalara bakılabilir.

Nuh'un tüm Oğulları gemiye bindi mi?

“Nuh da daha önceleri bize yalvarmıştı; biz de onun duasını kabul ettik, kendisini ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtardık.” (Enbiya, 76); “Oğlu dedi ki; "Ben, beni sudan koruyacak bir dağa çıkacağım". Nuh da "Bu gün Allah'ın merhamet ettiğinden başkasını, Allah'ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur." dedi. Derken dalga aralarına giriverdi. O da boğulanlardan oldu.” (Hud 43) İlk ayet ailesi kurtuldu derken, ikinci ayette oğlunun boğulduğu açıkça ifade edilmektedir. Peki, bu bir çelişki midir? Tabii ki hayır! Aynı konudaki tüm ayetleri bir arada okursak sorun kendiliğinden çözülmektedir: “Allah: "Ey Nuh! O kesinlikle senin ailenden değildir. Çünkü o salih olmayan bir amelin sahibidir. Hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben, seni, cahillerden olmaktan sakındırırım.” (Hud, 46) ayeti tek başına bile konuya açıklık getmektedir. Zaten, “yakınlarından maksat, kendisine inananlardır.” (Kur'an Yolu Tefsiri, III/692, Hud, 36) Görüldüğü gibi, Allahu Teâla Nuh'un o oğlunu Enbiya 76. ayette geçen ailesinden bir fert kategorisine koymamış ama inananları ise (Hud, 36) ailesinden saymıştır.

Allah'ın oğlu olabilir mi olamaz mı?

“Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi, elbette yaratacağından, dileyeceğini seçecekti. Ama o bundan münezzehtir. O, tek ve kahredici olan Allah'tır.” (Zümer, 4);  “Gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur. Eşi de olmadığı halde, nasıl olur da çocuğu olur? Her şeyi yaratan O'dur. Ve O, her şeyi bilendir.” (En’am, 101) Münezzeh; Uzak, temiz demektir. Ayrıca ayetin sonunda; “O Allah tektir” denilerek yine oğlu olamayacağının altı çizilmekte sonrada ‘Kahhar’ sıfatına atıfta bulunulup, bu tür iddialarda bulunacaklara nasıl bir sıfatla kendini göstereceğini haber vermektedir.

Her şey çift mi yaratılmıştır?

Zariat 49. ve Yasin 36. Ayetlerde bütün hayvanlar çift yaratılmıştır deniliyor fakat cifti olmadan bölünerek üreyen birçok canlı vardır. Ayetlerde ‘çift’ diye tercüme edilen kelime Kur’an’da ‘Zevc’ sözcüğü ile ifade edilir. Türkçede bile karı- koca için zevce yani ‘eş’ kelimesi kullanılmaktadır. Yani zevç, ‘bir şeyin zıttı ile beraber olması, çift olmasıdır.’ demektir. Her şey çifttir. Siyah beyaz, artı eksi, gece gündüz, kadın erkek, beden ruh, dünya ahiret… Zaten müfessirler de (Kur’an’ı açıklayanlarda)  “her şeyden çift çift yaratma”yı açıklarken, daha çok “gece-gündüz, erkek-dişi, yer-gök, insan-cin, iman-küfür, ay-güneş” gibi karşıtları ile olan birliktelikleri örnek vermektedirler. (Taberi, VVXII/8-9; Elmalılı Tefsiri, XI/4543-4544) “Kara-deniz, gece-gündüz birer ‘çift’ hükmündedir.” (Zemahşeri, Keşşaf, s. 1054) Bu gerçeği, sonradan Müslüman olan doktor Maurice Bucaille şöyle ifade etmektedir: "Zevc (çoğulu, ezvac) kelimesi, karı koca için olduğu gibi ayakkabılar içinde kullanılır." (Maurice Bucaille, Müsbet ilim yönünden Tevrat İnciller ve Kur'an, s. 304) “Tabatabai, birbirlerine mukabil çiftlerden her birisi diğerini tamamlamaktadır.” (Tabatabai, Mizan, XVIII/386) derken de bu gerçeğe işaret etmektedir. Görüldüğü gibi zevç kelimesinden maksat ‘diğeri, karşıtı, zıttı, kendini tamamlayanı’ demektir. "Yüce Allah evreni zıtlıklar ahengi içinde yaratmıştır."  (Prof. Cağfer Karadaş, Kafama takılanlar 2, s. 44); “Eğer melekler yaratılmamış olsaydı, zıt çiftler halinde yaratılma kanunu bozulmuş olurdu. Varlıklar ancak zıtları olduğunda bilinebilir. Eğer çirkinlik ve kusurluk yaratılmamış olsaydı, güzellik ve kusursuzluk bilinemezdi. Hastalık olmasaydı, sağlığın ne derece önemli olduğu takdir edilemezdi. Bu sebeple Allah varlıkları çiftler halinde yaratmıştır. Varlıklar, zıtları ile bilinirler. Kafamızda sıcak diye bir kavram olmasa, soğukta bilinemez.” (Prof. Doktor Soner Duman, Allah'ım sorularım var, s. 82, 199, 267); Fizikçi Paul Dirac: "Her bir elektronun aynı kütle değeri fakat ‘karşıt yükte bir ikizinin’ olduğu anlaşılmıştır." (Metin Aydın, Ateizm Yanılgısı, s. 289) derken de, yine aynı gerçeği ifade etmektedir! Evet, sadece canlı değil, cansızlar da çift yaratılmıştır. Evrende canlı-cansız her şey, elektron, nötron ve protonlardan meydana gelmektedir. Bu üç unsurun da eşleri vardır ki, bunlar anti elektron, anti nötron, anti protondur. Buna göre her şey çifttir, ikili sisteme sahiptir. Bir zamanlar okullarda atomu tanımlarken “Bölünemeyen en küçük yapı birimi.” şeklinde tarif edilirdi. Zaten atom Yunancada "bölünemez" anlamına gelen "atomos"tan türemiştir. Halbuki artık atomunda artı ve eksi yüklü olduğunu bilmekteyiz. Paul Dirac adlı bilim adamı da, atom parçacıklarının da çift yaratıldığını, yani elektron karşısında pozitronun bulunduğunu tespit edip “Parite Kanunu”nu keşfetmiş (Hubert Reeves, İlk Saniye, s. 29-43; Murray Gell-Mann, Quark and the Jaguar, s. 177-198) ve bu sayede Nobel Ödülü kazanmıştır. Halbuki 1928 yılında ‘elektronun artı yüklü bir eşinin var olması gerektiğini’ söylediği zaman bilim adamlarınca alaya alınmıştı. Yani artık sadece madde değil, ‘antimadde’den de bahsedilmekte, atom ve atom altı parçacıkların hepsinin karşıtının varlığından bahsedilmektedir. Ünlü fizikçi Hawking, ‘Zamanın daha kısa tarihi’nde “Karşıt parçacıklardan yapılmış karşıt Dünyalar ve Karşıt insanlar olabilir.” demektedir. Eşeyli üremede ise, aynı türe ait iki bakteri yan yana gelerek aralarında geçici sitoplazmik köprü oluştururlar. Bu köprü aracılığıyla DNA molekülü, tamamen veya kısmen bir bakteriden diğer bakteriye aktarılır. Bu gen aktarımı olayına "konjugasyon" denir. Konjugasyon olayı ile yeni özelliklere sahip ve ortam şartlarına uyum sağlamış dayanıklı bakteriler oluşur. Eşeyli üremede gen aktarımında bulunan bakteri erkek, geni alan ise dişi olarak kabul edilir. Olay tamamlandığı zaman bakteriler arasında kurulmuş olan sitoplazmik köprü erir. Salyangozun üremesi için de çift olması gereklidir. “Salyangozlar hermafrodit (Çift eşeyli) canlılardır. Yani hem dişi ve hemde erkeklik organı aynı hayvanda bulunur. Fakat yine de çiftleşmeleri gerekmektedir.” (Su Ürün. Müh. M. Suat İnan, Salyangoz biyolojisi ve yetiştirme teknikleri, s. 3) “Çiftleşme zamanında bir salyangoz dişi görevi görürken diğeri erkek görevi görür.” (evrimagaci.org, 11 Tem 2018; Salyangozlar nasıl ürer? Sabah, 31.10.2023)

Maymunlara dönün ne demek? Bakara, 65; Maide, 60 ve A’raf,  166. ayetlerde insanlar ceza olarak maymuna dönüştürülüyor.

Teşbih/benzetme sanatı Kur’an’ın indiği dönemde, sözlü sanatın geliştiği Araplar arasında çok yaygın olarak kullanılan bir uslüp tarzı idi. Sözlü sanat, şiir o dönemin Araplarında çok yaygındı. “Araplar belağet konusunda çok ileri gitmişlerdi. Panayırlarda, şairler şiir yarışması yaparlardı.” (Profesör Süleyman Ateş, İslam'a itirazlar ve Kur'an-ı Kerim'den cevaplar, s. 163) Müberred, el-Kâmil  adlı eserinde: "Şayet bir kimse; Araplar sözlerinde ekseriyetle teşbih  kullanır derse, bu söz doğrudur.” derken, İbni  Abbas: "Kur'an'ın herhangi  bir yeri size kapalı gelirse, şiire (Şiirde kullanılan sanat türlerine ) müracaat ediniz. Zira şiir, arapların divanıdır." diye açıklamada bulunur. Suyuti, “Mecaz gibi, kinayenin varlığı da alimlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul görmüştür.” (Suyuti, İtkan, II/789); Cahiz el-Beyan ve’t-tebyin’de, İbn Kuteybe Teʾvilü Müşkili’l-Ḳurʾan’da; Kur’an ayetlerinin mecazi anlamlarından söz etmişlerdir. (Nasr Hâmid Ebû Zeyd, el-İtticâhü’l-ʿaḳlî fi’t-tefsîr, s. 93; İbrâhim Ukaylî, Tekâmülü’l-menheci’l-maʿrifîʿinde İbn Teymiyye, s. 129; Hulusi Kılıç, “Belâgat”, DİA, V/381) Kur’an ayetlerinin çoğunluğu hakikat tarzında ifade edilmişken bazı yerlerde ise mecaz ifadeler de kullanılmıştır. (Zerkeşî, Burhân, II/255-299; Suyuti, İtkan, 494) Bu konuyu daha detaylı ‘Kur’an’da teşbih ve mecaz’ başlıklı yazımızda ele aldığımızı belirtip sorumuza geçelim. Mücahid, İsrailoğullarının gerçekten maymun olmayıp sadece kalplerinin değiştirildiğini söylemiştir. Bu yoruma delil olarak da, “Tevrat’ı taşımakla yükümlü olup da onun hakkını vererek taşımayanların hali, ciltlerce kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir.” (Cuma, 5) ayetinde görevini yerine getirmeyen Yahudiler’in ‘yük taşıyan eşeklere’ benzetilmesini getirmiştir. (Mücahid, Tefsîr, s. 205; Taberî, I/332; Prof İsmail Çalışkan, Hakikat ve Mecazın Belirleyicisi Müfessirdir, İslamî ilimler dergisi, yıl 8, cilt 8, sayı 1, bahar 2013, s. 145) Zaten Türkçede bile, ‘Hevesi, zevki, kararı sık sık ve çabucak geçen kararsız kimse’ anlamında, “Maymun iştahlı” terimi kullanılmakta değil midir? Gazeteci Ertuğrul Özkök’ün bir yazısının başlığı da, ‘Ben bir domuzum’ şeklindedir. (Hürriyet, 12.4.2012) Aynı yazısında Özkök, “Hürriyet İnsan Kaynakları, bundan istifade ederek, çalışanların “Çin burçlarına” göre bir de “karakter analizini” çıkarttırmış. Çin takvimine göre 22 Ocak 1947 ile 9 Şubat 1948 arasında doğanların burcu “domuzmuş”. ‘Karakter tahlili’ni sıraladığı yzısını Özkök şöyle bitirir: Bugüne kadar kendimi “bonobo maymunu” sanıyordum, meğer bir domuzmuşum.” Biz yine de sayın Özkök’e yazılarını yazarken daha dikkatli olmasını tavsiye edelim, yazısını ciddiye alan ateistler çıkabilir! Benzer şekilde 1961 darbe anayasasını hazırlayanlardan hukukçu Hıfzı Veldet Velidedeoğlu anılarında "kimi insanların köpekleşmekten kurtulamadığını" yazmaktadır. (Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Anıların izinde, s. 251) Acaba ateist kesim bu yaklaşımı nasıl değerlendirecektir?! Kısaca ayette bir karakter analizi yapılmakta ve dünyevileşip ahireti unutan Yahudilerin ‘maymunlaşan karakterine’ dikkat çekilmektedir. Zaten TDK’de ‘Dokuz’ kelimesine mecazen, Hain, aksi, ters, inatçı, hınzır kimse’ anlamlarını vermektedir.

Ahzab 53. ayette Muhammed, eve gelen misafirlerini Allahın sözleriyle kovuyor.

Kovmuyor, “misafirlere misafirlik adabını öğretiyor.” (Molla Musa Celali, Ateist İtirazlara Cevaplar, s. 95) Ayet, evlere izinsiz girmemeyi tavsiye etmekte, oturma, konuşma, misafirlik adabından bahsetmektedir. Bunlar görgü kurallarıdır. Bu kural sadece efendimizin evi değil, tüm evler için geçerlidir. Cahiliye dönemi bu kurallardan habersiz olan insanlar, her konuda olduğu gibi bu konuda da, efendimiz vasıtası ile eğitilmektedir. Zaten aynı surenin 21. ayeti bize efendimizin bizim için "Güzel bir örnek " olduğundan bahsetmektedir. O, kendi yaşantısı ile bize örneklik teşkil etmektedir ve bu onun ilahi görevlerinden biridir. Ayrıca bizzat efendimiz bu kurallara zaten uymakta, izin almadan ve selam vermeden başka evlere girmemekte, izin gelmezse geri dönüp gitmektedir. (Zadu’l-Me‘ad, II/381; Rıyazu’s-salihin, 872)  

İsrailliler üstün müdür? Casiye 16, Bakara 47,122. ayetlerde İsraillilerin dünyaya üstün kılındığı anlatılıyor.

Casiye 16. ayet zaten üstün olma nedenlerini açıklamaktadır: “Biz, şüphesiz İsrailoğulları’na da ‘kitap, hüküm ve peygamberlik’ verdik, kendilerini diğer topluluklardan üstün kıldık.” Bakara suresinde de, ilahi dinin gönderilmesi bir nimet olarak nitelendirilmektedir. Yani israiloğullarına verilen üstünlük, onlara gönderilen ‘ilahi vahiy, manevi sorumluluk’tan dolayıdır. Hak din onlara gönderilmiş, onu tebliğ edip yayarak, maddi ve manevi üstünlüklerini koruyacaklarına zamanla ilahi dini bozmuş, azgınlık göstermiş, dolayısı ile üstünlüklerini de kaybetmişlerdir. Günümüzde de ilahi mesaja uyanlar, yaşayanlar üstün olarak ilan edilmektedir. “Sizin en üstün olanınız, takvada en ileri olandır.” (Hucurat, 13); “Eğer inanıyorsanız en üstün olan, sizlersiniz.” (Ali İmrân, 139) Zaten ‘Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleri, isyan edip haddi aşmaları, anlaşmaları bozmaları’ (Bakara, 100; Ali İmran, 112) ve “Allah’ın eli bağlanmış!” demeleri” üzerine ‘lanetlenmişlerdir.’ (Maide, 64) İlahi kuran günümüzde de ayne devam etmektedir: “siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bu şekilde davranan birinin dünya hayatındaki cezası ancak rezil rüsvâ olmaktır; kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine itilirler. Allah sizin yapmakta olduğunuzdan habersiz değildir.” (Bakara, 85) Kısaca, İslam’da ne üstün ırk vardır ne de ırkçı bir yaklaşım vardır. Prensipler bellidir; uyan üstün olur, hem dün hem bugün hem de yarın!

Ahzab 50-52. ayetlerde hemen hemen bütün kadınlar Muhammed’e helal kılınıyor.

Efendimizin evlilik hayatına baktığımız zaman bu yorumun hayata geçmiş olduğunu görüyor muyuz, hayır! Pratikte uygulama safhasına geçirmeyeceği ayeti neden Kur’an'a yazsın (!) o zaman? Demek ki ateistlerin ayetten anlamak istediği ile ayetin vermek istediği mesaj aynı değil! Peki, gerçek ne? Ayetin ilk bölümü sadece efendimize değil, tüm inananlara hitap eder, yani ilk bölüm zaten özel değil genel hüküm bildirir. Ayet önce mehrini vererek evlenilebilecek olan kadınlardan bahseder, bu genele hitaptır. Sonra ise efendimize özel olan duruma geçer: Ayetin ikinci bölümde efendimizle mehirsiz evlenmeyi kabul edenlerden bahsedilir ki, bu da zaten ayette açıkça ifade edilmektedir: Kendini, mehir almadan efendimize hibe eden yani karşılık beklemeden; mehri almadan efendimizle evlenmek isteyenlerden bahsedilir ki, mehirsiz evlilik sadece peygamberimize özeldir ve bu da karşılıklı rıza iledir. Kısaca ayetin ilk bölümü genel, ikinci bölümü ise efendimize özel durumu açıklar. 52. ayette de  ateist  iddianın aksine “Bundan sonra artık başka kadınlar sana helâl olmaz.” denilmektedir ki, aslında ateistlerin Kur’an’da var dedikleri çelişki kendi iddialarında bulunmaktadır: Kur’an’ı kendi yazdı ise neden kendini sınırlasın, tüm kadınları kendine helal kıldı ise neden evlenmedi? Ayetin ikinci kısmı efendimize özel olsa da oradan da genele ait bir hüküm çıkarılabilmektedir: Mehirsiz evlilik yapılamaz! ‘Kur’an’da Efendimize özel ayet var mı?’ sorusu da,  'Ateistelere cevap' başlıklı yazımızda da ele alınıp ayrıca cevaplanmıştır!

Bir yandan: "İyilik ve fenalık bir değildir. Sen fenalığı en güzel şekilde sav; o zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost olduğunu görürsün." (Fussilet, 34) seklindeki hükümler, diğer yandan bunlara ters düsen: "Ey inananlar. Size kısas farz kılındı. Ey akil sahipleri kısas’ta sizin için hayat vardır." (Bakara 178-179) Ya da, “Bir kötülüğün karşılığı, ayni şekilde bir kötülüktür.” (Şura, 40) seklindeki hükümler bulunur Kur’an'da.

Ayetler Müslümanların önüne iki şık sunmakta ve ‘fetva ile takva’ arasında tercih yapabileceklerini bildirmektedir. Her Müslüman fetvalara göre yaşamalıdır ki, bunun içinde ‘kısas’ta vardır. Ama olaylara takva boyutu ile bakar, af edici olur, bağışlarsa ecrini, mükafatını Allah katında kat be kat görür ki, bu İslam’ı yaşamada ileri boyutta olanların tercih edebileceği ikinci bir yoldur. Ama ne fetva ve ne de takva boyutu İslam’a aykırı değildir ve ne de bu ikisi birbiri ile çelişir. Sadece İslam’ı yaşamada takva, daha ileri bir aşamadır. Kısas’tan amaç adalettir. Ama sevap için affetmek de İslam ruhuna uygun bir davranış biçimidir. Örneğin bir insan haksız yere öldürülse, şeriata göre yakınlarına üç şık sunulur: Ya ‘devlet’ katili idam eder ya kan bedeli karşılığı para alınıp katil af edilir ya da işin takva boyutu gündeme gelir; Allah rızası için katil karşılıksız af edilir. Her üç şıktan hangisini tercih ederse etsin, sonunda maktulün ailesi tercihte bulunduğu için, kan davası başta, toplumsal sorunlar da bir daha görünmez. Görüldüğü gibi ortada çelişki değil, mana aleminde bir yolculuk söz konusudur!

Hristiyanlar cennete girebilecek mi? Bakara 62. ayette Yahudi ve Hristiyanların cennete girebileceğinden bahsediyor, fakat Ali İmran 19, 85, 113; Maide, 69; Hac, 17; Bakara, 136. ayetlerinde ise hak dinin İslam olduğundan bahsediyor.

Maide 69. ayet, Bakara 62. ayet ile aynı içeriğe sahiptir. Bozulmamış, asli unsurlarını muhafaza eden her din mensubu cennete girecektir! Yani İslam öncesi yaşayan veya İslam’dan habersiz olanlardan ‘Allah’a, ahirete inanıp iyi iş yapanlar’ cennete gireceklerdir. Yoksa geri kalanlar için efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Kim benim peygamber olarak geldiğimi işitmeden önce, İsa’nın dini ve İslam üzere ölürse o hayırdadır. Ama bugün kim beni işitir de bana iman etmezse o da helak olmuştur.” (Taberî, I/253-257) Yani, tahrif edilip bozulan, İsa figürlü heykellerle puthaneye döndürülen günümüz  kiliselerine giden Hristiyanlar ve ırkçı zalim siyonist Yahudiler doğal olarak cennete gidemeyeceklerdir. Günümüzde hak din sadece İslam’dır. Hristiyanlık ve Yahudilik asli/ana/esas özelliklerini kaybedip bozulmuşlardır. Tek ilaha çağırıp, putları reddeden tek din İslam’dır: Beyyine, 6; Nisa, 150-151; Maide, 17; Tevbe, 30-31; Bakara, 116; Bakara, 105; Bakara, 89. "Şüphesiz, Allah katında tek din, İslam'dır." (Ali İmran, 19);"Kim, İslam'dan başka bir din ararsa, bilsin ki; kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır." (Ali İmran, 85); "Bugün size dininizi olgunlaştırdım ve size nimetimi ta­mamladım ve size din olarak İslam'ı seçtim." (Maide, 3) İngiliz oryantalist Arthur John Arberry bakın bu konuda ne demektedir: “Kur’an, Bizans ve Roma medeniyetlerinin tamamen göçmüş olduğu, Musevilik ve Hristiyanlığın bozulmuş inançlara sahip göründükleri bir devirde vahyedilmiştir. O Kur’an daima gerçek olan, çökmeyecek bir altın çağ açacaktır.” (A. J. Arberry,  The Holly Koran, s. 30)

Hz. İbrahim’in babası Azer mi Tareh mi? Hz. İbrahim’in babasının isminin aslında Azer değil de Terah olduğu, Hz. Muhammed’in “Yahudilerin kutsal bildikleri Tevrat ve Talmut gibi kitapları bilenlerden bilgi edinirken böyle bir yanılgıya düştüğü” iddia edilmektedir.

Hz Muhammed’in Kur’an’ı kendisinin yazdığı ve yazarken de Tevrat ve İncil’den faydalandığı iddiası, oryantalistlerin temel argümanlarını oluşturur. Bu konuyu ‘Kur’an’ın kaynağı nedir?’ başlıklı yazıda detaylı şekilde ele alıp cevapladığımızı hatırlatıp soruya geçelim. İçerisinde “Hani İbrahim babası Azer'e, "Sen putları ilah mı ediniyorsun? Şüphesiz, ben seni de, kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum" demişti.” (En’am, 74) ayetleri de bulunan En’am suresi, Mekkİ bir suredir, yani Mekke’de nazil olmuştur. Mekke’de ise Yahudi yoktur. (Doç. Dr.İsmail Hakkı Atçeken, Bazı oryantalistlere göre asr-ı saâdet’te Yahudiler, İstem, Yıl:2, Sayı:4, 2004, s. 106, 108) Yani Yahudilerden bilgi edinme gibi bir durum asla söz konusu değildir. İkinci olarak, Medine’de mevcut bulunan Hayber, Beni Kurayza, Beni Nadir gibi Yahudi kabilelerinden neden hiç bir Yahudi itirazda bulunup, “Sen şunları bizim kitaptan aldın ama yanlış almışsın” dememiştir? Çünkü bu kabilelerin hepsi İslam’a düşmandı ve Müslümanlarla savaşmışlardır. Kaynaklar onların birçok itirazlarını bizlere haber veriyor ama bu yönde hiç bir itiraza rast gelinmiyor! Aksine İslam’a giren birçok Yahudi alimi de bulunmaktadır. Mesela, bunlardan en ünlüsü olan Abdullah b. Selam (Buhari, II/335; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, III/108; İshak, Sîretü’n-Nebeviyye, I/516-517), Uhud Savaşında hemde Yahudilerce hiçbir işin yapılmaması dini bir zorunluluk olan Cumartesi günü Müslüman saflarında savaşıp şehit olan Yahudi alim Muhayrık (TDVİA, VVVI/22), Yahudi asıllı bilgin iken Müslüman olup ‘İfhamu’l-Yehûd’ adlı yahudiliğe reddiye yazan Samuel bin Yahya el-Mağribi (Fatıma Betül Taş, Dini Araştırmalar, Temmuz-Aralık 2015, Cilt: 18, Sayı: 47, s. 243- 269) gibi ünlü alimler ve günümüzde de Müslüman olan Haham Aaron Kohen (Hürriyet, 4.11.2008),  Haham Yusuf Hattab (Milli gazete, 8 Ocak 2012) Dr. Uri Davis (Dünya Bülteni, 10.08.2009), ailesi ile Müslüman olan Yahudi Haham Mort (Yeni Akit,28.12.2021) örnek verilebilir. Bu konuda, ‘İslam’ın dünyada yayılışı’ adlı yazımıza da bakılabilir. Ayrıca Kur’an Tevrat’tan alıntı ile yazılsa idi, İbrahim’in babasının adının Azer olarak değil, Terah olarak Kur’an’da geçmesi gerekirdi. Halbuki Kur’an, Tevrat ve İncil’deki yanlışları reddedip düzeltmiş, eksikleri ise tamamlamıştır. Peki, Azer ismi nereden gelmektedir? Bazı İslam alimleri, Bakara, 133. ayette Arapça ‘baba’ anlamına gelen ‘Ebun’ kelimesinin ‘ata’ anlamında (Ayette çoğulu olan âbâun: atalar kelimesi geçer) kullanıldığını, bu kelimenin amca anlamına da geldiğini (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, IV/126) belirtip, Azer’in İbrahim’in babası değil amcası olduğu (İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, III/289; Muhammed Seyyid Tantâvî, Tefsiru’l-vasît li’l-Kur’âni’l-Kerim, V/108; Sa‘îd Havvâ, el-Esâs fi’t-tefsir, III/1698) görüşünü kabul etmişlerdir. Sa'lebî'nin naklettiğine göre ise, daha önce adı Terah iken, puthanede adı Azer'e çevrilmiştir. Çünkü Azer puthanedeki bir putun adıdır. (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV/126) Terah ve Azer’den birisinin ismi diğerinin de lakabı olması da muhtemeldir. (Muhammed b. Ömer Fahruddin er-Râzî, ‘Ismetu’l-enbiyâ, VIII/31-32) İşin asıl ilginç tarafı, ateistlerin, muharref/bozulmuş İncil ve Tevrat'taki bilgileri doğru kabul ederek, onların bozulduğunu ileri süren Kur'an-ı Kerim'deki Tevrat’a ve İncil'e aykırı bilgilerden hareketle Kur'an'ı eleştirebilmeleridir. Ateistsen neden kaynağın Tevrat ve İncil, değilsen neden ateizmin arkasına saklanarak Kur’an’a saldırıyorsun?

Kur’an’daki yeminler

Ateist bir yazar, “İnandırmak İçin Kur’an’daki Tanrı'nın And İçmeleri” başlıklı  yazısına “Kur’an'ın Tanrı'sıyla Tevrat'ın Tanrı'sının birçok benzerlikleri vardır.” diyerek başlar. Aklınca Hz. Peygamberin, İslam’ı Yahudilerden aldığını ima etmeye çalışmaktadır. Halbuki Kur’an sürekli olarak, Tevrat’ı ve İncil’in de Allah tarafından gönderildiğini fakat zamanla onların tahrif edildiğini söylemektedir. Bu konuda” İslam tüm dinlerin özüdür.” adlı yazımıza bakılabilir. Kur’an Arapça indirilmiştir: “Her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik.” (İbrahim, 4); “Biz onu sana, aklınızı çalıştırasınız diye, Arapça bir Kur'an olarak indirdik.” (Yusuf, 2) buyrulmaktadır. Dolayısıyla Kur’an’ı,  indirildiği dil ve edebiyatı dikkate alarak anlamaya çalışmak gerekir. Türkçe dil kuralları temel alınarak İngilizce, Fransızca metinler anlaşılmayacağı gibi, Arapça bazı deyim veya dile özel kullanımlarda Türkçede hemen anlaşılamaz. Mesela, tercümesi yapılan eserlerin dilinin özelliklerini dikkate almayan bu tür kafa yapısına sahip olan taassup ehli (Mutaassıp) bir ateist, İngilizcede “çok yağan yağmuru” ifade için kullanılan, “It's raining cats and dogs.” (Gökten kedi köpek yağıyor) ya da Fransızcadaki “il pleut des cordes” (Gökten ip yağıyor) cümlelerini okusa neler düşünürdü acaba? Gelelim konumuza. Seyyid Şerif Cürcani, ‘Kitabu’t-Tarifât’ isimli  eserinde yemini şöyle tarif eder: “Lügatte; kuvvet demektir. Şer’i ıstılahta (terim olarak) ise; “Allah’ın ismini söyleyerek veya alakalandırarak, haberin iki tarafından birisini kuvvetlendirmektir.” Yani ateistlerin iddia ettiği gibi “inandırmak için” değil anlamı ‘kuvvetlendirmek için’ Kur’an’da yemin kullanılır! Celaleddin es-Suyuti de “İtkan” isimli meşhur eserinde, “Kasem (Yemin) ile maksat, haberin gerçekliğini ortaya koymak ve onu pekiştirmektir.” demekte ve “Sözün ‘büyüklüğünü, değerini’ göstermek içinde yeminin kullanıldığını” söylemektedir. (Suyuti, Itkan, II/250, 345) Nitekim Ebu’l-Kasım Kuşeyri de, “Muhakkak ki Allah kasemi, delilin mükemmel olduğuna işaret ve pekiştirme için ifade etmiştir.” demektedir. Kısaca, Arapça’da bir şeyin önemini, değerini bildirmek için onunla yemin yapılır. Bir şeyin iğrençliğini, adiliğini bildirmek içinde beddua. Yoksa Allah istese hemen bir emir ile yok eder. (Bahaettin Sağlam, İsmail Acarkan, Turan Dursun ve Din, s. 162) diye yorum yapmaktadır.  Özellikle, “Arapça’da ‘edebi eserlerde’ yemin çok kullanılır.” (Prof. Süleyman Ateş, Gerçek din Bu 1, s. 156) Kur’an’da “Arap edebiyatının en yüksek üslubu ile inmiştir. Yemin de bu üslubun vazgeçilmez bir parçasıdır. Bundan dolayı, vurgulanması gereken bir konu, yeminle vurgulanarak anlatılmıştır. Özellikle de tevhit ve bu çerçevede olan konular yeminle vurgulanmıştır. (Ateş, s. 161) Yine, İslam’dan önce de Arapların sosyal hayatında yeminin rolü büyüktür. Bunun detaylarını Johs Pedersen “İslam Ansiklopedisi”nde etraflıca izah etmiştir. (İslam Ansiklopedisi, VI/374-378) Arapların öteden beri alıştıkları bu üslubu Kur’anı Kerim muhafaza etmiştir. (TDVİA, II/290) Yani Yüce Allah indirdiği ayetlerini ve delillerini, bu türlü yeminlerle ‘pekiştirmiştir.’ Bunda garip görülecek bir taraf da yoktur. Kur’an’ın o anki muhatabı Arap dilini kullanan insanlardı ve hiç bir Arap müşriğin de aklına, "Allah, Kur’an da niye yemin ediyor?" diye sormak gelmemiştir. Çünkü bu üslup o dile göre çok normaldir. Yemin her zaman ‘pekiştirmek’ için değil, bazen de o şeyin ‘kıymetine işaret etmek ve değerini yüceltmek için de’ kullanmıştır. (Recep Azakar, Kur’an-ı Kerim’de yemin edilen zaman kavramları, s. 48, 52) Yemin, bir şeyin faziletli oluşuna ya da faydasına da işaret edebilir. “Tin” suresinde Yüce Allah’ın “zeytine ve incire” yemin edilip dikkat çekilmesi buna en güzel örnektir. Arapça dilinde bir kural olan isim tamlamasındaki birinci isim olan ‘muzaf eğer biliniyorsa, hazfedilebilir; yazılmaz.’ Mesela, ayette geçen “Ve’ş-şemsi” (Güneşe yemin olsun) kelimesi “Ve Rabb'i’ş-Şemsi” (Güneşin rabbine yemin olsun) demektir. (Suyuti, Itkan, II/346) Bunlarda Arap dilinin incelikleridir. Özetle, Kur’an’da neye yemin ediliyorsa, o dilin özelliği gereği, muhatabın ona dikkatini çekmek ve oradan da gerçeğe ulaşmasını istenir. ‘Yemin edilenler bilinçli ise şahit, bilinçsiz ise delil hükmündedir!’

Kocası ölen bir kadın ne sürede iddet bekler? Ayetlerin birisinde bir yıllık bir süreden söz edilirken diğerinde ise dört ay on günlük bir süreden söz edilir.

 “Ölüp de geriye eşler bırakan erkekleriniz, eşlerinin evlerinden çıkarılmaksızın bir yıl boyunca geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etsinler.” (Bakara, 240); “İçinizden ölen erkeklerin geride bıraktığı eşleri, dört ay ve on (gün) beklerler.” (Bakara, 234) Bakara suresinin 240. ayetinden maksat, dul kalmış kadınların kocalarının evinde bir yıl kalma hakkının olduğunun ilanıdır. Kocası öldükten sonra miras paylaşımında kocaya ait ev farklı kişilere miras olarak kalmış olabilir. Bu durumda bile kadının bu evde bir yıl oturma hakkı bulunmaktadır. Ayrıca geçiminin de sağlanması zorunludur. Bakara Suresi’nin 234. ayetinde ise, kocaları ölen kadınların dört ay on gün süreyle beklemeleri ve bu süre içinde evlenmemeleri gerektiği bildirilmektedir. Ama kadın 4 ay 10 gün sonra isterse evden ayrılır ve başka birisi ile evlenebilir. Dolayısıyla iki ayette, kadın için farklı iki durum hakkında hüküm bildirilmektedir.

Yılan mı? Ejderha mı?

“Böylelikle (Musa) asasını fırlatınca, anında apaçık bir ejderha oluverdi.” (A’raf, 107);  “Böylece, onu attı; (bir de ne görsün) o hemen hızla koşan (kocaman) bir yılan (oluvermiş).” (Taha, 20) Araf suresindeki ve Taha suresindeki anlatılan iki olay birbirinden farklıdır.  Aynı konudan söz edilmemektedir. Eğer ayetten önceki birkaç ayet okunsa, bu rahatlıkla anlaşılabilecektir. Araf suresinin 107. ayetinde firavunla karşılaşma esnasında yaşanan bir olay anlatılır ve ona karşı Musa peygamberde asasını atar. Taha suresinin 20. ayetinde ise, Firavuna gitmeden önce Allah Musa’ya verdiği mucizeleri gösterirken asasını atmasını ister. (Bülent Tatlıcan, kur’an'da çelişki yoktur, s. 80) Bunun dışında iki ayette geçen kelimeler birbirinden farklı olsa da, ortak sözlük anlamları vardır. Sözlüğe bakıldığında ikisini de “yılan” anlamına geldiği görülmektedir. Mesela Taha 20. ayette geçen kelime ‘Hayyatun’dur ve anlamı “yılan”dır. (Kur’an’ı Kerim lügatı, s. 160) Araf 107 deki ‘Su’ban’ kelimesinin de yılan anlamı vardır. (Kur’an’ı Kerim lügatı, s. 112) Bunlar eş anlamlı kelimelerdir. Flamur Kasami’de bu konu hakkındaki ayetlerde, yılanın büyüme aşamalarından bahsedildiğini ifade eder. Önce "Hızla sürünen bir yılan" (Taha, 20) iken, Fravun’un karşısında ejderhaya dönüşmüştür. (A’raf 107; Şuara 32) “Yılan haline geldiği anda küçük ve hızlı bir yılan oldu. Sonra büyük bir yılan haline gelecek şekilde gelişti. Buna göre ''can' kelimesi (Neml, 10; Kasas, 31) ile bir hali, 'su'ban' kelimesi ile de diğer hali kastedilmiştir. (Flamur Kasami, Kur'an'da çelişkili gibi görünen ayetler, s. 157-159) Kısaca, zaten aynı anlama gelen farklı iki kelime ile, tedrici olarak yılanın gelişimi de anlatılmış olmaktadır.

Şeytan Melek mi yoksa Cin mi? Melekler Allah'a karşı gelebilir mi? Melekler Allah’a boyun eğerler" (16:49-50) "Ama melek olan iblis secde etmedi." (2:34)

 

“Meleklere, “Adem’e secde edin” dediğimizde İblîs dışındakiler derhal secde ettiler; o direndi, büyüklendi ve kâfirlerden oldu.” (Bakara, 34) Ayette Allah, iblisi meleklerden ayrı tutmuştur. Ayette gecen ‘İlla iblis: iblis dışında’  cümlesi, meleklerle beraber anılan bir çoğul cümlenin, bunun dışında bırakılan istisnasını ifade etmektedir. Burada Allah’ın seslendiği varlık meleklerdir. Dolayısıyla çoğunluğa sesleniş tarzı, cümlenin kurulumunda etkendir. Örneğin, “müdür kapıdan içeri girince, tüm öğrenciler ayağa kalktı, yalnız öğretmen hariç.” cümlesi bu manayı teyit etmektedir. Burada cümle çoğunluğa göre kurulmuş ve çoğunluğun içinden olmayan istisna da cümlenin sonuna eklenmiştir. Aynı ayette; “O, yüz çevirdi , kibirlendi ve kafirlerden oldu.” ayeti de, iblisin meleklerden olamayacağının göstermektedir. Çünkü melekler asla Allah’ın emrine isyan etmezler. (Tahrim, 6) İblis, kibir gibi bir özelliğe sahipse, bu onun cinlerden olduğunun göstergesidir; İnsan henüz yeni yaratılıyor, bunun dışında kibirlenme özelliği olan tek yaratık; cinlerdir! İnsan ve cinler dışındaki tüm varlıklar Allah’ın emrine itaat (secde, tespih) ederler: Güneş ışık verir, arı bal yapar, dünya yörüngesinde hareket eder, melekler kendilerine verilen görevi ifa ederler. ‘Kafirlerden oldu’ kelimesiyle, olmadan önceki halinin, meleklerle beraber itaat ettiği ve Allaha karşı gelmediği anlaşılmaktadır. Aslıda Kehf süresinin 50. ayeti tümüyle konuya açıklık getirmektedir: “Yine o vakti hatırla ki biz, meleklere: “Adem’e secde edin!” demiştik. İblis hariç olmak üzere onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi, Rabbinin emrinden dışarı çıktı.” Bakara 34. ayetteki istisna burada açıkça ifade edilmiş, “İnsan ve cinlere has olan” kibirlenebilme özelliği Adem babamızın yaratılması ile depreşmiş, böylelikle o melekler seviyesinden iblis seviyesine inmiştir. Zaten insanlarda tıpkı cinler gibi melekler seviyesine de yükselebilen, aşağıların aşağısına da inebilen özelliğe sahip varlıklardır. Üstün ve izzet sahibi olup (İsra, 70)  "En güzel bir biçimde yaratılan." (Tîn, 4) insan zalimlik yapıp kibirlenirse (Ahzâb, 72; Bakara, 206) “Aşağıların aşağısına inip" (Tîn, 5) " Hayvanlardan daha da aşağı." (Furkan, 44) seviyeye düşebilir ki, iblisin içine düştüğü durum da buna örnek teşkil etmektedir. Kur’an’ın kendi metodunu bilmemekte, öğrenmemekte ısrar ettikçe, ateistler daha çok yanlış sonuçlara ulaşacaklardır ve hala daha da ulaşmaktadırlar!

Tanrı kendi kaldırabileceğinden daha ağır bir taş yaratabilir mi?

Bizde aeist arkadaşlara bir iki soru soralım, hep onlar mı soracak? Bir Giritli "Bütün Giritliler yalancıdır" dese, bu Giritli doğrumu söylemiş olur yalan mı? 'Su her şeyi ıslatır, peki suyu kim ıslatmıştır?' Peki ya sonsuzdan büyük bir sayı yazabilir misiniz? Evet, tüm bu sorular mantıksızdır ve amaç da demagojidir. Burada da, “Allah’ın gücü” ve “yaratmak” sıfatları birbiri ile hyarıştırılmak istenmektedir. Kendi kaldıramayacağı bir taştan bahsedersek; güçsüz, yaratamayacağını ifade edersek; yaratıcılık sıfatı zedelenen bir tanrıdan bahsetmiş olacağız. Bu soru da, tıpkı diğerleri gibi mantıksızdır. Çünkü, Yaratılması düşünülen varlığın şu anda mevcut olmadığı kabul edilmektedir. Hayal edilen varlığın yaratılması, Allah’tan beklenmekte, böylece Allah’ın yaratıcı olduğu, o hayali varlığın ise yaratılan olacağı kabul edilmektedir. Sonra ise o  hayali varlığın yaratılması, Allah’tan istendiği gibi, onun büyüklüğü, gücü, dirayet ve azameti de Allah’tan istenmektedir. Kısaca, Allah’ın nihayetsiz büyük, yegane yaratıcı, ezeli ve ebedi mutlak kadir olduğu ve sonradan yaratılan taşın ise yaratılmaya muhtaç, aciz, zelil, miskin olduğu sonucu ortaya çıktığı halde, tam tersine, o hayali varlığın Allah tarafından kaldırılıp kaldırılamayacağı sorgulanmaya çalışılmaktadır. Bu sebeple bu soru hiçbir ilmi değere sahip değildir. “Allah kaldıramayacağı bir taş yaratabilir mi? Kaldıramayacağı bir taş olan zatın Allah olması mümkün olabilir mi?” (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun kalmasın, s. 101) Dolayısı ile Allah hem yaratır hemde kaldırır!

Gaybı kimler bilebilir? Kur'an'a göre gaybı yalnız Allah bilir, peygamberlerine bildirebilir, O'nun ve bildirdiği peygamberlerinin dışında kimse bilemez. Kur'an'a Göre Peygamberler Erkektir. Ama durum bundan farklıdır:  Kasas, 7: “Mûsa'nın annesine şunu vahyettik: "Emzir onu! Onun aleyhinde bir korku hissedince de nehire bırakıver onu. Korkma, üzülme! Kuşkun olmasın ki, biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu resullerden biri yapacağız.” Musa'nın annesine vahyediyor, gaybı bildiriyor (bir kadına). Ali-İmran, 45: “Hani melekler şöyle demişti: “Ey Meryem! Allah, seni kendi tarafından bir kelime ile müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. Dünyada da, ahirette de itibarlı ve Allah’a çok yakın olanlardandır.” Meryem'e (bir kadına) İsa'nın doğacağını, geleceği, gaybı bildiriyor. Görüldüğü gibi o ayetler, gaybı peygamberden başkasına bildirmiyor derken, bu ayetlerde Allah peygamber olmayanlara gaybı bildiriyor. Yine görülen o ki Kur'an Tanrı sözü değil, Muhammed'in uydurması.

İyi çalışılmış bir konu gibi gözükse de yine aynı problemle karşı karşıya  bulunmaktayız. Aynı konudaki ‘tüm ayetlerin bir arada değerlendirilmesi!’ metodunun işletilmemesi sorunu! Buradaki problem gayb konusu değil vahiy kavramının tam anlaşılamamasından kaynaklanmaktadır. Halbuki Kur’an’da vahiy kavramı tam anlaşılırsa, sorun kendiliğinden çözülecektir. Gayb, “Gizli kalan, görünmeyen” anlamındadır. (Lisanü’l-ʿArab, ġyb maddesi) Vahiy kelimesi sözlükte, ‘Gizli konuşma, işaret etme, ‘emretme’, ‘ilham etme’, ima etme, fısıldama, mektup yazma, elçi gönderme, acele etme, seslenme vb’ gibi anlamlara gelir. (Cevherî, es-Sihah; ibn Manzûr, Lisânü'l-Arab, "vhy" maddesi; DİA, Vahiy maddesi) Ayrıca Terim anlamı (Yani özel bir alanda aldığı anlam olarak ise) "Yüce Allah'ın vasıtasız olarak veya değişik vasıtalarla emirlerini peygamberlerine bildirmesine” vahiy denmektedir. “Hz. Musa’nın annesine yapılan vahiy, peygamberlere yapılan vahiy değil, seçkin kulların kalbine doğan ilhamdır.” (Kur'an Yolu, IV/216) Yoksa Allah ‘arıya da’ vahyetmiştir: "Rabbin bal arısına ‘vahyetti’: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin." (Nahl,  68-69) Buradaki vahiy, ‘emretme-görevlendirme’ anlamındadır. Görüldüğü gibi Kur’an’da bu iki ayette vahiy kelimesi terim anlamında değil sözlük anlamlarında bulunan ‘emretme’ ve ‘İlham etme’ anlamlarında kullanılmıştır. (Ayrıca, ‘Kur’an’da secde ve tespih’ kelimelerinin anlamlarında da benzer şekilde bu konuları ele alacağız.) Zaten vahiy alan resulün görevi aldığını insanlara tebliğ etmektir. (Maide, 67) Hz Musa’nın annesinden ve Hz İsa’nın annesi Meryem’den böyle bir görev istenmemekte aksine onlara sadece bilgi verilmektedir. İşte bu bilgi verilemesine İslam literatüründe ‘İlham’ denmektedir ki ilhamda da yine melekler aracı olarak kullanılmaktadır: İslami bir terim olarak ilham, “Allah’ın, doğrudan veya melek aracılığıyla iyilik telkin eden bilgileri insanın kalbine ulaştırması” diye tanımlanmaktadır. (DİA, İlham maddesi) Kur’an, tüm peygamberlerin erkek olduğunu bildirir ve onlar için kullanılan vahiy, terim olarak bildiğimiz manada, ‘Allah'ın emir yasaklarını bildirmesi’ anlamında kullanılmıştır. Kelime oyunu veya direk cehalet örneği göstererek Kur’an’a çamur atmaya çalışanların eline geçen sadece, elinde atmaya çalıştığı çamur izi ile ortada kalmak olmaktadır. Kur’an güneş gibidir, çamur atmakla kirletilemez, atanın eli -yüzü, ruhu- kirlenir sadece. O nurdan istifade edip önünü aydınlatamayanlara ise, ‘nâr’ eşlik eder ve sonu aydınlığa ulaşmak değil kavurucu bir azaba çıkar. Anti parantez Peygamber erkeklerden seçilmiştir çünkü iftira, hakaret, savaş, öldürülme gibi kesin muhatap olunacak bu zor görev, kadınlara yüklenilmemiştir. Hele ki hamilelik veya özel haller gibi ayrıcalıkları da hesaba katarsak, bu Allah'ın kadınlara tanıdığı, aktüel ifadesi ile pozitif ayırımcılıktan başka bir şey değildir. Tıpkı evin ekonomik yönden teminatını öncelikli olarak erkeğe yükmelesi gibi. Ama manevi-ilmi olarak önder birçok kadın da vardır tabii ki: Rabiatü’l-adeviyye: İlahi aşkın sembolü; Amra: Hz. Aişe tarafından yetiştirilmiş büyük bir hadis bilgini,; Nefise bintu Hasan: İmam Şafii’ye öğretmenlik yapan alime; Ümmü’l-Hayr Rabia: Hat ustası ve hadis üstadesi; Zeyneb bintu Selma: Medine’nin büyük fıkıh alimesi; Zeyneb bintu Abdirrahman: Zemahşeri isimli Türk kökenli tefsircinin hocası; Abide: İmam Malik’ten hadis rivayet eden alime; Kerime: Buhari’nin hadislerini Mekke’de rivayet eden muhaddise ve şair sahabe kadınları Hz. Fatma, Hz. Şeyma, Hz. Hansa, Hz. Atike, Hz. Naciye ile liste uzar gider.

Müslümanlar Haceru’l-Esved’e taparlar, Kabe’ye secde edip şirke mi düşerler?

Müslümanlara ‘Hacerü’l-Esved şefaat etmeyecek, şahit olacaktır.’ (Kenzu’l-Ummal, h. no: 34748) Nasıl ki kıyamet günü, ‘el ayak’ insana şahitlik (Yasin, 65) edecekse, aynı durum H. Esved için de geçerli olacaktır. Yarattılan insanların metalleri konuşturduğu günümüzde, Yaratıcının bunu gerçekleştirmesi pekala mümkündür. Zaten günümüzde her hücremizin içinde tüm bilgilerimizin saklı olduğu bilindiği bu dönemde bu konu daha da kolay anlaşılabilir olmaktadır. Yoksa Müslümanların Hacerü’l-Esved’e bakışını Hz Ömer özetlemiştir: “Ben seni öpüyorum, ama senin ‘ne zararı ne de yararı olmayan bir taş’ olduğunu çok iyi bilirim. Ve muhakkak ki benim Rabbim Allah’tır. Eğer Resulullah’ın/Allah’ın elçisinin seni öptüğünü görmeseydim, seni öpmezdim.” (Buharî, Hacc 50, 57, 60; Müslim Hacc, 248, 120; Muvatta, Hacc 36; Tirmizî, Hacc 37) İmam Nevevi'nin de belirttiği gibi, Hz. Ömer'in bunu söylemesine sebep: "Müslümanların putperestlikten yeni kurtulmuş olmalarıdır.” (Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, VII/16-17, ayrıca: Kamil Miras, Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, VI/108-109) Tüm hacı adayları her dönüşte H. Esved'i selamlarlar. H. Esved bir bakıma tavafın başlama yeri olarak işaret taşı görevi de görmektedir. Yani Hacerü’l-Esved’in işlevi Hz. İbrahim zamanından beri aynıdır; tavafın başlangıç noktasını belirlemek! Peygamberimiz de “güçsüzlere sıkıntı verecekse, tekbir getir ve Hacerü’l-Esved’e ellemeden tavafa başla” şeklindeki hadisi (Ahmet, Müsned, I/28)  yine onun bu görevine işaret etmektedir. Daha sonra ateist yazarlar Kabe’ye secde etmemizi de dillerine dolayıp Kabe’ye taptığımızı iddia etmektedir ki, insan sormadan edememektedir; Madem biz Müslümanları putlara taptıracaktı (!), Efendimiz neden 23 sene çile çekip, savaşlar, mücadeleler sonunda Kabe’yi putlardan temizlemiştir? Sadece tapılacak putları değişmek için midir tüm bu çaba, emek, mücadele verilmiştir? Halbuki daha Kur’an’ın ilk 4. Ayeti bizlerin yolumuzu çizmektedir. Müslüman sadece Allah’a  “Kulluk eder, ancak O’ndan yardım isterler." (Fatiha, 4) Ve bırakın Kabe’deki putları, İslam Hz İsa heykellerine bile karşıdır. Detay, "İsa, Papa, İncil" adlı yazımızdadır. Putçuluğa neden olma ihtimaline karşı Efendimiz ne resmini yaptırmıştır ne de heykelini! Şeytan taşlama (cemre) ‘şeytana karşı bir tür tepki ve direnmeyi temsildir, sembolik olarak şeytan taşlanır, yoksa orada şeytan yoktur. Her taş atışta, önceden yapılan günahların terki için söz verilir ve cemre’den de maksat budur! “Kıble, Arapçada ‘yön, yönelinen şey’ anlamına gelir.” (DİA, Kıble maddesi; Zakir Naik, Gençlerin inanç sorunları, s. 115) Kabe Müslümanlar için bir şiar; yön, işarettir. Hz Adem ve oğulları tarafından yapılan (İbni İshak, Sire, s. 32-41) Kabe daha sonra Hz İbrahim'in oğlu İsmail ile temelleri üzerine 'yeniden' inşa edilmiştir. (Bakara, 127) Kabe’nin tarih boyunca defalarca tadilat gördüğü, onarıldığı da bilinmektedir. (Ezraki, Kabe ve Mekke Tarihi, 69-105; Zebidi, Sahih-i Buhari Tecrid-i sarih Tercemesi ve şerhi, VI/28-29) Ayrıca ‘Hicr-i İsmail’in orijinal Kabe'ye dâhil olduğu halde  (Buhari, “Ḥac”, 42; Tirmizi, "Hac", 48; Nesai, "Hac", 125, 128) günümüzde Kabe'ye eklenmiş değildir. Kabe’nin asıl şekli küp değil bir kenarı düz karşı tarafı ise yarım daire şeklinde olan bir binadır, günümüzde Kabe’ye dahil olduğu bilinen ama Kabe'ye ek yapılmayan yarım daire şeklindeki yerden -Hicr’i İsmail’den-  her Müslüman haberdardır ama hala o yer Kabe'ye eklenmemektedir. Bu durum gizli saklı bir şey değildir, İslamî kaynaklarda zaten detayları da anlatılmaktadır. Yani Kabe, bizatihi sadece tek başına bir taş bina olarak kutsal değildir, onun değeri taşında değil, ‘içerdiği anlam ve ifa ettiği görev’dedir. Onun en önemli asli görevi de, namazda secde anında ümmete bize ‘yön’ tayin etmesidir. “Kabe bir istikamet noktasıdır. Kabe, Allah'a gerçekleştirilen secdenin istikamet noktasıdır. Kabe birliği sembolize eder.” (Osman Nuri Topbaş, Aklın cinneti Deizm, s.  131-132) Bunun dışında Kabe’nin asli şekli bilindiği halde şu anki hali ile korunması bile aslında, İslam'da bu binanın sadece taş olarak bir kutsallığının olmadığının ama yön tayin etmesi nedeni ile önemli bir görevi ifa ettiğinin göstergesidir. Dolayısı ile inananlar olarak bizlere, maddi olarak gözüken yönü ile Kâabe’yi onarmak-korumak, yerine getirilmesi açısından üzerimize düşen önemli bir görevdir. Kısaca Kabe/Hacerül-Esved taş olarak değil, anlam/mana olarak görevi gereği değerlidir! Her ibadetin ruhu, mantığı ve amacı vardır. Namaz spor; oruç perhiz; hac turistik ziyaret değildir. Ama işin kabuğu ile özü arasındaki farkı ayırt edemeyen, yüzeysel ve önyargılı bir anlayışa sahip olanlar da her zaman olacaktır. Mesela, namaz aslında ‘ahlaksızlık ve kötülükten uzak durmamıza neden olacak  bir araç’ (Ankebut, 45) olmasını gerekirken, bu ruhu yakalamayan ve sadece sportif faaaliyetmişçesine yatıp kalkanların ibadetlerini yüce Yaradan namaz olarak kabul etmemekte ve kınamaktadır. (Maun, 4-5) Bazı cahil Müslümanlar fırsat bulsa Kabe’den taş kopartıp memleketlerine bile götürmek isteyecek kadar işin özü/ruhundan uzak bir anlayışa sahip olabilirler. Şeytan taşlama yerindeki ruhu, manayı kavrayamayan bazı Müslümanların bazı eşyalarını cemre'de taş gibi kullanmaları, aynı eksik bakış açısının tezahürüdür. Bu bilinç düzeyine sahip, normal bir Müslüman için ise, 'Müslümanlar Kabe’ye tapıyor' ithamı kendiliğinden temelsiz bir iddia olarak havada kalmaktadır. Özetle, İçi boş, asli şekli bilinse de görevini ifa ettiği için günümüzdeki şekli korunan bu taş binanın değeri maddi değil, manevidir. Amaç değil araçtır! Yoksa 1400 küsur senedir şimdiye kadar Kabe’den yardım isteyen, ona put niyeti ile tapan bir Müslüman bile çıkmamıştır! Biz Müslümanlara düşen de, her ibadetimizde ruhu yakalamak, ibadetlerin amacına ulaşmaktır. Araç olan bu taş bina, sel veya savaşta, tarihte olduğu gibi, yıkılabilir. Ama nasıl tarihte tamir gördü ise, gerektiğinde yeniden tamir edilir ve asıl olan amacına hizmete devam eder. Dün de devam etmişti, bugünde ediyor, yarında edecektir! Sorun amaç ile aracın karıştırılmamasındadır. Namaz ibadetinden hac ibadetine dek tüm ibadetler için de bu aynen geçerlidir. Emeviler ile Hz. Zübeyr arasındaki halifelik mücadelesi sırasında, ‘Mekke’de’ halifeliğini ilan eden Hz Zübeyr, “Mekke’yi kuşatan Emevi ordusunun mancınıklarla attığı taşlar ve bu sırada çıkan yangın yüzünden Kabe’nin tahrip edilmesi üzerine, duvarların kalan kısımlarını yıktırıp, binayı Hz. İbrâhim’in temellerini esas alarak yeniden yaptırmıştır.” (DİA, Kâbe maddesi) Yani Dan Gibson’ın iddia ettiği gibi ‘yok etmek’ veya ‘taşımak’ gibi bir durum da söz konusu değildir! Gibson, önceden kurguladığı senaryoya uyacak malzemeleri tarihten toplamaya çalışmış ama hepsini birbirine karıştırmıştır. Gibson’ın iddiaları ve cevaplarımıza ‘Gerçek Kabe Petra’da iddiası ve cevabı’ adlı yazımızdan ulaşabilirsiniz.

Ay tanrısının başka bir ismi: SİN. İslam öncesi Müşriklerde Ay Tanrısı çok popülerdi, farklı kabilelerce farklı isimler verilebiliyordu. Bir ismi de ‘Sin’ idi bu isim Kur’an'da aynen geçmektedir; Kur’an’da bir surenin adı Yâsîn'dir. İslamcılar bu ve benzerlerine anlamı yalnız Allah tarafından bilinen kelimeler diyorlar. Ama öyle değildir. Sure başlığı Yâsîn, bence  ‘Ey Sin’ anlamındadır, yani Sin'e sesleniş var burada. Sin'e hitaben yazılmış bu sure.

Yüce tanrımızın (!) bir kelime veya hece olarak değil de yalnızca ‘Bir harf olarak’ Kur’an’da geçiyor öyle mi? 1440 sene sonra tanrımızı (!) bize öğreten tanrısız ateist arkadaşların göserdiği yolda(!) ilerleyip onlara Kur’an’dan ikinci bir delil sunalım o zaman: Şura suresi 2. ayette geçen ‘Sin harfine’bakalım: "Ayn-sin-kaf" ne anlama geliyor peki? Kaf(e); Arapça ‘takip etmek’ demektir. Sin; zaten ay tanrısı demek! Ayn; Arapçada, ‘göz’ demektir. Toplayalım hepsini: Gözü ile takip eden tanrı Sin! Sizce daha mantıklı bir iddia olmadı mı? Hem bu açıklama ile ‘illuminati’ye de atıfta bulunup çok yönlü suçlamalarda bulunulabilir ateist arkadaşlar, ne dersiniz?! Hadi bizde dinsiz ate/deist olup birden ‘aydınlanma’ geçirelim mi şimdi?! Neyse, ciddi olup soralım: Kur’an’da tanrımızın adı neden açıkça geçmiyor da yorumlama ile koca dinin tanrısının adına ulaşmaya çalışıyoruz? Aslında bu tür komik sübjektif iddialar bile, ateistlerin iç dünyaları, bakış açıları, niyetleri ve bilgi seviyeleri konusunda ufuk açıcı ipuçları vermektedir. Ayetleri hecelere, harflere bölerek bir yerlere ulaşma gayretinde olmaları zaten ateistlerin içinde bulunduğu zaafiyet ve çaresizliğin de göstergesi olmakta değil midir?  Hoca Karadenizli arkadaşına sormuş, ‘çocuğunun adı ne?’ ‘Oğuz’ demiş bizim Karadenizli. Kızmış hoca ve ‘Kur’an’da geçen bir isim neden koymadın?’ demiş. ‘E ama koydum ya’ demiş laz uşağıda. ‘Nerde geçiyor?’ diye sorunca hoca Karadenizli cevabı yapıştırmış: “Kur’an’da geçiyor ya: ‘Oğuzu billahi mineşşeytanirracim."… Sin konusu ayrıca, “Allah kelimesinin kökeni, Ay kültü iddiası” başlıklı yazıda ele alınmıştır. Benzer garip mantığı ‘İslam'da ağaç kültü’ başlıklı yazısında da işleten dinsiz deist bir arkadaş "Animizm, doğada insan ruhuna az ya da çok benzer ruhlar bulunduğunu kabul eden dindir. İnanışa göre ruh sadece insanda yoktur, canlı cansız her şeyin ruhu vardır. İslam'da da bu kült (Ruhun varlığına inanmamızı kastediyor ki sitemizde, ‘Ahiret, beden, ruh ilişkisi’ başlıklı konuda ele alınmıştır) olduğuna göre, İslam'a animizm de yamanmış demektir." Halbuki, ‘Naturalizm/doğacılık’ zaten ateizmin pagan bir dini haline gelmiş durumdadır. (Natüralizm başlıklı yazımıza bakılabilir) Kendi paradokslarını bir de Müslümanlara yamamaya çalışmaları ateizmin çelişkilerinden sadece birini oluşturmaktadır. Seviye ortadadır, değerlendirmeyi burada okuyucuya bırakıyoruz!

İslam'da Ağaç Kültü ve Kökeni. Kasas 30. ayet aynen şöyle der; Mûsâ, ateşin yanına gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle seslenildi: “Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.” Ayet ne diyor ''ağaçtan seslenildi'' sonrasında ne diyor ''Ben Allah'ım'' bu da = (eşittir) Allah ağaca girdi, Ağaç Allah oldu, Allah insanın ruhuydu, Ağacın da ruhu oldu. Ağaçtan seslenebilmek için Ağaca girmesi şart, ağacın bedenine girmeden ağaçtan seslenemez. Yani ayet açıkça Allah'ın fizikî olarak bedenlendiğini söylüyor. Zaten Animizm de bu inançtan doğmuştu.

Müfessir (!) ateistler ayetlerde bulmak istediklerini arayınca, bu tür yorumlara da ulaşabiliyorlar. Halbuki ve her zaman olduğu gibi, aynı konudaki diğer ayetlere baksalar sorun kendiliğinden çözülecektir! Şura,  51. ayette yüce Yaradan insanlarla iletişim yollarını sayar ve onlardan bir tanesi de, “perde arkasından” iletişim kurmasıdır. Yüce Yaradan Musa ile de perde olarak ağacı kullanmıştır. Asıl önemli nokta da, Kasas 30. ayette de, Şura 51. ayette de, ‘min’ edatının kullanılmasıdır. Yani; ‘ağaçtan ve perdeden’ derken her iki ayette de ‘min’ edatı kullanılmıştır! Bu müfessir (!) arkadaşa göre, tanrı -Haşa- şimdi de perde olmuş mu olmaktadır! Şimdi bu ateist arkadaşa, “Radyo’dan bir konuşma” dinlediğinizi ifade etseniz, kendisi radyoda minik insanlar mı arayacaktır acaba?!

Peygamberimiz  Ad Kavmini başkasından mı öğreniyor?

Ateist bir yazar, Hz Resul'ün Ad kavminden bir sahabenin bahsetmesi üzerine, Efendimiz, o sahabenin o konu hakkındaki bilgisini öğrenmek için "Ad elçisi nedir?" diye o sahabeye sorduktan sonra onun anlattıklarını dinleyip, Kur’an'dan  aynı konu hakkındaki ayetleri (Zariyat, 41-42) sıralamasından (Tirmizi, Tefsir, Zariyat, 3269, 3270) hareketle, bu ayetleri peygamberimiz orada, o anda uydurmduğunu iddia etmetkedir. Halbuki efendimizin orada okuduğu ayet çok daha önceden inmiş, namazlarda defalarca da okumuş, müminlere ezberletmiş ve orada sadece bir kez daha okunmuştur! İlk kez vahyolunsa idi, belki iddianın bir temeli olabilirdi. Evet, Zariyat suresi Mekke'de inmiştir. (DİA, XLIV/137) ama yazarın aktardığı olay -Kendisi de itiraf etmektedir- Medine'de geçmektedir.

Rumlar galip mi oldu, Yenildi mi? Ya Allah'ın yanlışı var ya Muhammed'in. Muhammed ‘Rumlar galip oldu.’ diyor, Allah bu galibiyetin üzerine inen ayetinde ‘Rumlar yenildi’ diyor.

Ebu Said anlatıyor: "Bedir günü Rumlar, İranlılara galebe çaldı. Bu zaferden Müminler de sevindi. Bunun üzerine şu mealdeki ayet (Rum, 1-4) nazil oldu (okundu): "Elif Lam-Mim, Rumlar mağlub oldu, yakın bir yerde. Halbuki onlar bu yenilmelerinin ardından galib olacaklar birkaç yıl içinde. Önünde de sonunda da emir Allah'ındır. O gün mü'minler Allah'ın nusretiyle ferahlayacak" (Tirmizi, Tefsir, Rum, 3190) Öncelikle ateist arkadaş daha hadisin ne olduğunu bilmiyor ve cehaletini ilan ediyor. Hadis, peygamberimizin sözüdür. Halbuki burada görüldüğü gibi bu sözü söyleyen bir sahabidir: Ebu Said! Eksik bilgisinden veya daha sonra sözü aktaran ravinin eksik bilgisinden ‘okundu’ sözü ‘nazil oldu’ şeklinde nakledilmiştir ki, bu hadis ilminde çokça karşılaşılan bir durumdur. Bir olay veya sözün ağızdan ağıza aktarılırken değişikliğe uğraması doğal bir süreçtir. Muhaddislerin üzerinde durdukları konuların başında da, bu nakil esnasında meydana gelen değişiklikleri tespit etme problemi gelmektedir. Ateist arkadaş ise, sahabenin sözünü peygamber sözü diye yorumlayıp sonrada, sahabe veya daha sonra aktaran ravilerden birisinin hatasını peygamberimize atfedip bilgiçlik taslamaya çalışmaktadır. Peki, gerçekte olan nedir? Rumlar önce mağlup olmuşlardı. Ama Allah (cc) Rum suresindeki ayetleri indirir ve ‘Şu an Rumlar yenilse de ileride yenecekler’ mealinde ayetini indirir. Hatta Hz Ebu Bekir, Übeyy b. Halef adlı müşrik ile bu konuda iddialaşır ve sonra ayetin önceden haber verdiği durum aynen gerçekleşir, Rumlar daha sonra İranlıları yener. Ama ateist yazar bu Kur’an mucizesinden de İslam'a saldırmak için bir kılıf bulmayı başarır! Özetle, Rumlar galip gelince sahabe bu müjdeyi önceden haber veren ayeti okur. Ama büyük ihtimal bu rivayet dilden dile aktarılırken ‘okunma’ olur ‘nazil olma.’ Ortada ne ayet ne hadis problemi yokken, ya sahabi ya ravinin yanlış anlama sorunundan İslam’da hata bulmaya (! )level atlayan ateist zihniyet dışında ortada da bir problem bulunmamaktadır zaten.

‘Ednel arz’ kelimesini ‘yakın yer’ diye çevirsek olmaz çünkü 1800 küsür km bulunuyor Arabistan'a. ‘En alçak yer’ diye çevirsek de, Lut gölünde savaş olmadı.

Rum Suresinin ilk 4 ayeti hem geçmiş hem gelecekten mucizevi iki haber vermektedir fakat yine de ateistler burada bile İslam’a saldırma güdülerinden vaz geçmemektedirler!  Lut kavminin başına gelenlere atıfta bulunan ayetler geçmişe ait bir olaydan bahsederken, Rumların galip geleceğinden bahseden bölüm ise geleceğe dönük haber vermektedir ve her ikisi de efendimiz zamanında gaybi/bilinmeyen olaylar kategorisine girmektedir. “Edna” kelimesi, Arapça’da “alçak” manasına da gelen “deni” kelimesinden türemiştir ve "ensaru/efalu" babından türedilen bu kelime, “en alçak” anlamına gelmektedir. “Arz” ise ‘yeryüzü’ demektir. Dolayısıyla “edna’l-arz” ifadesi “yeryüzünün en alçak yeri” manasına gelir. Bizans ve Persliler arasındaki savaş ise sadece Ninova'da olmamış, iki devlet arasındaki savaş; Mısır, Suriye ve Kudüs'ü içine alan geniş bir alanda ve yıllarca sürmüştür. Tüm bu mekanların ‘merkezinde’ ise ‘Lut Gölü’ yer alır  ve Lut Gölü'de, yer kürenin ‘en alçak noktasını’ teşkil etmekte ve deniz seviyesinin 430.5 metre altında bulunmaktadır! (https://tr.wikipedia.org/wiki/Lut_G%C3%B6l%C3%BC) Rum suresi, Bizans'ın mağlubiyetten sonra tekrar galip geleceğini, süre belirterek haber vermiştir. (Altay Can Meriç, Peygamberliğin ispatı, s. 484) Müslüman olsun gayrimüslim olsun tüm araştırmacılar, surenin Bizans'ın kazanmaya başlamasından önce indiğini söylemektedir. (Meriç, s. 489) Richard Bell: Muhammed'in, bu kadar erken bir tarihte, Bizans İmparatorluğu'nun siyasi kaderini lehine olan görüşünü açıklamak zordur. Döneme yakın Bizans tarihçisi Theophanes: “Yenilmez Pers ırkının Romalılara arkalarını göstereceğini kim beklerdi ki?” diye hayret eder. Mitşel’in ifadesiyle; ‘Gidişat olağanüstü bir şekilde tersine döner.’ Edward Gibbon: “Bu önsezinin söylendiği zamanda, bunun gerçekleşebileceğine inanmak kuşkusuz çok zordu.” Onun belirtilerin lehinde olduğu bir savaşta dahi böyle bir öngörüde bulunması beklenemezdi. Zira bu, tüm iddiasını lüzumsuz yere riske atmak olurdu. Bunun haber verilmesi, gerçek bir mucizedir. “Ve o gün Müminler feraha erecekler” (Rum, 4) gerçekten ayetin nazil olduğu Mekke'de Müslümanlar baskı altında iken, Bizans zaferinin geldiği dönemde Medine'de baskılardan uzak bir halde yaşıyorlardı.  (Meriç, s. 502-503)

Rum Suresinde (Rum, 2-5) Rumların üç ila dokuz yıl arasında galip gelecekleri yazıyor. Fakat Rumlar 627 yılına kadar İranlıları yenememişlerdir!  Ayet ile tarihler uyuşuyor mu?

Rumlarla İranlılar arasındaki savaş, 610’da başlamış, 616’da Rumlar yenilgiye uğramıştır. Rum Suresi de, Romalıların yenildiği 616 yılında inmiştir. Romalılar, 622’de karşı harekete geçmişler, Bedir zaferinin de tarihi olan 624’te savaşı kazanmaya başlamışlar ve 625’de kesin zaferi elde etmişlerdir. (Tirmizî, Tefsiru sureti 30/31; Hâkim, II/410; Taberî, XI (21. cüz) /16-18;  el-Mevdûdî, Hz. Peygamber’in Hayatı, 387) Yani ‘tam’ ayetin ifade ettiği tarihte! Evet! Görüldüğü gibi İslam’ın hak din olduğunu gösteren mucizevi delillerden biri bile, ateistlerce dinsizliğe vesile kılınmaya çalışılmaktadır. “Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A'râf, 179)

Ama yabancı  kelimeler var Kur’an'da. Zümer, 28: "Korunsunlar diye, pürüzsüz Arapça bir Kur'an indirdik." Kur’an'da anlamları sadece Allah tarafından bilinen  ve anlamlarını insanların ancak kıyamet günü öğrenebileceklerine  inanılan, anlamı çözülememiş kelimeler vardır. Eğer Kur’an saf Arapça ise yukarıdaki savunmada da olduğu gibi her kelimesini her Arap'ın anlayabilmesi gereklidir. Anlaşılamayan kelimeler içermesi Kur’an'ın pürüzsüz Arapça olmadığı sonucunu doğurur.

Soruda iki farklı soru gündeme gelmektedir. İlki anlamı çözülememiş ayetler meselesi, diğeri Kur’an’ın pürüzsüz Arapça olması konusu! İlkini Kur’an zaten cevaplamaktadır. Kur’an'da müteşabih ayette bulunmaktadır: “(Kur’an) bir kısım ayetleri muhkemdir, ki bunlar kitabın esasıdır, diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde sapma meyli bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) te’vil etmek için ondaki müteşabihlerin peşine düşerler. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir; bir de ilimde yüksek payeye erişenler.” (Al-i İmran, 7) Muhkem ve müteşabih: Sıradan halkında akademisyenlerin de, her bilgi seviyesindeki insanların cennete gidebilmesi için kendisine gerekli olan tüm bilgileri muhkem ayetler verir. İlimde derinleşmiş olanlar için ise ayrıca, müteşabih ayetler vardır ki, müteşabih ayetler, zamanla anlamları daha iyi anlaşılan ayetlerdir. Bu da Kur’an'ın bir başka mucizevi yönünü oluşturur. "Bazı ayet manalarının müteşabih göstermesi, insanların tekamülüne/ilerlemesine imkan vermek, diğer taraftan alimlerin derin kavrayış ve keskin nazarlarını çalıştırmak hedefine yöneliktir. Kur'an'ın her ayeti, kesin hatlarıyla herkes tarafından aynı şekilde anlaşılsaydı akli delilere ihtiyaç duyulmaz ve insan aklı dondurulmuş olurdu. Halbuki oradaki bazı kapalı veya çelişkili gibi görünen ayetler sebebiyle akli delillerden yardım isteyerek, insan aklı çalıştırılmış olmaktadır." (Dr Sabri Demirci, Kur'an'da çelişkili ayetler meselesi, s. 213) “Müteşabih ayetlerin indirilmesinin hikmeti: Akıl ve düşünme yeteneğimizi kullanmaya teşviktir. İkinci hikmeti, ilmin ve ilim sahiplerinin değerlerinin anlaşılmasıdır. Böyle bir kişinin imanı, taklidi değil tahkiki imandır. Burada bilmeyenler kınanmıyor, onlardan bilenlere müracaat etmeleri isteniyor. "Şayet bilmiyorsanız bilgi sahiplerine sorun." (Enbiya, 7) Üçüncü hikmeti, bir iyi niyet ve irade sınaması olmasıdır.” (Prof. Cağfer Karadaş, Kafama takılanlar 2, s. 138-140) Müteşabih konusuna, ‘Ateistlere cevap’ başlıklı yazımızdaki “Kur’an'daki müteşabih ayetler konusu. "Kur’an açık bir kitap", "Anlaşılsın diye" indirilmedi mi?” sorusunda tekrar döneceğiz.

Kur’an'daki yabancı kelimeler konusuna gelince; Evet, Kur’an apaçık Arapça bir kitaptır. Yani Arap dilini bilen herkes Kur’an’da söylenenleri anlar. Kur’an’da, Arap diline daha önceden başka dillerden geçmiş kelimeler olabilir ama bunlar da zaten Arapçalaşmış, Arap dilinde kullanılan kelimelerdir. Zaten oryantalist Montgomery Watt bile “Kur’an'daki yabancı kelimeler ve özel isimlerin, Peygamberimiz ortaya çıkmadan önce Mekke'de bilindiğini” ifade etmektedir. (İ. Sarıçam, S. Erşahin, M. Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 231) Türkçede kullanılan ‘Kitap, kalem, defter’ gibi kelimelerin anlamını her Türk bilmektedir ama bu kelimelerin aslı Arapçadır! Aslında bu iddiada, dil bilimi konusunda bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir itham ve itiraf ta bulunmaktadır. Bu özellik sadece Arap dilinde değil her dil için geçerli bir özelliktir: Her dile başka dillerden kelimeler geçmiş ve yerleşmiştir. Aynı şey Türkçede de geçerlidir. Örneğin “Kemal, final imtihanında kopya çektiği için fakülte konseyi kararıyla üniversiteden uzaklaştırıldı”. Bu cümle Türkçe bir cümledir ve okuyan herkes tarafından anlaşılır. Halbuki bu cümledeki kelimelerin tamamına yakını başka dillerden Türkçeye geçmiştir. Kelimelerin başka dillerden geçmiş olması bu cümlenin Türkçe olmadığı anlamına gelmez. Aksine bu cümle içindeki kelimelerin hemen hemen hepsi yabancı dillerden geçmiş kelimeler olsa bile, bu cümle herkesin anlayabileceği açık bir Türkçe ile yazılmıştır. Kur’an’da, anlaşılır bir Arapça ile gönderilmiş ilahi bir kitaptır. Ayetlerde de Kur’an’ın bu yönü açıkça vurgulanmaktadır. “Arapça, Sami dillerinden olan Nabatçanın gelişmiş şeklidir.  (Ali Cevâd, el-Mufaṣṣal fî târîhi’l-'Arab kable’l-İslam, I/16-17; Hakkı Dursun Yıldız, “Arap”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, III/272) "Aynı kelime ortaklığı sadece Kur’an, Tevrat'a ait bir özellik de değildir. Bu, aynı dil ailesine bağlı tüm dillerde var olan bir olgudur. Coğrafi, tarihi ve kültürel olarak birbirleri ile iletişim halinde yaşayan toplumların kullandıkları dillerde ortak kelimelerin olduğu tarihte en çok bilinen meselelerdendir. Çok eski zamanlarda gerçekleşen diller arası kelime alışverişlerinde, bir kelimenin hangi dilden diğerine geçtiğini tespit edemeyiz. Latince ile Fransızca dillerinde ortak kullanılan sayısız kelime vardır. Bugün İngilizceye ait birçok kelimenin dünyanın çok farklı köşelerinde birçok dilde kullanıldığına şahit olmaktayız. Arapça ile aynı dil ailesine ait olan Aramice, Süryanice, Akkadça, İbranice, Habeşçe gibi diller tarafından kullanılan kelimelerin Kur’an'da da bulunması gayet doğaldır. Kur’an, nazil olduğu toplumda kullanılan dili kullanmıştır. Zaten dünyadaki tüm diller de bu şekilde gelişmiştir. Kur’an, kullandığı kelimelerin orijinalini değil, Araplar arasındaki kullanım durumunu dikkate almıştır." (Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kur’an'ın kaynağı ve metinleşmesi, s. 97, 98, 101,102, 103)

Kur’an saf Arapçadır. Ancak neden Kur’an içerisindeki bazı kelimeler Arapça kökenli değildir?  “Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Yusuf, 2)

"Hz Peygamber bütün Arap ve topluluklara gönderilmiştir. O halde Kur’an'da bütün Arapların ve diğer ümmetlerin dil ve sözcüklerinin bulunması zorunludur. Kur’an'daki her kelime Arapçadır. İnişinden önce kullanılıyor ve dinleyenler tarafından bu dil anlaşılıyordu. Bunlar, artık Araplaşmış kelimelerdir. Bu kelimelerin hepsi de Kur’an'ı nüzulünden önce Araplar tarafından kullanılmaktadır. Dolayısıyla Kur’an'ın indiği dil olan Arapçanın bir parçası olmuşlardır. İnsanlar da kendilerine okunup tebliğ edilen Kur’an'ı anlamışlardır." (İzzet Derveze, Kur’an cevap veriyor, s. 173-175) Ateistlerin ıskaladığı bir hususun da altını çizelim: “Kur’an müminin imanını kafirin ise küfrünü artırır.” (Tevbe, 124-125)  Onların her iddiasının cevabı olsa da, onlar hala hata aramaya devam edeceklerdir! Allah ıslah etsin, akıl, basiret versin…

Bu yazıda Kur’an'ın sadece iç çelişkilerinden söz edilecektir. Bunlar en vahim çelişkilerdir, dış kaynaklara başvurmayı gerektirmeden, Kur’an'ın sadece kendi metni ele alınarak Kur’an'ı çürütmeye kâfi gelmektedirler. Aşağıdaki listenin Kur’an'daki iç çelişkilerin tam bir listesi olduğu iddia edilmemektedir, birçokları daha mevcut olabilir.

Bakalım ne tür ‘kafi’ derecede çelişkiler (!) bulunmuş? ‘Birçok daha mevcut olan’ çelişki (!) iddiaları zaten yukarıda ele alınıp cevaplanmıştır.

Kur'an apaçık bir kitap mıdır?

En’am suresi, 38. ayet: “Biz bu kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” Ayette geçen kitap Kur'an değil, 'Levh-i mahfuz'dur. (Taberi, Beğavi, Maverdi, İbn Atıye, Kurtubi, Meraği ilgili ayet tefsiri; Şatıbî, II, 78; Şimşek, 106; Abdülcelil Candan, Kur'an okurken zihne takılan ayetler, s. 216) Kaf suresi, 4. ayette de kitap kelimesi, yine ‘Levh-i mahfuz’ anlamda kullanılmıştır. Kur’an'da levh-i mahfuz ayrıca, kitab mübin, yani "apaçık kitap" (Yûnus,61; Sebe, 3); Kitab meknun” (Vâkıa, 78); “Kitab mestur” (İsrâ, 58; Ahzâb, 6); “Ümmü’l-kitab” (Ra‘d, 39; Zuhruf, 4) tamlamaları ile de geçmektedir. 'Levh-i mahfuz’un kelime anlamı, ‘korunmuş levha’ demektir. Olmuş ve olacak tüm her şeyin kayıtlı olduğu -kıyas yaparak daha iyi anlaşılabilmesi açısından, güncel bir terim olan ‘tablet’ ile kıyaslayabileceğimiz- bir ilahi muhafaza levhası; kainat programıdır! Kur'an tefsirinin en temel kuralı, aynı konu hakkındaki tüm ayetleri bir araya getirerek değerlendirme yapılmasıdır! "Kur'an, her konuda açıklama getiren bir rehber, bir hidayet ve rahmet kaynağıdır." (Nahl, 89); Kur'an'da muhkem ve müteşabih ayetler de vardır. (Ali İmran, 7-8) Muhkem ayeti okuyan herkes anlar, müteşabih ayetin anlaşılması için ise, alimlerin açıklamasına ihtiyaç vardır. Kur’an’ı okuyan, araştıran herkese bilgisi ölçüsünde açıktır, yol göstericidir! Kur’an'ı herkes,  'seviyesine göre' anlar. "Kur’an'ı her insan kendi kapasitesine göre anlar." (Prof. Muhsin Demirci, Kur’an ve Tefsir, s. 182) Kur'an'da ana konuları ile dünya ahiret mutluluğunu sağlayacak her şey vardır. En cahil birisi de Kur'an'ı okuduğunda ne yapıp neden kaçması gerektiğini bilir, en alim olan da. Ama alimin imanı derunidir/içseldir! (Fatır, 28) Herkesin her okuduğu konuyu kendi başına anlayabilecek altyapıya sahip olduğunu düşünmek mümkün değildir. Halk, yılın aylarını ve günlerini bilir, astronomi alimi ise uzayı ve derinliklerini. Astronomi alimi, avamın/halkın baktığı ama göremediği detayları görür, anlatır, açıklar. Hz. Muhammed’in tebliğden farklı bir diğer görevinin de ‘Tebyin/ Kur’an’ı açıklama’ olması, zaten konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olmaktadır. Tarih boyunca, İslam alimleri Hz. Peygamber'in tebliğ vazifesini yürüttükleri gibi, tebyin/açıklama görevini de sürdürmüşlerdir. Zaten bu iki ayet başından itibaren okununca konu daha net anlaşılmaktadır: 38. ayet: "Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve gökyüzünde iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi sizin gibi topluluklardır. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp rablerinin huzuruna getirileceklerdir." 59. ayet: "Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi bile bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır." Kitap'tan kasıt nedir, o da Buruc, 21-22. ayetlerde açıklanmaktadır: "Şüphesiz o (asılsız saydıkları kitap) şanı yüce bir Kur’an’dır; Levh-i mahfuzdadır."; Rad, 39: "Ana kitap 'O'nun katındadır."; İsra, 59: "Kıyamet gününden önce ya helak etmiş veya onları çetin bir şekilde azaba uğratmış olacağız. Bu, kitapta yazılıdır." Nahl, 89: "Biz sana her şeyi açıklayan kitabı bir rahmet ve hidayet kaynağı olarak indirdik."; Yusuf, 111: "Kur'an'da anlatılan peygamberlerin kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır. Kur'an, her şey için detaylı açıklama, hidayettir." buyrulur. İşte bu ayetlerde kastedilen ise, elimizdeki Kur'an'dır. Maide, 15; Neml, 1; Hicr, 1; Yasin, 69. ayetlerde Kur'an için 'Mubin' yani apaçık kavramı kullanılır. Peki bu kelimeyi nasıl anlamalıyız? Bunun içinde yine Kur'an'ın en büyük 'açıklayıcısı' olan Kur'an ayetlerine başvurarak, 'mubin' kavramının ne anlamda kullanıldığına bakmak gerekmektedir. Yasin, 60: "Şeytan size apaçık (mübin) bir düşmandır." 'Göremediğimiz' şeytan bize nasıl 'apaçık' düşman olabilir ki? Demek ki, apaçık/mübin kavramı ile kastedilen, "Şüphesiz, kesin, inkar edilemez" olmasıdır! ‘Bu Kur’an kesinlikle insanlar için bir hidayet, yol göserici, dünya ve ahiret mutluluk kaynağı olan bir kitaptır!

Kur'an yazılı hale getirilmeden önce, Kur'an'da kitap kavramı neden geçiyordu?

En’am, 7. ayette: "Şayet sana kağıt üzerine yazılmış bir kitap indirseydik ve onlar elleriyle onu tutmuş olsalardı, yine de o inkarcılar, “Bu apaçık bir büyü, başka bir şey değil” derlerdi." buyrulmaktadır. Bu ayette de, kitap şeklindeki bir Kur'an'dan bahsedilmediği açıkça görülmektedir. Kur’an’da kitap kavramı ile kastedilen şey levh-i mahfuzdur. (İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, V/450; VI/189, 481; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXIX/237) Kainatta meydana gelecek bütün varlık ve olaylar levh-i mahfuz adlı bu kitapta yazılmıştır. "Yerde ve kendi öz nefislerinizde başınıza bir şey gelmesin ki, Biz onu yaratmadan önce, bir Kitapta bulunmuş olmasın." (Hadid, 22); "Mutlaka O'nun bilgisiyle düşen bir yaprak, yerin karanlıklarındaki bir tanecik, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitap'ta bulunmuş olmasın." (En'am, 59) ayet mealleri de bunu açıkça ifade etmektedir.

Müzzemmil suresi, 4. ayet: "Biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz."; Kamer suresi, 17. ayet: "Andolsun ki Kur'an'ı düşünmek için kolaylaştırdık fakat düşünen var mı?" Çelişki değil mi?

"Kur’an'ı her insan kendi kapasitesine göre anlar." (Kur’an ve Tefsir, Prof. Muhsin Demirci, s. 182) Kur'an'ı anlamak kolay; her kültür seviyesinden insan okuyunca, ilmi ölçüsünde kolayca anlar, yapması ve yapmaması gerekenleri öğrenir ancak; “bu kolaylığı insanlara anlatmak ağır ve zordur.” (Abdülcelil Candan, Kur'an okurken zihne takılan ayetler, s. 483) ki zaten Efendimiz 23 senelik nübuvet görevinin her anında çeşitli zorluk ve sorumluluklarla (Kur'an Yolu Tefsiri, V/486) karşılaşmış ve mücadele etmiştir. Aynı zorluklarla, peygamber varisleri olan (Ebû Dâvûd, İlim, 1 [3641]; Tirmizî, İlim, 19 [2682]) alimlerde hayatları boyu karşılaşmışlar ve günümüzde hala karşılaşmaktadırlar.

Müminun suresi, 58-59. ayetler: "Rablerinin ayetlerine inanırlar, Rablerine ortak koşmazlar." Çelişki değil mi? 

İlk ayette iman etmekle, ikinci ayette ortak koşmamayı ifade etmektedir. Şirk için önce mümin olmak gerekir. Sonra o imana ortak/şirk koşulur ki ayet bizleri bundan men etmektedir. Allah’ın sıfatlarını insanlara izafe etmek, Allah kadar başkalarını sevmek veya korkmak gibi birçok şirk çeşiti vardır. Peygamberimizin görevlendirildiği dönemde Mekke müşrikleri de Allah’a inanmakta idiler ama aynı zamanda O’na ortaklar da koşmakta idiler. Aynı hataya düşmeme konusunda ayet bizleri uyarmaktadır ki, günümüz ortamında bu ayetin uyarısının ne kadar haklı olduğu ortadadır, ne yazık ki…!

Fecr suresi, 22. ayet: "Rabbim gelip melek(ler) saf saf dizildiği zaman her şey ortaya çıkacaktır." Tek melekten kasıt ne? 

Arapçada çoğul yerine tekilin kullanıldığı da olur, bu bir edebi kuraldır. (Konumuzla ilgili şu iki makaleyi tavsiye edebiliriz: Osman Ertuğrul, Kur'an Dilinde Kelimenin İfade Biçimi, Iğdır Üniversitesi / Iğdır University İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı / No: 7, Nisan / April 2016: 91-117; Zafer Kızıklı, Arapçada ikil sözcük yapısı, AKEV, Yıl:11, Sayı: 33, 315-333) "Sizler kitap(lar)ın tümüne inanırsınız." (Ali İmran, 119) ayeti de buna diğer bir örnektir. “Kur'an, Arapça nazil olduğundan Arapça kurallarını uygulamaktadır.” (Abdülcelil Candan, Kur'an okurken zihne takılan ayetler, Müşkilü'l Kur'an, s. 509) Arap edebiyatında bazen yüklem bazen de özne hazfedilir, silinir…Bunlar o dilin edebi özellikleridir. Edebi kural ve örneklere ileride yine değineceğiz!

Lokman suresi, 34. ayet: "Kıyamet vakti hakkındaki bilgi ancak Allah'ın katındadır. Yağmuru o indirir. Rahimlerde olanı (Mâ fi’l-Erhâm) O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Yine kimse nerede öleceğini bilmez.Yağmuru ve rahimde olanları artık biliyoruz.

Lokman, 34. ayette bildirilen hususların Allah tarafından bilindiği bizlere bildirilmektedir. Ayette insanın kıyametin saatini, yarın ne kazanacağını ve nerede öleceğini bilemeyeceği belirtilmektedir ki tüm bunlar bugün de bilinmemektedir. Kıyamet için, 'indehu' kelimesi kullanılırken, yani o bilgi ‘sadece Allah'ın katında’ olduğu bildirilirken, kazanç ve ölüm için olumsuzluk eki, 'ma' edatı kullanılır ki bu da, ‘Allah dışında bu bilgiyi kimsenin bilemeyeceği’ anlamına gelmektedir. Yani kıyametin saati kesin Allah'ın katındadır, ölüm ve rızık konusunu da 'sadece' Allah bilir. Rahimlerde olan için ise ayette, ‘İndehu’ veya ‘ma’ edatları kullanılmamaktadır. Ayetin Türkçesi; ‘O Allah yağmuru indirir/yağdırır’ şeklindedir. Rahimdekiler için de, ‘Ve O Allah rahimlerdekini bilir.’ Buyurulmakta, fakat diğer sayılan üç husus için kullanılan, 'sadece’ veya ‘olumsuz anlam' ifade eden istisna edatları bu ikisi için kullanılmamaktadır! Ayet zaten yukarıda arapça olarak da verilmiştir. Ayette, kıyamet, ölüm ve rızık konuları kesinlikle ve sadece Allah tarafından bilinir denirken, diğeri iki husus için ise,  'bilme ve indirme' ifadelerini kullanılmaktadır. “Ayet, yağmurun Allah tarafından indirildiğini belirtmiştir. Ayet, rahimdekinin ‘cinsiyetine’ değinmemiştir. Ayette, 'kim' anlamına gelen 'men' edatı yerine 'şey' anlamına gelen 'ma’ edatının gelmesi de önemlidir. 'Ma' akılsız olan şeyler, 'Men' akıllı olan (insan) için kullanılır. Dolayısı ile 'Men' yani ceninin 'kim' olduğu değil; 'mâ' yani, ceninin ‘nasıl büyüyeceği, ne kadar yaşayacağı, iyi mi kötü mü olacağı’ vs. konularına atıf yapılmıştır. (Doçent Doktor Abdülcelil Candan, Kur'an okurken zihne takılan ayetler, Müşkilü'l Kur'an, s. 363-365) ki, bunları da bilen sadece O Allah (cc)’dır.

Enfal Suresi, 44. ayet: "Allah olacak, bir işi yerine getirmek için savaş alanında karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözünde azaltıyordu." ne demek?

Düşmanların az gösterilmesi, Müslümanlara  moral vermek amacıyladır. Müslümanlar az gösterildiği içinde müşrikler savaşı ciddiye almamış, işe gerektiği gibi sarılmamışlardır. Eğer Allah onları çok gösterseydi,  Müslümanlara karşı daha fazla hazırlık yaparak çıkacaklardı. (Abdülcelil Candan, Kur'an okurken zihne takılan ayetler,   s. 234) Sonuç zaten ortadadır, Bedir savaşı kazanılmıştır.

İlk Müslüman kimdir? Muhammed mi (6:14, 6:163), İbrahim mi (3:67), yoksa İsa mı (3:52, 5:110-111)?

“Her peygamber, ‘kendi çağının ilk iman edeni’ olmak zorundadır elbette. Kendisi, inanmadığı bir dine mi insanları çağıracak?” (Ahmet Bayraktar, Ateizmus 1, s. 57) Soruya da kısaca, ‘her peygamber, geldiği toplumun ilk inananıdır’ şeklinde cevap verebiliriz. Zaten din, önce imanı yerleştirip sonrada amelleri iyiye yönlendirmek için gelmemiş midir? “Yeni gelen bir dinin esaslarına inanan ilk kişi, o ümmetin peygamberi olduğuna göre burada garipsenecek bir durum da yoktur.” (Molla Musa Celali, Ateist İtirazlara Cevaplar, s. 74) İslam, Hz Adem ile başlamıştır. Dolayısı ile ilk Müslüman da Hz. Adem'dir. Her peygamber çağının ilk iman edeni, aynı zamanda Hz Adem'in mirasçısıdır. En'am, 14: "De ki: "Bana Müslüman olanların ‘ilki’ olmam emredildi ve sakın müşriklerden olma denildi."; En'am, 163: "ve ben müslümanların ilkiyim."; Ali İmran, 67: "İbrahim ne yahudi ne Hristiyan idi; bilakis o, tek Allah’a inanıp boyun eğmiş birisiydi, müşriklerden de değildi."; Ali İmran, 52: "İsa, onlardaki inkarcılığı sezince: Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir? dedi. Havariler: Biz, Allah yolunun yardımcılarıyız; Allah'a inandık, şahit ol ki bizler müslümanlarız, cevabını verdiler." Maide, 111: "Havarilere ‘Bana ve peygamberime iman edin’ diye ilham ettiğimde onlar ‘İman ettik, şahit ol ki bizler yürekten teslimiyet içindeyiz’ demişlerdi." Bir insan bir konuda bir şeyler konuşmak istiyorsa önce o konu hakkında biraz bilgi sahibi olması gerekir. Aslında Yüce Yaradan hep aynı emir ve yasakları insanlara bildirmiştir. Haşa, “Bir topluma içki içebilir, diğerine puta tapabilir, diğerine de iyiliğe gerek yok” dememiştir! “İlk insandan itibaren gelen dinin adı İslam'dır.” Daha bunu bundan haberi olmayan Kur’an uzmanı (!) ateist arkadaş bir de Kur’an’da çelişki bulduğunu iddia etmektedir! Bu konu “ İslam tüm dinlerin özüdür” adlı yazımızda ele alınmıştır.

Cehennemde insanlar ne yiyecektir? Acı ve kötü kokulu bir dikenli bitki mi (88:6), kanlı irin mi? (69:36) İki ayet de, söz konusu yiyeceklerin cehennem'deki tek yiyecek olduğunu iddia etmektedirler, birebir çelişmektedirler. Bunlarla bilahare çelişen 37:62-68, cehennemde insanların zakkum ağacının meyvelerini yiyeceğini ve kaynar sudan karışık bir içecek içeceğini iddia etmektedir. Üç yönlü bir çelişki söz konusudur.

İnsan menüsünü bu kadar mı merak eder? Aynı konudaki ayetleri bir arada okumadan sonuca ulaşmaya çalışmak insanı ancak bilgiç bir ate yapar deyip cevaba geçelim. Cehennem 7 kattır (Hicr, 44) Her katın ayrı ceza şekilleri vardır. Hatta bazı ateistler, ‘İslamiyet, sıcak bölgede faaliyet gösterdiği için, insanlar hep ateşle korkutulmuştur. Kutuplarda olsaydı, soğuk azaplardan bahsedilirdi. Şimdi din kitaplarında niye soğukla azaptan bahsedilmiyor?’ demektedirler. Merak etmesinler, ‘Zemherir’ adlı soğuk cehennem azabı da (Buhari, Bed’ü’l-halk, 10; İnsân, 13; Tirmizi, Cehennem 9, (2595); Hadislerle İslam, VII/656) onları beklemektedir. “Onların sayısını da inkar edenler için sadece bir imtihan vesilesi yaptık ki böylelikle kendilerine kitap verilenler kesin bilgi edinsinler, inananların imanı artsın; kendilerine kitap verilenler ve müminler şüpheye düşmesinler; kalplerinde hastalık bulunanlar ve inkarcılar da, “Allah bu sayı misaliyle ne demek istemiş olabilir?” desinler.” (Müddessir, 31)

Bir Müslüman'ın kaç annesi vardır? 58:2'ye göre bir ("onların anaları ancak, kendilerini doğuran kadınlardır."), 33:6'ya göre ise birden fazla ("onun [ Muhammed'in] eşleri de Müminlerin analarıdır.")

Hadi bir tane de biz ekleyelim, sütanneyi de ekledik, etti üç! Neyse cevap: Biri öz, diğerleri ise, peygamberimizin eşleri olan biz müminlerin manevi annelerimizdir. (Yukarıda ve burada, arada konuya farklı uslüpla yaklaşmamızı okuyucularımızın mazur görmesini rica ediyoruz.)

Allah, firavun'a bir peygamber mi (7:103,73:15), iki peygamber mi (10:75) göndermiştir?
Önce Musa (as)'ı tek başına firavuna göndermiştir. Daha sonraları Musa kendine yardımcı isteyince Harun (as)'ı da Allah görevlendirip Musa ile beraber yeniden firavuna göndermiştir. Yani önce bir sonra iki peygamber!  Bu olay Kur’an'da şöyle anlatılır. Furkan35. ayet: "Kardeşi Harun'u da ona yardımcı yaptık." Ama ateistimiz yine ‘aynı konudaki tüm ayetleri’ bir arada değerlendirmemiştir! Sonuçta da çelişki adı altında paradoksa düşen kendisi olmaktadır!

Allah, ad kavmini bir günde mi (54:19), birden fazla günde mi (41:16, 69:6-7) yok etmiştir?

Kamer 19. ayette ‘kasırganın başladığı günden’ bahsederken, diğer ayetlerde ise kasırganın sürecinden bahsedilir. Zaten Hakka suresi 7. ayette, "Allah o kasırgayı ‘ardarda’ yedi gece, sekiz gün onların üzerine gönderdi." buyuraak olayın detayını verilmektedir. Fussılat, 16. ayette de kasırganın günlerce sürdüğünü ifade edilmiştir zaten. Evet sayın okuyucu, yine aynı usulsüzlükler zinciri ve yine ithamda bulunan aynı zihniyet sahipleri…

109:1-6'da Muhammed, kâfirlerin tapındığı tanrının veya tanrıların Allah'tan farklı olduğunu söylemektedir. Burada kâfirler ile kime atıfta bulunulduğu belli değildir - ehl-i kitap (Yahudiler ve Hristiyanlar) ya da putperestler söz konusu olabilir. Halbuki Kur’an, Yahudiler ve Hristiyanların da (2:62, 2:139, 3:64, 29:46), putperestlerin de (16:35, 39:3) Allah'a inandığını öğretmektedir. İddiaya göre putperestler Allah'a ortak koşmakla birlikte Allah'a inanmayı sürdürmektedirler. Muhammed'in iddiası yalanlanmaktadır.

Kafirun, 1-6. ayetlerde kendisine tapılan yaratıcıların farklılığına vurgu yapılır ki, hakikat ortadadır: Yahudiler ırkçı bir tanrı ve Hristiyanlar üçlü birliktelikten oluşan bir tanrı inancına sahipken müşrikler ise putlara tapmaktadırlar. İslam’da ise ne ırkçılık vardır ne de putlara tapmak! İlk ayetteki ‘Kâfirler’ hitabından tüm İslam dışı inanç sahipleri kastedilir: Tanrı anlayışımız da, dinimizin ilkeleri de mesajının altı çizilir.  Bakara, 62. ayette ise genel anlamda, ‘İslam gelmeden önceki’ Yahudi ve Hristiyanların cennetlik olduğundan bahsedilir. Ayeti yukarıda ele almıştık. Zaten 134. ayette bu açıkça ifade edilir: “Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir.” 139. ayette ise özellikle, ‘Allah’ adı zikredilerek ‘teslis ve Yahuda inanışı’ reddedilmekte ve O (cc) İbrahim'in de, İsa’nın da rabbidir, aslında sizin de asıl rabbinizdir, O’na inanın” denilip, ‘Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir.’ diye de ayet bitirilerek, Kafirun suresi ile aynı içerikli mesaj verilmektedir. Yani hep tevhid mesajı tüm ayetlerde verilmekte, insanlık İslam’ın tek Allah inancına çağrılmaktadır. Ali İmran suresi 64. ayette ise Hristiyanların en temel 3 imani sorunlarının altı çizilmekte ve Hristiyanlara şu çağrı yapılmaktadır: “Sadece ‘Allah’a ibadet edip, O’na hiçbir şeyi ‘ortak koşmamak’ (Şirk; putperestlerin de temel sorunudur) ve din adamlarını ‘rab’ edinmemek!” Rab kavramını çok kısa bir özetle, ‘Hayatımızı düzenleyen kuralları koyan’ şeklinde tanımlayabiliriz. Dikkat edin lütfen yine şirk merkezli eleştiri hakimdir ayete! Ankebut suresi 46. ayette ise: “Ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir.” denmektedir. Ayetin ilk cümlesine dikkat edilirse, ‘Ehli kitab’la mücadele devam etmekte’ fakat bunun özellikle yumuşak bir üslupla yapılması gerektiği ifade edilmekte ve “Ey Ehli kitap olan Yahudi ve Hristiyanlar! Biz Tevrat, İncil, Zebur-un bozulmamış asıllara- inanıyoruz, bizi de, sizi de yaratan aynı ‘Allah’ (Bakara, 139) denilmekte, şirksiz asli tevhit inancına davet edilmektedirler. Ama çünkü onlar ayrı bir din, ayrı bir tanrı inancına sahiptirler: “Şüphesiz ki: "Allah ancak Meryemoğlu İsa Mesih'tir", diyenler kafir olmuşlardır.” (Mâide, 17); "Şüphesiz, Meryemoğlu Mesih (İsa), Allah'ın kendisidir." diyenler kafir olmuşlardır. Halbuki bizzat Mesih şöyle demiştir: "Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Çünkü kim Allah'a eş koşarsa, şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar. Allah, şüphesiz üçün (üç Tanrının) biridir." diyenler kafir olmuştur. Halbuki bir tek ilahtan başka hiç bir ilah yoktur. (Mâide, 72- 73); “Yahudiler; "Uzeyr Allah'ın oğludur."* dediler. Hristiyanlar da: "Mesih (İsa) Allah'ın oğludur." dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkarcıların sözlerini taklit ediyorlar." (Tevbe,  30) Putperestlere gelince; Nahl, 35. ayette müşrikler yanlış kader inançları nedeni ile eleştirilmekte, Zümer 3. ayette ise, şirke düşmelerinden dolayı ‘Yalancı ve inkara saplanmış’ olarak nitelendirilmektedirler. Müşrikler zaten bir yaratıcıya inanırlar, hatta Hz Muhammed’in babasının adı Abdullah yani ‘Allah’ın kulu’dur. Ama putları aracı kabul ettikleri içinde şirke düşmektedirler ki, günümüzde Hristiyanlık, Budizm, Hinduizmdeki putlar ile ateist yönetime sahip ülkelerin liderlerinin heykellerine yapılan tazimler bizlere putperestliğin hala devam ettiğini göstermektedir. Kısaca; Kafirler olan ehli kitapta ve putperestlerde bir yaratıcıya inanırlar. Ama sonra inançlarına tevhid inancına aykırı; ‘melekler Allah’ın kızlarıdır, Tanrı olan bir oğlu vardır, putlar bizi ona yakınlaştırır.’ türü sapık inançlara yönelirler. Tanrıya inanırlar ama bu tanrının içeriği şirkle doludur! Zaten müşrik olmak için önce tanrıya inanmalı, sonra ona ortak/şirk koşulmalıdır. Tanrıya inanmadan müşrik olunmaz, tanrıya inanmayana ateist denir. Ateistler hep aynı yanlışa düşmekte, aynı konudaki tüm ayetler bir araya getirilmeden, sadece ortamında koparılıp keyiflerine göre ayetleri cımbızlayıp seçmekte ve sonra da bunlardan kendilerince çelişkiler (!) üretmektedirler ki, bu yanlışlığa hem ateist hem oryantalistlerde sıkça rastlamaktayız.

* Yahudi din alimleri olan Rabbanilere göre Hz. Musa daha önce gelmeseydi Tevrat Ezra’ya verilirdi. (Sanhedrin, 21b) Üzeyir, Tevrat’ı ezberden yazdırıp Yahudilere öğretince onun 'Allah'ın oğlu' olduğu görüşü Yahudiler arasında yaygınlık kazanır. (Ali b. Muhammed el-Hâzin, Lübâbü’t-teʾvîl, II/351-352; Sa’lebî, Kasasu’l-Enbiyâ Arâisü’l-Mecâlis, 309; İbn Cerir et-Taberî, Camiu'l-Beyân, X/111; Muhammed Ali Sabûnî, Safvetü’t-Tefâsîr, I/396; Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IV/213; Komisyon, Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir II/757-8;  İbn Kesir, Tefsiru‘l- Kur‘ani‘l-Azim, II/336) ve bu inanç zamanla Hristiyanların “Mesih Allah’ın oğludur” sözlerine kapı açar. (Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IV/213) Yahudi asıllı İskenderani, Hicaz bölgesindeki Karailer’in bu inanca sahip bulunduklarını nakleder. (Lazarus-Yafeh, Intertwined Worlds: Medieval Islam and Bible Criticism, s. 53) Bu görüş daha yaygın bir görüştür. (Ebu Muhammed Ali b. Ahmed b. Hazm ez-Zahiri, el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâi ve’n-Nihal I/99; el-Mutahhar b. Tahir Makdisî, el-Bed’ ve‘t-Târîh, IV; 35; Baki Adam, “Üzeyir”, DİA, XLII/402) Ayrıca bu söylemin Medine’deki bir grup yahudi (İbn Ebû Hâtim, Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm, VI/1781; İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, III/424) ve Yemen civarında yaşadıkları söylenen Sadukiler (İbn Hazm, el-Faṣl, I/99) ve Filistin yahudileri (Makdisî, el-Bedʾ ve’t-târîḫ, IV/35) arasında yaygın olduğu da rivayet edilir. Bazı Yahudiler ve Hristiyanlar İsrail oğullarından olan peygamberlerini Allah’ın oğulları olarak kabul ettiklerinden kendilerini ayrıcalıklı olarak görmüşlerdir. (İbn Cevzî, Telbisu İblis, 77) Günümüzde de hala Yahudi Mistisizminde (Kabbalism) Tanrı oğlu Metatron (Enoh) figürünün bulunduğu da gözden kaçırılmamalıdır. (Selim Özarslan, İslam kaynaklarına göre yahudilerin Allah’ın oğlu olarak niteledikleri üzeyir ile ilgili bazı meseleler, Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 49, s. 29)

Kıyamet gününde, şefaat (aracılık) mümkün olacak mıdır (20:109, 34:23, 43:86, 53:26), olmayacak mıdır (2:122-123, 2:254, 6:51, 82:18-19)?

Allah'ın izni dışında şefaatçi olmayacaktır! Bazı ayetler geneli ifade ederken, yani şefaat olmayacak derken; bazı ayetlerde de istisnaları ifade edilir. Meleklerin secdesinde şeytanın melek olmadığını başka ayetin ifade etmesi gibi. Peki, neden aynı konudaki ayetler peş peşe Kur’an’da sıralanmamıştır? Çünkü herhangi bir konu Kur’an’da aranırken; o konu ile ilgili tüm ayetler taranırken tüm Kur’an gözden geçirilmek zorunda kalınmaktadır ki, bu da aradığımız konunun ‘tüm Kur’an içindeki konumunu, yerini’ daha iyi anlamamıza neden olmaktadır. Kur’an’ın üsluplarından biri de bu metottur!

Kötülüklerin kaynağı Allah mıdır (4:78), insanın kendisi midir (4:79) yoksa şeytan mıdır (38:41)? Özellikle arka arkaya gelen 4:78 ve 4:79'un birbirleri ile birebir çelişmesi dikkat çekicidir. Bu üç yönlü çelişki, günah / kader çelişkisi ile de alakalıdır.

Sad, 41. ayette Eyyüp aleyhisselam, şeytanın kendisine verdiği vesveselerden (Aşur, Tefsir, XXIII, 270) Rabbine sığınmasından bahsedilir. Şeytan insanlara “Kötülüğü, ahlaksızlığı ve Allah’a bilmediğimiz şeyleri yakıştırmamızı emreder.” (Bakara, 169) Ama unutmayalım ki şeytanın “Zorlayıcı gücü ancak onu veli/dost/arkadaş edinenlerle, onunla Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.” (Nahl, 99-100) Yoksa şeytanın “Bizi zorlayacak gücü yoktur; onun yaptığı bizlere çağrıda bulunmaktan ibarettir; arzusuna uyan da onun çağrısına uymaktadır.” (İbrahim, 22) Yani, kötülük kaynağı insandır, şeytan sadece teşvik eder, insanı tahrik eder, arzularının peşinde koşanda o teşviklere uyar. Ama asla unutulmamalıdır ki, “insanların yaptıkları kötülükler için şeytanı bahane etmeleri gerçekçi olmadığı gibi, Allah katında da herhangi bir değere sahip değildir.” (DİBİA, Şeytan maddesi) Peki kötülüğün kaynağı –haşa- Allah mıdır? Bu konu detaylı bir şekilde, “Kötülük/şer Allah'a izafe edilebilir mi?” başlıklı yazıda ele alınmıştır.

Allah çirkin işlerin yapılmasını emreder mi? 7:28 ("şüphesiz, Allah çirkin işleri emretmez.") ve 16:90'da ("Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar.") Allah'ın çirkin işleri emretmediği öğretilir. Hatta 2:169'da çirkin işleri şeytan'ın emrettiği belirtilir (" o [şeytan], size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder."). Ayrıca Allah'ın bir ülkeyi haksız yere helak etmeyeceği öğretilir (6:131). Fakat tüm bu öğretiler 17:16'da yalanlanmaktadır: "Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz." Allah insanlara çirkin işlerin yapılmasını emretmekte, sonra da bunu bahane olarak kullanıp ülkeyi haksız yere helak etmektedir. Çelişki ortadadır.

Bu sorunun cevabı ile ‘Allah kalpleri mühürler mi?’ adlı yazımızın içeriği paralellik arzetmektedir, okunmasını tavsiye ederiz. Aslında atalarımız bu konuyu çok güzel özetlemişlerdir: ‘Kula bela gelmez hak yazmadıkça, Hak bela yazmaz kul azmadıkça’ Allah (cc) hiçbir kulunun kötülük yapmasından razı olmaz: “Onlar çirkin bir iş yaptıklarında; ‘Babalarımızı bu yolda bulduk, esasen Allah böyle yapmamızı emretti.’ derler. De ki; şu bir gerçek ki, Allah asla çirkinliği emretmez.” (A’raf,  28); Allah kullarının inkara/küfre sapmalarına razı olmaz.” (Zümer, 7) Peki, ‘Helak etmek istediğimizde’ cümlesinden kastedilen nedir? Allah, bir kavim helakı hak etmek için yarışmadıkça, kötülük bataklığı içinde yüzmedikçe onları helak etmez. Ama o kavim helak olmak için her şeyi, adeta yarışırcasına yaparsa; onların başına bir zalim idareci getirtir! O zalimde onlara, o hak ettikleri cezayı verir. Allah hak etmeyene ceza vermez, ama edene ‘nasıl’ ceza verdiğini de ayet bizlere bu şekilde haber verir. Aslında bu ayet ilahi bir ikaz mahiyetindedir: “Başınıza zalim idareci geldi ise, bu size helakın yaklaştığının da göstermektedir!’ Zaten tarih bunun delilleri ile doludur. Diğer rivayetlerde bunu teyit etmektedir: “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz.” (Ali el-Müttakî, Kenzu’l-Ummâl, VI/89, Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II/82); “İnsanlar, iç alemlerinde, özlerinde kendilerini değiştirmedikçe, Cenab-ı Hakta onlar hakkındaki hükmünü onları değiştirmez.” (Ra’d, 11); “Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlak ve meziyetleri) değiştirinceye kadar, Allah’ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır.” (Enfal, 53) Konuya ek olarak, 'Günümüzde ‘toplu’ helak neden olmuyor.’ başlıklı soru ve cevaba, ‘ateistlere cevap’ adlı yazımızdan ulaşabilşirsiniz.

Allah adil midir? 39:69'a göre öyledir: " Yeryüzü rabbinin nuruyla aydınlanır. Kitap (amel defterleri) ortaya konur. Peygamberler ve şahitler getirilir ve haksızlığa uğratılmaksızın aralarında adaletle hüküm verilir." Ama örneğin 14:4'e göre, Allah insanları keyfine göre sapkınlığa sürüklemektedir: "Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir." bu durum, 4:88, 4:143, 6:125, 7:178, 7:186, 13:27, 13:33, 16:93, 17:97, 35:8, 39:23, 40:33, 42:46, 74:31 ile de desteklenmektedir. İnsanları keyfince saptıran Allah, sonra da bu insanları saptıkları için cezalandırmaktadır, mesela 16:94'te belirtildiği üzere: "Allah yolundan sapmanız sebebiyle kötü azabı tadarsınız. (ahirette de) sizin için büyük bir azap vardır." veya 72:15'te belirtildiği üzere: "Hak yoldan sapanlara gelince, onlar cehenneme odun olmuşlardır." Allah'ın kendi saptırdığı insanları cezalandırılması adil midir? Sapkınlığın asıl sorumlusu kimdir? Günah / kader çelişkisi burada açıkça ortaya konulmaktadır.

Aynı usul hatası ve hep doğal olarak yine aynı yanlış sonuç! Aynı konudaki tüm ayetler bir araya toplansa ortada sorun kalmayacağı çok kere yukarıdaki  örneklerde defalarca gördük. İbrahim, 4.  Ayetten maksat, “Allah Teala ayetlerini gönderdikten sonra tercihini ısrarla inkâr yönünde kullananları zorla doğru yola iletmez. Bilakis onları ‘kendi irade ve tercihleriyle’ baş başa bırakır; inkarcılık ruhlarına yerleştikten sonra da artık onlar iman etmezler. Ama gerçeği araştırıp tercihini o yönde kullanmaya çalışanlara ise Allah yardım ederek, onları doğru yola ulaştırır.” (Kur'an Yolu Tefsiri, III/303) demektir.  Diğer verilen ayetler ve cevaplarını “Allah kalpleri mühürler mi?” başlıklı yazımızda ele alıp cevapladık. Sapkınlığın asıl sorumlusu kimdir?” sorusuna, ‘metotsuz ve bilgisizce Kur’an ayetleri hakkında ahkam kesip, insanları İslam’dan uzaklaştırmaya çalışan cahil ateistlerdir’ diye cevap verebiliriz. ‘Günah/kader çelişkisi’ iddiası da geçersiz bir ithamdır, ‘Kaza kader’ başlıklı yazımızda konu detaylı olarak ele alınmıştır.

Melekler dostumuz mudur? 2:107 ve 29:22'ye göre Allah'tan başka dostumuz yoktur, ama 41:31'e göre melekler dünya hayatında da âhirette de dostlarımızdır.

Melekler Allah’ın emirlerini yerine getirmekle görevli varlıklardır. (Nahl,49-50; Tahrim,6; DİA, Melek maddesi) Hüküm vermede, yaratmada, yönetmede (Bakara, 107; Ankebut, 22) tek dost tabii ki Allah’tır! Ama melekler de unutmayalım ki O'nun emrindedir! (Enbiya, 26-27; Tahrim, 6) Yani, birinin dostu eğer melek ise, aslında asıl dostu Allah’tır! “Muhakkak ki: “Rabbimiz Allah'tır.” deyip, sonra (da) istikamet üzere olanlara (Allah'a yönelip dini yaşayanlara) melekler inerler: “Korkmayın ve mahzun olmayın. Ve vaadolunduğunuz cennetle sevinin! (derler)”  (Fussilat, 30) Görüldüğü gibi, Allah’a yakın olanlara melekler de yakın olurlar! Ateistin de verdiği ayetin devamında bu dostluğun, ‘hem dünya hem ahireti’ kapsadığı görülmekte ve aynı surenin bir sonraki ayetinde de, (Fussılat, 32) melekler dostluklarını Allah’a izafe etmektedirler: “Bağışlayıcı ve merhamet sahibi olan Allah’ın ikramıdır bu.” Evet, sadece bir ayet sonrasını ateistimiz okumamakta veya anlamamakta ısrar etmektedir! "İnkar edenler, sadece yapmakta olduklarından dolayı cezalandırılırlar." (A'raf, 147)

Her şey Allah'a boyun eğer mi? 30:26'ya göre her şey Allah'a boyun eğer, ama düzinelerce ayet, hem şeytan'ın (7:11, 15:28-31, 17:61, 18:50, 20:116, 38:71-74) hem de birçok değişik insanın Allah'a boyun etmeyi reddetmesinden, başkaldırmasından söz eder.

Özgür iradeli yaratılan insan ve cinler (şeytan da bir cindir) hariç, her şey Allah’a iteat eder. O nedenle de insanlar ve cinler için cennet ve cehennem söz konusudur. Geri kalan, meleklerden evrendeki tüm canlı cansız varlıklara dek, hepsi Allah’a secde ve tespih eder; iteat eder, emirlerine boyun eğer, verilen görevleri aynen yerine getirirler. Onların ‘Secde ve tespih’ etmelerini ‘Kur’an’da teşbih, mecaz, kinaye’ adlı yazımızda ele alacağız.

Bir hadis:  '(Güneş) Secde yapmak için müsaade almaya gidiyor ve kendisine müsaade ediliyor. Sanki bir gün ona ‘Buradan Doğ!’ denilecek, o da battığı yerden doğacaktır.’ Burada sanki dünya dönmüyor da güneş doğup batıyormuş gibi bir anlam çıkıyor.

Hadisin kaynağı, ‘Tirmizi, Fiten, 22; Muslim, Fiten: 13; İbn Mâce, Fiten: 32’dir ve hadis kıyamet alametlerinden bahsetmektedir. “Kur’an’da çelişki yoktur” ve Kur’an'da bilime aykırı olduğu  iddia  edilen ayetler” adlı yazılarımızda, Kur’an ayetlerinden hareketle güneş-dünya ve yörüngeler hakkında bilgiler verilmiş ve bilimsel anlamda bir sorun olmadığı ispat edilmiştir. Peki, secde kavramı ile kastedilen nedir? "Evrendeki her şey Müslim yani İlahi emirlere teslim olmuştur. Ondan aldıkları görevi yerine getirirler."  (Seyyit Hüseyin Nasr, İslam’da Bilim ve Medeniyet, s. 19)  Nahl, 79. ve Mülk, 19. ayetlerde yüce yaradan 'kuşu havada tutanın kendisi' olduğunu bizlere bildirilmektedir. Aslında bu, o kuşun uçması için gerekli tüm özelliklere işaret edip (havanın kaldırma kuvveti, sürtünme kuvveti, tüylerinin yapısı, ön gagasının yapısı vd.) dikkatleri o muhteşem düzene toplayıp, onu ayarlayana, eserden müessire, yani eseri yapana ulaşmamızı istemektedir.

"Secde etmek, tespih etmek" gibi kavramlar iteat etmek, verilen görevi yapmak (İbnu Manzur, III/204- 206) anlamlarına gelir. Yani güneş, kendine verilen emri yerine getirir, ısı ve ışık yayar. Taki, kıyamet gününe, her şeyin ters yüz olacağı kıyamet günü, "güneşinde batıdan doğacağı" (Sünen-i İbni Mace, IX/4362) ana dek. Söz konusu hadisin devamında efendimiz: "Güneş, kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider. (Yasin, 38) ayetini okumaktadır. Bu ise bilimsel bir mucizeye işaret etmektedir. Çünkü "güneşin de bir yörüngesinin olduğu" gerçeğinin peygamberimiz döneminde bilinmesine imkan yoktur. Tabii, ateistler hadisin devamını yazmamışlardır! Yasin, 39. ayette ise, Ay’ın da yörüngesi olduğu ifade edilir ki, bu da ayrı bir bilimsel mucizedir. Yasin. 40. ayette ise gece gündüz dengesine işaret edilir ve ay, güneş ve dünyanın her birinin yörüngesi olduğu surede ifade edilir!

Secde Arapça sözlüklerde, 'boyun eğmek' anlamına gelir. "Yaratılanların tespihleri, Allah'a olan teslimiyetleridir." (Muhammed Ali es-Sabûnı, Safvetü't-Tefâsîr, III/319 vd.)Kur’an'da bu anlamda 80 yerde secde kelimesi ve türevleri geçer. (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “scd” md.) Ünlü sözlük sahibi Ragıb el-İsfahani, Kur’an’daki secdeyi, ‘isteğe bağlı’ ve ‘zorunlu’ secde olarak ikiye ayırır; ilki (sücud bi’htiyar) insana mahsus olup karşılığında mükafat vardır ki “O’na ibadet etmekle, onun emirlerine uymuş olur.” (Zakir Naik, Gençlerin inanç sorunları, s. 32) ve bu sayede dünyada huzurlu ve ahirette de cenneti hak etmiş oluruz. İkincisi (sücudü teshir) insan dahil olmak üzere canlı ve cansız bütün varlıkların 'Allah’ın koyduğu kanunlara boyun eğmesidir.' (İsfahânî, el-Müfredât, “scd” md.)  "Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların çoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun?" (Hacc, 18) ayetinden kastedilen de budur. "Hiç bir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tespih etmesin." (İsra, 44);"Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tespih etmiştir. O, Aziz'dir, Hakim'dir." (Hadîd, 1); "Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allâh’a secde ederler." (Ra’d, 15); "Allah’ın yarattığı nesneleri görmüyorlar mı? Onların gölgeleri sağa ve sola dönmekte, Allah’a secde edip yere kapanmaktadır." (Nahl, 48) Dikkat edilirse ayetler, sünnetullah olan tabiat kurallarına işaret ederek, tespis/secde terimleri ile bu kurallara işaret etmekte ve kurallardan da kuralı koyana ulaşmamız amaçlanmaktadır. Zaten birçok Müslüman araştırmacı da bu ayetlerin yönlendirmesi ile astronomi çalışmalarına yönelmiştir. "Allah’ın yaratmayı nasıl başlattığını, Yeryüzünde gezip dolaşın ve Allah’ın ilk yaratılışı nasıl başlatıp devam ettirdiğini görün." (Ankebut, 19-20); "Gerçekten de yerlerin ve göklerin yaradılışında, gün ve gecenin uzayıp kısalmasında akıl sahipleri için muhakkak birçok işaretler vardır." (Ali İmran, 190); "O yedi göğü kat kat yaratandır. Rahman'ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözü(nü) çevir (de bir bak) hiçbir çatlaklık görüyor musun?" (Mülk, 3) gibi birçok ayet aslında, yaratılandan yaratana ulaşmamız için Müslümanları motive etmiş, yönlendirmiştir. ‘Kur’an ve bilim’, ‘Müslüman bilim öncüleri’ ve ‘İslami bilim, felsefe ve Batıya etkisi’ başlıklı yazılar da, bu yönlendirmenin sonuç verdiği örneklerle doludur!

Allah, 'şirki' (kendisine ortak koşulmasını) affeder mi (7:153, 25:68-71), affetmez mi (4:48, 4:116)?

Şirk içinde ölmedikten sonra, tabii ki Allah günahtan dönenleri affeder. A’raf, 153. ayette af dileyip tövbe edenlerden bahsedilir. Furkan 71. Ayette de, “Ve her kim tövbe edip iyi davranışta bulunursa, muhakkak o tövbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner.” buyrulur. Yani bir kere hata işleyenin ebedi cehennemlik olması gibi bir şey söz konusu değildir! Zaten ilk Müslümanlarda önceden birer müşrik değil mi ididler?!  Ateist ayetlerin meallerini yazsa her şey ortaya çıkacak, okuyan anlayacak ama araştırmayan, önyargılı birkaç kişiyi kandırmayı da yanlarına kar addediyorlar demek! Allah müşrik olarak ölenleri ise asla af etmez: Nisa, 48, 116: “Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz.”

Nisa 93 Bir mümini kasten öldüren kişinin ebediyen cehennemde kalacağı, Nisa 48 de de şirk koşanın asla affedilmeyeceği yazıyor. Ama Zümer, 53 de Allah'ın bütün günahları bağışlayacağı yazıyor. Şimdi yukarıdaki günahları isleyen kişi affedilir mi affedilmez mi?

Nisa, 48: “Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını ‘dilediği kimse’ hakkında bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.” Ayetin mealinde, 'Limen yeşa/dilediğini’ istisnası bulunur; “şirkin dışında' Allah (cc)  ‘dilediğini’ af eder." Nisa, 93: “Kim de bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir.” Bu ayeti de, A’raf 153, Nisa 116 ve Zümer, 53 ile beraber anlarsak sorun çözülür, çünkü Kur’an bütüncül okunmalıdır: "Kural olarak Kur’an’ın bir ayetini bütününden kopararak tek başına değerlendirmek ciddi yanlışlar doğurabilir." (Kur'an Yolu Tefsiri, IV/ 627) A’raf, 153: "Kötülükler yaptıktan sonra ardından ‘tövbekar’ olup da iman edenlere gelince, şüphesiz ki, o tövbe ve imandan sonra Rabbin elbette bağışlayıcı ve esirgeyicidir."; Nisa, 116: "Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz, ondan başkasını ‘dilediği kimseler’ için bağışlar. Allah’a ortak koşan büsbütün sapıtmıştır."; Zümer, 53: "De ki, Ey kendi aleyhlerine olarak günahta haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah ‘dilerse’ bütün günahları bağışlar; doğrusu O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." 54. Ayette de belirtildiği gibi, “Allah’ın affına layık olabilmek için her şeyden önce O’na yönelip teslim olmak gerekmektedir.” Toparlarsak, "Allah şirki asla af etmez, haksız yere kul öldüren, tövbe ederse, Allah dilerse af eder, zira, "Allah tövbeleri kabul edendir." (Bakara, 37; Tevbe, 104) Affı hak etmeyen ise, ebedi cehennemde kalır.  Burada bir konunun altını çizelim: Kur’an'da istiğfar, ‘Söz ile af dilemek’ anlamına gelirken tövbe ise, sözün fiiliyata, pratiğe geçirilmiş halini ifade eder. Günahkar kul yaşantısında hatadan dönmüş ise ve O’ndan af dilemiş ve bunda samimi ise, Allah’u e’lam, Zümer, 53. ayet devreye girer.

Peki bu dünya da şirk günahını isleyen adamı öldüren, tövbe ederse affolunur mu?

Müslüman olsun kafir olsun bir insanın, 'can, mal, namus, akıl ve dinine' saldırmak haramdır; Detay, ‘İslami emirler ve hümanizm’ adlı yazımızda verilmiştir! Eğer bir insan, kafir veya müşrik olsun, yapılan anlaşmayı bozarak saldırır veya Müslüman devlete savaş açarsa, zaten bu İslam savaş hukukuna göre caiz olan bir savaştır ve nefsi müdafaa içerisinde telakki edilir, dolayısı ile ceza gerektirmez. Bu konuda, ‘İslam savaş hukuku’ adlı yazıya da bakılabilir. Eğer bir insanı, hele de İslam ülkesi ile anlaşma yapan, müşrik veya kafir (Hristiyan, Yahudi vs.) birisini (Yani zımmiyi)  öldürürse, bu konu, "Kim bir insanı (suçsuz yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. " (Maide, 32) ayetinin hükmü alanına girer: "Bir Müslüman, kasten bir gayrı müslimi (zimmiyi) öldürürse, kendisine kısas tatbik edilir." (Merginani, el-Hidaye, VI/160; Şeybani, Kitabu’l-hucce, IV/322; Buhari, Diyet, 22; Kitabu'l-hucce, VI/329-345) "Kafir karşılığında Müslüman öldürülmez." (İbn Mace, Diyet, 21) hadisinde geçen kâfirden maksat, kendisiyle savaş halinde olunan kimseleri ifade etmektedir. (Mevsıli, İhtiyar, V/27)

"Musa’nın kavmi onun ( Tur’a gitmesinin ) ardından, ziynet eşyalarından, böğürmesi olan bir buzağı heykeli (yaparak ilah) edindiler." (7:148) Musa'nın kavmi, Musa Tur'dan dönmeden önce mi (7:149) yoksa döndükten sonra mı (20:91) bu hatalarından vazgeçip tövbe ettiler?

Ateist arkadaş ayetlerin sıralamasını yanlış yapıyor… Taha, 91: “Musa dönmeden tövbe etmeyiz” diyorlar. Yani tövbe ettikleri yok! A’raf, 149: Musa (as) dönünce onları azarlayıp heykeli ateşe atıyor, onlarda tövbe ediyor.

Yunus sahile atıldı mı (37: 145), atılmadı mı (68:49)? Nasıl bir yere?

Kalem 49. ayet: “Rabbinin lutfu imdadına yetişmeseydi o mutlaka kınanmayı hak etmiş olarak ıssız bir sahaya atılacaktı.”; Saffat, 145: “Sağlığı bozulmuş olarak onun ıssız bir kıyıya bırakılmasını sağladık.” Her iki ayette de sahile atılmadan bahsediyor. Birinde Allah’ın onun tövbesini kabul etmesinden, diğerinde sağlığından bahsedilse de ortak nokta, “sahile atılmasıdır!” Saffat, 145-146: “Sağlığı bozulmuş olarak onun ıssız bir kıyıya bırakılmasını sağladık; Üstüne (gölge yapması için) kabak türünden bir bitki bitirdik.”; Kalem, 49: “Eğer Rabbinden bir nimet ona erişmeseydi, O mutlaka çorak bir diyara kovulmuş olarak atılacaktı.” Hz. Yunus peygamber bir balığın karnında boş bir araziye atılmıştır. Tabii burada ki boş bir araziye atılış sebebi ayetin iki gerisiyle irtibatlıdır: Saffat, 143-144: “Eğer çok tespih edenlerden olmasaydı, yeniden dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.” Anlaşılacağı üzere, Hz. Yunus’un Allah’a tövbesini çokça yapması ve çokça af dilemesi (Enbiya, 87) sonucu, Allahın rahmetiyle, boş bir araziye bırakılmıştır. 145-146. ayetler bırakıldığı yerde, onu koruyucu çevresel etmenlerin oluşturulduğu da anlatılmaktadır. Şimdi gelelim Kalem süresindeki ayete 49. ayet: “Eğer Rabbinden bir nimet ona erişmeseydi, o mutlaka çorak bir diyara kovulmuş olarak atılacaktı.” Eğer Yunus peygamber rahmetten uzak olsa idi; çorak bir diyara atılacaktı. Bu Saffat suresinde de aynen belirtilmektedir. Ama ayette, “Şecereten min yaktin” cümlesi konuyu aydınlatmaktadır. Yunus peygamber sahile atılması, ‘kovulmadan’ ve ‘Allah’ın rahmeti ile’ çorak arazide “Şecereten min yaktin”; ‘üzerine bir bitki bitirilerek’ gerçekleşmiştir. Yani Yunus (as) sahile atılması rahmetten uzak olmadan, "el-ara"  gibi  yerde özel bir koruyucu; üstüne gölge yapması için geniş bir bitki bitirilerek gerçekleşmiştir. Kısaca, Atıldı; “Kovulmadan, korunarak, rahmet ile.” Atılmadı; “rahmetten uzak olarak çorak bir araziye.”

Namuslu kadınlara zina isnat edenler (evlilik dışı cinsel ilişkide bulunduğu yönünde iftira atanlar) affedilebilir mi (24: 4-5), affedilemez mi (24:23)?

Cezasını çekip, tövbe eden af edilir. (Nur, 4-5) Ama şu veya bu nedenle bir şekilde bu dünyadaki cezadan kurtulan af edilmez ve ahirette cezalandırılır. (Nur, 23)

Kur’an, önceki kitapları doğrulayıcı mıdır (2:97) yoksa düzeltici ve yerine geçici midir (16:101)?

Bozulmadan önceki hallerini doğrulayıcı, ama bozulmuş su anki hallerinin yerine geçendir!

Kur’an benzeri bir kitap kesinlikle yazılamaz denmektedir (2:24, 17:88) ama aynı zamanda Tevrat ve Kur’an eşdeğer sayılmaktadır (28:49, 46:10)

Kur’an’dan önce inen ve bozulmamış haldeki Tevrat ve İncil’i de indiren, Kur’an’ı da indiren aynı Allah (cc) değil midir? Onlarda Allah kelamı değil midir? Gelelim ikinci bölüme. Kur’an geldikten sonra ise asla benzeri yazılamaz; denendi (Haziran 633'da ölen Müseylemet'ül Kezzab'tan 13 Mayıs 2018'ta ölen Anis Shorrosh'a dek defalarca, çok kez, ama) başarılamadı! İngiliz Oryantalist ve çevirmen Forster Fitzgerald Arbuthnot bu konuda şöyle demektedir: "Edebi bakış açısıyla değerlendirildiğinde, Kur’an yarı şiirsel yarı düz yazı olarak yazılmış en saf Arapçaya örnektir. Dilbilimcilerin bazı durumlarda Kur’an'da kullanılan belirli kalıp ve ifadelerle uyuşacak kurallar kullandıkları ve Kur’an'a eş bir çalışma üretmek için birçok denemede bulunmalarına rağmen, henüz hiçbirinin bu konuda başarılı olmadıkları bildirilmiştir." (Arbuthnot, The Construction of the Bible and the Koran, s. 5) Bu nedenle de, “H. de Castries, ‘İnsan aklı, bu ayetlerin ümmi bir adamdan nasıl meydana geldiği hususunda hayrete düşmektedir. Bütün Doğu, insanoğlu düşüncesinin lafız ve anlamda Kur'an'ın bir benzerini getirmekten aciz olduğu hususunu’ itiraf etmektedir. Ancak biz Batılılar düşüncelerimize aykırı olduğu için Kur’an’ı anlayamıyoruz. Jan Jak Russo, şu sözlerinde isabet etmiştir: Bazı insanlar Muhammed’den Kur’an’ı işitseler hemen secdeye kapanır ve şöyle derlerdi: Ey Allah’ın elçisi peygamber. Bizi de yanına al. Çünkü biz senin için ölmeyi veya sana yardım etmeyi severiz.’ (Prof. Dr. M. Halil Çiçek, Müşkilu'l-Kur'an'ı Yeniden Değerlendirmek, s. 48) Özetle, ayetler bizlere, Kur’an’ın kendinden öncekileri bozulmamış asılları ile Tevrat ve İncil’i tasdik ettiğini, kendisinden sonra ise, benzerinin asla yazılamayacağını ilan etmektedir ve 1440 sene geçmesine rağmen hala daha da yazılamadı!

Lut'un kavminin Lut'a verdiği cevap nedir? "Lut’un ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar temiz kalmak isteyen insanlarmış." (7:82, 27:56) "Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi Allah’ın azabını getir bize." (29:29)

Lut (as) bir kere mi konuşmuştur kavmi ile? 142 yaşında vefat ettiği (The Legends of the Jews, Baltimore 1998, I/ 291)  kabul edilen ve bir rivayete göre 29 (Mes´ûdî-Murucuzzeheb, I/46, Hâkim-Müstedrek, II/562), diğer rivayete göre 40 sene peygamberlik yapan bir peygamberin kavmi ile tek toplantı yapıp peygamberliğini sonlandırmış olması mümkün müdür? Tebliğine başladığında (A’raf, 82; Neml, 56) ‘Çıkarılma, kovulma’ tepkisi ile karşılaşır. Yıllarca süren tebliğin sonunda ise kavmi ona tek bir şey tekrar edip dururlar; “Hadi, doğru söyleyenlerden isen başımıza Allah’ın azabını getir de görelim!” Başlarına gelen ibret verici son ise herkesin malumudur.

İbrahim'in hikâyesinin 19: 41-49'daki anlatımı, 21:51-59'daki anlatımından oldukça farklıdır. 21'inci surede İbrahim, kavmine putperestlikleri konusunda sert çıkarken, hatta putlarını paramparça ederken, 19'uncu surede İbrahim, babasının tehdidi üzerine putperestlik karşıtı söylemine son vermekte, hatta korkup kaçmaktadır.

Yine aynı hata ve aynı yönlendirme takdiği! Şimdi bu ateist arkadaş şu soruyu da sorabilirdi: ‘(Hz) Muhammed Mekke’den hicret mi etti? Yoksa Mekke’yi feth mi etti?’ Hayır, kitlesi de hazır, ne yazsa araştırmadan onaylayacak çevre de ediniyorlar! Ama gerçeklerin ortaya çıkma gibi bir huyu vardır, buyrun gerçeğe  beraber ulaşalım: Bir rivayete göre 175 diğer rivayete göre 200 yıl yaşayan (Sa‘lebî, ʿArâʾisü’l-mecâlis, s. 98-99; Taberî, Tarih, I/312) İbrahim peygamberimizin ömrü tevhit mücadelesi ile geçmiştir. Bu mücadele Kur’an’da birçok ayette anlatılır. Ateist iddianın aksine, Meryem, 41- 49. ayetlerde  ‘tebliğe son verme’ diye bir şey ise asla söz konusu değildir. ‘Kavminden yüz çevirme, artık bağlarını koparma’, şirkten ve onların taptıklarından uzaklaşma ve görevine yılmadan devam etme vardır: 48. ayet: “Ve ben, sizden ve Allah'tan başka dua ettiğiniz şeylerden ayrılıyorum.” İddianın aksine Hz İbrahim tebliğine devam eder ve Harran, Filistin, Mısır’da risalet görevini yerine getirir. Aynen peygamber efendimizin hayatında olduğu gibi, İbrahim aleyhisselam’da hicret etmiş ama asla tebliğ görevinden uzaklaşmamış, ‘son’ vermemiştir. “İbrahim’de ve ona uyanlarda size güzel bir örneklik vardır.” (Mümtehine, 4); “Bu kitapta İbrahim’i de okuyup an! Kuşkusuz o, özü sözü doğru bir insan, bir peygamberdi.” (Meryem, 41. Ayrıca; Bakara 136,140, 258, 260; Âl-i İmran 33, 65, 67, 68,84, 95, 97; Em'am, 74, 75, 83; Hud, 74-77; Yûsuf, 6, 38; Hicr, 51; Nahl, 120-123; Ahzâb, 7; Sâd 45; Şûrâ, 13; Hadîd, 26)

Firavun'un mısırlı sihirbazları Musa'ya iman etti mi (7:103-126, 20:56-73, 26:29-51) yoksa sadece İsrailoğulları kavminin küçük bir bölümü mü Musa'ya iman etti (10:75-83)?

Sihirbazların tümü iman eder ama firavun onların hepsini işkence ile öldürtür. Yunus suresindeki ayetler ise sihirbazlar dışında, Musa’nın kendi kavminden (zürriyyetün min kavmihi) bahseder. Ayette de belirttiği gibi, ‘kavminden ancak az sayıda insan, Firavun ve adamlarının kendilerine kötülük edeceğinden korka korka Musa’ya iman’ eder. Yani iki olay bağımsız değil, peşisıra gerçekleşen olaylardır, birbirlerine alternatif değildir ve ‘yoksa’ diye ayrıştırılacak bir konu da ortada yoktur!

10: 90'a göre firavun, boğulmak üzere iken tövbe etmiş ve Allah'a iman etmiştir. 10: 91'e göre firavun hayat boyu isyandaydı, kâfirdi. 10: 92'ye göre firavun'un tövbesi kabul olunmuş ve firavun kurtulmuştur. Firavun'un sadece bedenen değil, ruhen de kurtulduğunu kanıtlamak için 10: 103'e başvurabiliriz: "Sonra resûllerimizi ve iman edenleri kurtarırız. (ey Muhammed!) aynı şekilde üzerimize bir hak olarak, inananları da kurtaracağız." ama 4: 18'e göre hayat boyu günah içinde yaşayanların son anda ettiği tövbelerin kabul edilmesi mümkün değildir.

Yunus 90. ayette firavun iman ettim diyor ama Allah imanını ‘kabul etmiyor.’ 91. ayet zaten bunu açıkça ifade ediyor: “Şimdi mi? Halbuki daha önce hep baş kaldırmış ve bozguncular arasında yer almıştın.” Bu azar dolu hitaptan ve devamındaki ayette gelen ‘ibret’ olunması mesajından olumlu bir anlam çıkarmak mantık sınırlarını epey zorlamayı gerektirmektedir. Zaten Taha suresi 78-80. ayetlerde firavun hakkındaki olumsuz mesaj vermekte ve onu amansız yakalamak, doğru yoldan saptırmak ve düşman olmakla’ vasıflamaktadır: “Derken Firavun askerleriyle onların peşine düştü, ama deniz onları ‘amansızca’ sarıverdi. Firavun kavmini ‘saptırmış, doğru yolu göstermemişti.’ Ey İsrailoğulları! Böylece sizi ‘düşmanınızdan’ kurtardık.” Zaten Yunus suresinin 50 ve 51. ayetleri de benzer bir durumdan bahsederek yine olumsuz bir yaklaşım içermektedir: “Ne dersiniz, ya O’nun azabı bir gece veya gündüz vakti üstünüze inerse!” Günah içinde ‘boğulmuş olanların’ böyle acilen olmasını istedikleri bunların hangisidir? Olacaklar ‘olduktan sonra mı buna iman’ edeceksiniz? O anda, öyle mi? Hani azabın çarçabuk gelmesini istemiştiniz!” Nisa, 18. ayetle konuyu noktalayalım: “Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çattığında “Ben şimdi tövbe ettim” diyenlerle kâfir olarak ölenler için kabul edilecek tövbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır.”  Yunus, 92. ayette ise, “Böylece senden sonraki nesillere, bir ibret olman için, bugün senin bedenini kurtaracağız” denmekte, imanının kabulü ile ilgili hiçbir imada bile bulunulmamaktadır. Aksine ayette ‘senden sonra gelenler için bir ibret’ olmaktan bahsedilmekte ve firavun hakkındaki olumsuz yargı açıkça ifade edilmektedir. Ayette, “Bi bedenike” denilerek açıkça, Türkçeye de aynen geçmiş olan ‘insan bedeninden’ bahsedilmektedir. Ortada ruhen kurtulmaya ima bile yoktur! Yunus 103. ayetin ise Fravunla hiç ilgisi yoktur. Çünkü sure, 104. ayetle beraber konuyu genelleştirmiş, firavun örneğinden hareketle genel hükümler ortaya koymaya başlamaktadır. (Yunus, 94-97) 98. ayette Yunus peygambere atıfta bulunulur ve sonrada 99. ayetle beraber, genel hüküm ve mesajlar iletiliyor. (Yunus, 99-109) Ateist arkadaş, önce kafasında bir senaryo hazırlıyor, bağlamından kopardığı ayetleri bir araya getirip ve hepsini birbiri ile irtibatlandırmaya çalışmışsa da becerememiş, kötü bir senaryo ortaya çıkarmıştır! Böyle bir yol izlemesi de aslında savunduğu çelişkinin varlığına değil, çelişki arayışına işaret etmektedir!

Zinanın cezası nedir? 24:2'ye göre zina yapan kadın veya erkeğe yüz değnek vurulmalıdır. 4: 15'e göre zina yapan kadına müebbet ev hapsi uygulanmalıdır. 4: 16'ya göre zina yapan erkek tövbe edip ıslah olursa hiçbir ceza uygulanmamalıdır.

Nisa, 15: “Kadınlarınızdan çirkin fiilde bulunanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun.” Nisa, 16: İçinizden bu çirkin fiili işleyen ikilinin canlarını yakın. Eğer tövbe eder, durumlarını düzeltirlerse artık onlara eziyet etmekten vazgeçin; çünkü Allah tövbeleri çok kabul eden, çok esirgeyendir.” Fahişe kelimesi Kur’an’da, hemcinsler arasındaki cinsel ilişki için de kullanılmıştır. (Ankebut, 29-28) Buradan hareketle ayetler lafızlarına uygun olarak yorumlandığında 15. ayette kadınların kendi aralarında yaptıkları fuhuştan (sevicilik, lezbiyenlik), 16. ayette ise erkeklerin kendi aralarında yaptıkları fuhuştan (livata, homoseksüellik) bahsedildiği anlaşılmaktadır. Nur suresinin 2. ayetinde ise kadınlarla erkekler arasında yapılan fuhuş (zina) suçunun hükmü açıklanmıştır.

Günahlardan kim sorumludur? 17: 13-15 ve 53:38-42'ye göre herkes sadece kendi günahlarından sorumludur. Ama Kur’an, Muhammed zamanında yaşayan Yahudileri, binlerce yıl önce başka Yahudilerin bir buzağı putuna taparak işledikleri günah için suçlamaktadır. (2:92-93)

Yahudilerin, Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e inanmayıp eski dinlerinde sebat edeceklerini söyleyince Yüce Yaradan bu ayetler ile onların kendi dinlerine bağlılıklarının da asılsız olduğu vurgulamaktadır. Zira onlar daha önce kendilerine Tevrat’ı getiren ve çeşitli mucizelerle peygamberliğini kanıtlayan Musa’ya karşı da sıkıntılar çıkarmış; onun yokluğunu fırsat bilerek putperestliğe bile dönmüşlerdi. Onlar, Hz. Musa’nın ikazlarına, “İşittik ve isyan ettik” şeklinde karşılık vermiş ve bu mealde hareket etmişlerdir. Medine Yahudileri de, “Biz sadece bize indirilene inanırız” diyorlardı. Oysa onların inanç tarihleri, bir sürü sapmalarla dolu idi. Ayetler de bunu ortaya koymakta, tarihte olduğu gibi şimdi de dinlerinde samimi olmadıklarını bu örnek üzerinden anlatmaktadır. Günümüzde de ‘Öldürmeyeceksin, zina etmeyeceksin, çalmayacaksın’ türü emirlere olan yaklaşımları, hala hiç bir şeyin değişmediğini de açıkça göstermektedir. Bakara, 93: "De ki: “Eğer böyle inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şeyler emrediyor!”

Yahudiler cennet'e mi (2:62, 5:69) cehennem'e mi (3:85) gidecektir? Hristiyanlar cennet'e mi (2:62, 5:69) cehhenem'e mi (3:85, 5:72) gidecektir? 5:69'da cennet'e layık görülen Hristiyanlar'ın sadece 3 ayet sonra, 5:72'de, cehennem'e layık görülmesi özellikle ilginçtir.

Bakara 62. ve Maide 69. ayetleri yukarıda ele alınıp açıklandı. Maide 70.  ayette ise, “Andolsun biz İsrailoğulları’ndan kesin söz almış ve onlara peygamberler göndermiştik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin hoşlanmadığı bir şey getirdiyse, bir kısmına yalancı dediler, bir kısmını da öldürdüler.” denilerek,  ‘yalanlayan ve peygamberi öldürenlerden’ bahsetmektedir! Ateist arkadaş yine bağlamından ayetleri koparıp kendi hazırladığı senaryoya göre yorumlama gayretine girişmiş ve ‘ayetleri yalanlayan ve katilleri’ cennete sokmaya çalışmışlardır! Cennete girecek olanlardan farklı olan bu grubun özellikleri 74. ayete kadar tek tek sıralanır ve sonra onlar tövbe etmeye çağrılır: “Hala Allah’a tövbe edip O’nun bağışlamasını dilemeyecekler mi? Allah çok bağışlamakta, çok esirgemektedir.” (Maide, 74) Müfessir denemesi yapan Ateist arkadaş, Kur’an’ın tövbe etmeye çağırdıklarını cennetlik ilan etmektedirler!

Firavun, İsrailoğulları'nın erkek çocuklarını ne zaman öldürtmüştür? Musa peygamber olup firavun'a dinini anlatınca mı (40:23-25), yoksa Musa daha çocukken mi (20:38-39)?

Mümin suresi 25. ayette firavunun Musa’ya iman edenlerin çocuklarının öldürülmesi kararından bahseder. Taha suresinde ise hepimizin bildiği olaydan, belli tarihte doğan tüm çocukların öldürülmesi ve bu sırada Musa (as)’ın sandıkla ırmağa bırakılmasından bahseder. Bu konuda ayrıca şu ayetlere bakılabilir: Kasas, 4; Bakara, 49. ayetler.

Kader ne sıklıkta ve kim tarafından belirlenir? Her şeyin kaderi, yaradılıştan önce Allah tarafından belirlenmiş miydi? (57:22) Evrenin kaderi, her yıl bir kez olmak üzere kadir gecesi'nde Allah tarafından mı belirlenir? (44:3, 97:3-4) Her insan kendi kaderini kendi mi belirler? (17:13)

Ateist arkadaş meal üzerinden ‘kitap’ anlamına gelen tüm kelimeleri kader şeklinde tefsir etmiş! Hadid, 22. ayet ‘levhi mahfuz’dan bahseder. Duhan, 3. ayette bahsedilen Kur’an’ın ramazan ayında indirilmeye başladığıdır; kaderden bahsedilmez! Levh-i mahfuzda bulunan Kur’an-ı Kerim’in (Buruc, 21-22) ayetleri ramazan ayında Kadir gecesi Beytülizze’e, oradan da efendimize, şart ve ihtiyaca göre bölüm bölüm indirilmiştir. (Bakara, 185; Duhân, 2-3; Kadr, 1; İbn Ebû Şeybe, Muṣannef, VI/144; Hâkim, Müstedrek, II/223) İsra, 13. ayette, kader konusundaki ana mesajı verir: “Her insanın sorumluluğunu omuzuna yükledik.” Kader konusunu özel olarak açıkladığımızı belirtip özetle bu konuyu şu şekilde özetleyebiliriz: Tüm işlerimizi bizler özgür irademizle yaparız, zamandan münezzeh olan Allah ise bizim ne yapacağımızı önceden bilir.

Cinler ve insanlar Allah'a kulluk etmek için mi (51:56), yoksa cehennem'e gitmek için mi (7:179) yaratılmışlardır? Yaratılış amaçları cehennem'e gitmek olan cinler ve insanlar, yani kafir olacak şekilde yaratılmış cinler ve insanlar, Allah'a nasıl kulluk edebilirler?

‘Allah kullarını neden yaratmıştır; cennete gitsin diye!’ Nereden biliyoruz? Çünkü O Allah (cc) insana akıl verdi, vicdan verdi, kitap gönderdi, peygamber ile yolu ve yapması gerekenleri gösterdi! E buyursun ateist arkadaş, iman edip, iyilik yapıp (‘İslami emirler ve hümanizm’ adlı yazımıza bakılmasını tavsiye ederiz.) dünyada iyi bir insan olsun ve sonunda ahirette de cennete (Bakara, 62, 82, 277; Ali İmran, 57; Nisa, 57, 122, 124, 173; Maide, 9, 69, 93; A'raf, 42; Yunus, 4, 9; Hud, 23; Rad, 29; İbrahim 23; Nahl, 97; İsra, 9; Kehf, 2, 30, 48, 107; Meryem, 60, 96; Taha, 75; Hac, 14, 23, 50; Nur, 55; Kasas, 80; Ankebut, 7, 9, 58; Rum, 15, 45; secde, 19; Sebe, 4, 37; Fatır, 7; Sad, 28; Fussilat, 8; Şura, 22-23, 26; Casiye, 30; Muhammed, 2, 12; Fetih, 29; İnşikak, 25; Buruc, 11; Tin, 6; Asr, 3) gitsin!  Ama aksine cehenneme gitmek için yaptığı kötülükler ve yapmadığı iyilikler dışında, bir de Kur’an’a savaş açanlara Allah (cc) şöyle buyurur ki, “Ey insan-cin toplulukları, sizleri cennete gitmeniz için yarattım ama birçoğunuz cehenneme gitmek için yarışıyor ve bu şekilde de devam ederlerse, kendi yaptıkları kötülükler sebebi ile cehenneme gidecekler! İşte Allah (cc) bizleri uyarıyor, “Yaptığınız kötü amellerinizle “ çoğunuz cehennemlik oluyorsunuz, sonunuzu görün, yapmayın, vazgeçin ve dönün!” Zaten ateist arkadaşın, ‘Allah cehennem için mi yarattı?’ diye sormasına neden olan ayette de (A’raf, 179) insanların cehennemlik olma nedenleri açıklanmaktadır: Bu insan ve cinlerin, yükümlülük ve sorumluluğa temel teşkil eden akıl ve diğer bilgi yeteneklerini doğru ve yerinde kullanmamaları! Bu konuda, ‘Allah kalpleri mühürler mi?’ adlı yazımızı da tavsiye ederiz. Kısaca ateist arkadaş hata bulduğunu iddia ettiği ayetle aslında hatalarını itiraf etmektedir ama bunun bile farkında değildirler!

Tüm insanlar (en azından geçici bir süre kalmak üzere) cehennem'e gidecektir. İnananlar bir süre cehennem'de kaldıktan sonra kurtarılacak, kâfirler ise sonsuza dek cehennem'de bırakılacaktır. Bu kesin olarak hükme bağlanmış bir iştir. (19:71-72) ama bu sözde kesin hükümle çelişkili olarak, şehitler cehennem'e hiç uğramadan direk cennet'e gidecektir. (3:157-158, 3:169, 9:111)

Cehenneme uğramak illa yanmak anlamına gelmemektedir. Cennet ehline, "Kurtuldukları yeri bir görmeleri için" cehennem gezdirilir. Ama yanmaları için değil; oraya şahit olmaları için! “Ne kadar iyi ve kötü insan varsa hepsi cehenneme girecektir. Ancak ateş, mümin için İbrahim'e olduğu gibi serinlik ve esenlik olacaktır.” (Ahmed, III/328-329; Hakim, IV/587; Suyuti, ed-Dürrü'l-Mensur, V/535) Böylece cennet ehli iki kere şükreder, hem cenneti kazandıkları, hem de cehennemden kurtuldukları için. Ali İmran ve Tevbe surelerindeki ayetlerin hiçbirinde ise direk cennete gitmekten bahsedilmemektedir: ‘Allah’tan gelecek bir bağışlama ve bir rahmet; Allah’ın huzurunda mutlaka toplanmak; Rableri yanında rızıklara mazhar olmak ve karşılığında cennet verilmesinden’ bahsedilmektedir.

66:8'e göre Allah Müslümanları utandırmayacaktır. Ama 19:71-72'ye göre Müslümanlar da dahil olmak üzere tüm insanlar (en azından geçici bir süre kalmak üzere) cehennem'e gidecektir, ve 3:192'ye göre cehennem'e giden herkes rezil edilecektir, yani Allah tüm Müslümanları rezil edecektir. Direk bir çelişki söz konusudur.

Ali İmran 190. ayette ‘aklıselim sahipleri’nden bahsedilir, 191. Ayette onların tefekkürleri sonucu ulaştıkları sonuçlardan bahseder ve 192. ayette de şöyle dua ettikleri bildirilir: “Rabbimiz! Sen kimi ateşe sokarsan hiç şüphe yok onu rezil etmiş olursun. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.” Zaten aynı surenin 197. ayetinde ‘İnkâr edenlerin sığınakları cehennem’ olduğu açıkça ifade edilmektedir. Ateist arkadaş burada kendinden değil de müminlerden bahsedildiğini nereden çıkardı acaba? ‘Yansıtma’ (Kendine yakıştıramadıklarını, başkalarına yakıştırma şeklinde tezahür eden, psikopatolojide paranoya ile birlikte anılan savunma mekanizması) mı yapıyor acaba bu arkadaş? Meryem, 71. ayeti yukarıda açıkladık. Kısaca, ateist her ne kadar farklı tefsir (!) yapsalar da, müminler değil de kafirler ahirette ‘rezil’ durumda olacaklardır!

Kaç yaratan vardır? 23:14 ve 37:125'e göre, Allah yaratanların en güzelidir. Sözü edilen diğer yaratanlar kimlerdir? Eğer birden çok yaratan sözkonusu ise, 2:54, 6:102, 12:101, 13:16, 14:10, 15:86, 35:1, 35:3, 36:81, 39:46, 39:62, 40:62, 42:11, 56:59, 59:24 gibi birçok ayette, niye Allah'tan tek yaratan olarak söz edilmektedir?

Mü’minun 14. ayette insanın anne karnındaki gelişimi anlatılır. Allah (cc) ilk insanı yoktan var etmiş (Bedi’), sonra da her yaratılış safhasında en güzel şekilde yaratmaya (Halk) devam etmiştir. Saffat, 125. ve 126. ayette ise, ‘Ba’l’ adlı puta tapanlardan yani bırakın yaratmayı sonradan kendisi yaratılan; şekil verilen bir puttan bahsedilmektedir: “En güzel yaratanı, sizin de geçmişteki atalarınızın da rabbi olan Allah’ı bırakıp Baal’e mi taparsınız?” Allah yer ve gökleri ‘Yoktan’ var eden ve sonrada onlara en güzel şekil verendir. Kur’an’da ‘örneği ve modeli olmadan yoktan yaratma; Bedi’ kelimesi ile (Bakara, 117) ifade edilirken, Allah’ın yarattıklarına sonradan ‘şekil vermesi’ ise, ‘Ehsenu’l-Halikin’ tamlamasında olduğu gibi, ‘halk’ fiili ile ifade edilmiştir. Müminun, 14. ve Saffat, 125. ayetlerde ‘yaratmak’ şeklinde çevrilen kelime, ‘Bedi’ değil, ‘Halk’ fiilidir. Yoktan var etmek anlamında Allah tektir, ama yoktan var edilene şekil vermede birçok ‘şekil veren; Ehsenül’l-halikin olabilir. Ama onlarında en güzel şekil vereni yine Allah (cc)’dır. Günümüzde ‘Biyomimetik’ ilmi bunun en güncel örneklerini teşkil etmektedir. Yaratılanı taklit ederek yapılan teknolojik buluşlar hala, taklit edilenler seviyesine ulaşamamıştır! Ateistin verdiği diğer ayetlerde ise, sırası ile ‘Rab (Yaratıp düzenleme); Halık; Fatır (Özgün yaratan); Halk; Fatır; Hallak; Fatır; Halık; Halk; Fatır; Halk; Halk; Fatır; Halık; Halık’ kavramları geçmektedir ki, bu kavramlar aslında ateistin iddiasını da tam anlamı ile temellendirememektedir! Ateistin ‘Yoktan ve örneksiz tek yaratan’ diye kastettiği kelimenin aslı, ‘Bedi’ kelimesidir ve onu da meallerde bulamamıştır! Ama biz maksatını anladığımız için, eksiğini de düzelterek ona cevap vermiş olduk!

33:37'de Müslüman erkeklere, üvey oğullarının boşadıkları eşleri ile evlenme izni verilmiştir. Bu iznin özellikle gelecekte Müslümanlara zorluk çıkmaması amacı ile verildiği belirtilmektedir. Ama bu iznin bir anlamı yoktur, çünkü Kur’an aynı surenin daha önceki ayetlerinde evlat edinmeyi yasaklamaktadır. (33: 4-5) evlat edinemeyen bir adamın üvey oğlu olamaz, üvey oğlunun boşanmış eşi ile evlenme konusunda zorluk yaşaması da söz konusu olamaz. 33:37'de verilen iznin sözde verilme sebebi dolayısı ile yalanlanmaktadır.

Ahzab, 4 ve 5. ayetlerde, “Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır, evlatlıklarınızı da sizin (öz) çocuklarınız saymadı. Evlatlıklarınızı babalarının soy adlarıyla anın" denilerek psikolojik bir tespit yapılmaktadır. Bu ayetler konuyu psikolojik temelli ele alıp toplumun gündemine yerleştirirken, 37. ayet ile de konuyu sosyolojik ve hukuki süreçle ele alıp son noktayı koymaktadır. İslam’a göre himayeye muhtaç çocuklara bakmak, onları beslemek, büyütmek sevaptır ve şerefli bir insanlık ödevidir: Efendimiz, “Kimsesiz çocukları koruması altına alan kimse ile ben, cennette yan yana iki parmak gibi beraber olacağım” buyurmuştur. (Buhari, Edeb, 24; Müslim, Zühd, 42) ‘İslam evlatlık kurumunu koruyucu aile statüsüne taşımıştır.’ Yani Ahzab, 37 ile evlatlıkların eşleri ile evlenme amaçlanmamakta, evletlık müessesinin, aynı  surenin 4. ve 5. ayetleri ile de anlaşılacağı üzere, psikoloik ve toplumsal boyutları her yönü ile tespit ve ilan edilmektedir. Efendimizin bu evliliği amaç değil araçtır. Araç değil ama gerçekleşen amaç ise bakidir. Ayrıca ateist arkadaşın buradan maksadının farklı olduğu, kullandığı son cümle ile de anlaşılmaktadır ki, peygamberimizin Cahş kızı Zeynep annemizle evliliğini de, ‘Efendimiz neden çok hanımla evlenmiştir?’ başlıklı yazımızda ele alıp ve cevapladık. Ek bilgi: Bazı ateistler evlatlık kurumunu düzenleyen ayetlerden hareketle sanki İslam’ın yetim, korumasız çocukları önemsemediği gibi bir izlenim uyandırmaya çalışmaktadır. “İslam evlatlık müessesesi yerine ayrıca ‘Lakît’ kurumu getirmiştir. Bu terim ile de terk edilmiş, sahipsiz veya bulunan çocuklar kastedilir. Bunların resmi kayıt altına alındıktan sonra korunması ve sahiplenilmesi farz-ı kifayedir. Başka bakacak kimse yoksa bu farz-ı ayn olur! Bu her Müslüman için hem hukuki hem de ahlaki bir görevdir. Bu çocuklar bir evlat gibi sevgi ve şefkat ile bakılıp büyütülür. Bakıp büyüten isterse ona ev, arazi, iş hibe edebilir, bunu vasiyet edebilir. Ama çocuk büyüyünce mahremiyet ve halvet hükümlerine dikkat edilmesi gerekir.” Prof. Faruk Beşer. Bu nedenledir ki, "Osmanlı Devleti’nde kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocukların bakım ve himayesine dair oldukça zengin bir hukuki ve sosyo-kültürel altyapı mevcut olmuştur." (Ali Turan, Osmanlı hukukunda evlatlık ve koruyucu ailelik üzerine bir inceleme, II. Türk Hukuku Tarihi Kongresi Bildirileri, s. 114) Günümüzde de, sadece IHH Vakfı tek başına dünyada 125.000 yetimi koruma altına almıştır. ‘Yetim bir peygamberin ümmetine’ hiç kimse, ‘insanlık, hümanizm’ adına ders veremez veya bu konuda bir suçlamada veya ithamda bulunamaz!

Sadece insanlar mı peygamber olabilir? (12:109, 21:7-8, 25:20) yoksa melekler de peygamber olabilir mi (22:75)?

Kur'an'da resul kelimesinin  “haberci, peygamber, cinlerden bir elçi, meleklerden bir elçi, Cebraîl, Kur'an, kutsal kitap" anlamlarına geldiğini (Zeynel Abidin Aydın, Vucûhu’l-Kur’an bağlamında “rasûl” kelimesinin anlam alanı, AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2017, Cilt:17, Yıl:17, Sayı: 2, 17: 287-304) bilmeyen ateist arkadaş, farsça olan (DİA, Peygamber maddesi) peygamber kelimesi ile arapça olan resul kelimesini ve bunların kelime ve terim anlamlarını karıştırınca ortaya böyle sorular çıkmaktadır! Ateist arakdaşımızı iyice şok edelim: Kur’an’da peygamber kelimesi hiç geçmemektedir! (Furat Akdemir, Kur’an bağlamında peygamberlerin sıfatları, Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 8, Sayı: 1, s. 53; Erhan Aktaş, Hangi İslam, s. 91; Erhan Aktaş, Al-i İmran, 32. ayet meali) Türkçesi ‘göndermek’ anlamına gelen ve arapça ‘rsl’ kökünden türeyen resul, kelimesi ‘elçi’ demektir. Günümüzde hala bu kökten türeyen ‘risale, irsaliye’ gibi kelimeler Türkçede kullanılmaktadır. Kur’an’da, peygamber kelimesi değil, bildiğimiz ‘elçi’ anlamında da resul kelimesi kullanılmıştır. (Yusuf, 50; Neml, 35) Allah azze ve celle hazretleri melekleri de insanları da elçi olarak gönderir: “Allah meleklerden ve insanlardan elçiler seçer. Doğrusu Allah işitir ve görür.” (Hac, 75) Allah ile peygamber arasında elçilik yapan melekler de vardır ama onlar peygamber anlamında resul değil; elçidirler. Ama Allah ile insanlar arasında elçi olanlara resul yani peygamber denir. Zaten meleklerin özgür iradeleri olmadığı için anladığımız manada peygamber olamazlar. Yoksa Mekkeli müşrikler meleklerden resul/peygamber gelmesini istemiş ama Kur’an bu anlayışı reddetmiştir. (Hud, 12; İsra, 95; Fussılat, 14) "Meleklerin elçiliği insanlara tebliğ etmek değil, sadece seçilmiş peygamberlere gerçekleri bildirmektir." (Flamur Kasami, Kur'an'da çelişkili gibi görünen ayetler, s. 146-147) Ayrıca A’raf, 37. ayette de ölüm melekleri için de yine elçi kelimesi kullanılmıştır. Ama görevi mesaj getirmek değil, can almaktır!

Son peygamber Hz Muhammed değil mi?, A’raf, 35: “Size ayetlerimi kıssa eden resuller geldiği zaman.”

“Ey Ademoğulları! İçinizden âyetlerimi size anlatacak peygamberler gelir de (onları dinleyerek) kim kötülükten sakınıp kendini ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” Allah’ın gönderdiği her peygamber ademoğulların içinden çıkmamış mıdır? A’raf, 34. ayette ‘Her ümmetin ecelinden’ bahsedilmektedir. Her ümmetin eceli olduğu gibi her topluma da mutlaka bir peygamber/resul/nebi gönderilmiştir! Bu konuda, ‘Tüm dinlerin özü İslam'dır.’ Adlı yazımıza bakılabilir. Bu ayette ‘peygamberimiz’den sonrası için bahsedildiğini ateist arkadaş nereden çıkarmıştır? Ayet bu anlama gelse, efendimizden sonra günümüze dek ortaya çıkan ve kendilerinin peygamber olduğunu iddia edenlere ümmet neden karşı çıkmıştır? Ayrıca “Zaten her mümin, Allah’ın ayetlerini kullara ulaştıran gönül elçisi.” (H. Kemal Gürger, Ateizmin ve deizmin sorularına karşı İddialar ve izahlar,  s. 145) değil midir?

Ceninin cinsiyeti, döllenme anında mı (53:45-46) yoksa bir süre geliştikten sonra mı (75:38-39) belirlenir?

Necm, 45 ve 46. ayetlerde cinsiyetin belirlenmesinden bahsedilmez; erkek ve dişilerin nutfeden/embriyodan yaratıldığı ifade edilir: Bu ayetlerde Allah’ın kullarına olan nimetleri sıra ile değil, karışık olarak verilmiştir. Necm 43-44: “Güldüren de O’dur, ağlatan da. Öldüren de O’dur, yaşatan da.” Necm, 45: “Rahime atıldığı zaman nutfeden erkeğiyle dişisiyle iki cinsi yaratan da O’dur.” Eğer ateistin iddia ettiği gibi bir sıralama olsa idi, dişi erkek yaratılmadan, sonra yaşatmadan sonra güldürme ve ağlatmadan en sonunda da öldürenden’ şeklinde bir sıralama yapılmalı idi. Ama hayatta her şey içiçedir, bir insan yaşarken diğeri ölmekte, biri gülerken diğeri ağlamaktadır! Ayetlerde, “insanın hayat-ölüm çizgisi içinde cereyan eden her oluşum ve evrende olup biten her şeyin Allah Teala’nın irade ve kudretine bağlı bulunduğu örneklerle” aktarılmaktadır. Yani özellikle bir sıralama yoktur ayetlerde yoktur. Kıyamet suresi, 37-39. ayetlerde ise doğal süreç sıralanmıştır: O akıtılan meniden bir damlacık (sperm) değil miydi? Sonra o, alaka (asılıp tutunan zigot) olmuş, derken Allah onu yaratıp ­şekillendirmiş; Ondan iki eşi, erkek ve dişiyi yaratmıştır.”

Bir Müslüman, kâfir anne babası ile nasıl geçinmelidir? 31:15'e göre kafir anne babanın inançlarına uyulmamalı, ama onlarla iyi geçinilmelidir. 9:23'e göre ise böyle bir durumda anne baba dost edinilmemelidir, yani onlarla iyi geçinilmemelidir.

Tevbe 23. ayette ‘veli’ edinmemesinden bahsedilmektedir. Mesela okula kaydolurken bir veliye ihtiyaç vardır. Sizden sorumlu olacak olan, sizin hakkınızda söz sahibi olacak olan kişidir veli. İste bunun gibi, “dini konularda onlardan veli edinmeyin ama ne olursa olsun; sizi dinden döndürme çabaları dışında, onlarla asla irtibatınızı kesmeyin, onlara iyi davranın ve onlarla iyi geçinin.” Lokman, 15: “Eğer anne baban, bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa bu durumda onlara uyma ama yine de onlara dünyada iyi davran.” Görüldüğü gibi iki ayette de imani noktaya dikkat çekilmektedir ve aralarında bir çelişki yoktur. Çelişki, ateistlerin anlayış tarzlarında bulunmaktadır!

Kafirler Müslüman olmaya zorlanmalı mıdır (8:38-39, 9:29) zorlanmamalı mıdır (2:256, 3:20, 109:6)?

Tevbe, 38. ayette kafir iken Müslüman olanların durumu ele alınmakta ve “Allah onların kafir iken yaptıklarını bağışlayacaktır” müjdesi verilmektedir: “İnkar edenlere söyle, eğer yaptıklarına son verirlerse geçmiş günahları bağışlanacaktır.” 39. ayette: “Fitne ortadan kalkıncaya ve dinin tamamı Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın.” buyrularak, insanlığa zarar veren her türlü kötülük (Fitne) ortadan kalkana dek müminlere mücadele görevi yüklenmektedir. Tevbe, 29. Ayeti ise, ‘Allah’a ve ahiret gününe inanmayanlarla savaşmak mı lazım yoksa onları affetmek mi lazım?’ başlıklı yazımızda ele alıp açıkladık. Bu ayetlerin Müslüman yapmak için başkalarını zorlamakla hiç ilgisi yoktur! Peki, Müslüman olmayan birini zorla Müslüman yapmak İslam’da var mıdır? “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğru, yanlıştan kesin ayrılmıştır” (Bakara, 256) Zorla Müslüman yapmak İslam’da caiz olsa idi, 300 sene Osmanlı hakimiyeti altında yönetilen balkanlar, 1000 sene İslam ile yönetilen Anadolu ve 1400 senedir İslam hakimiyeti altındaki Kuzay Afrikada, 700 sene Emevi hakimiyetinde olan İspanya’da bir tane bile Hristiyan, Yahudi, Yezidi veya Zerdüşt kalmamalı idi! Bu konuda, ‘İslam kılıç zoru ile yayılmadı’, ‘İslam’da savaş esnasında uyulması gereken kurallar’ ve  ‘İslam barış dinidir” başlıklı yazılara da bakılabilir.

Hristiyanlar şefkatli ve merhametli midir (57: 27) yoksa zalimler topluluğu mudur (5: 51)?

Hadid, 27: “Arkalarından Meryem oğlu İsa’yı da gönderdik, ona İncil’i verdik, ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. Kendilerinin icat ettikleri ruhbanlığa gelince, biz onlara bunu emretmemiştik; sırf Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için yapmışlardı, ama buna hakkıyla riayet etmediler. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik, ama çokları yoldan çıkmışlardır.” Görüldüğü gibi, ‘Hz İsa dönemi’ özellikle ayette vurgulanmakta ve ‘daha sonra’ ortaya çıkan ruhbanlık kurumu eleştirilmekte ve sonra da çoklarının yoldan çıktığı ifade edilmektedir. Zaten İncil içerik olarak ahlak odaklı ilahi bir kitaptır. Ahlakta şefkat ve merhameti ortaya çıkarır ve yayar. Ta ki, bozulana kadar! Maide suresi 51: “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir.” denmektedir. Dikkat edilirse, kafir olan anne babaların da (Tevbe, 23)  zalim olan Yahudi ve Hristiyanların da ‘veli/dost’ edinilmemesi istenmektedir! Ayet günümüze de hitap etmeye devam etmekte ve bozulmuş Hristiyanlık ve Yahudi inancına tabi olup, emperyalist politikalar güdenlere dikkat çekip onlarla dost olup zulümlerine ortak olunmaması emredilmektedir. Günümüz ehli kitabın zulümlerine örnek olarak; Günümüz son haçlı seferlerinden olan Irak, Bosna, Afganistan, Filistin savaşlarını örnek verebiliriz. İngiltere eski Başbakanlarından Churchill'in Avam Kamarası'nda ifade ettiği 'Bir damla petrol, bir damla kandan daha kıymetlidir.’ cümlesinde özetini bulan emperyalist Batı dünyası hakkında, “Batı medeniyeti’, ‘Papa ve İncil’, ‘Dinsiz ahlak olur mu?, ‘Ateistlere cevap” başlıklı yazılarımızı da özellikle tavsiye ederiz.

Netice itibarı ile bu kadar çok sayıda, önemli konularda ve çözümü imkansız çelişkilerin varlığı, Kur’an'ın geçersizliğini tartışma götürmeyecek biçimde kanıtlamaktadır.

Netice itibarı ile bu kadar çok sayıda, önemli konularda ve çözümü imkansız önyargı/iftiranın, varlığı, ateizmin çelişki iddialarının geçersizliğini tartışma götürmeyecek biçimde kanıtlamaktadır.

Aşağıda, farklı zamanlarda, ateist kitaplarda ve sanal alemde karşılaştığım ve ‘çelişki’ diye ortaya atılan diğer iddialar ve cevapları paylaşıyorum.

1400 yaşında olmasına rağmen, bugünün ihtiyaçlarına da cevap verdiği ve bilim yanlısı olduğu iddia edilen Kur’an'da şu sorularımın cevaplarını bulamadım.

Aşağıda verilen soruların bilimin ne ilgisi var acaba? Kur’an bu detaylar üzerinde dursa hacmi ne olurdu ve o zaman da bu arkadaş, "Bu işe yaramaz bilgilerin kutsal olduğu iddia edilen bir kitapta ne işi var?" demez mi idi?

Adem ve Havva hangi tarihte yaratıldılar? Cennete hangi tarihte girdiler? Hangi tarihte cennetten kovuldular?

Kur’an tarih kitabı mı, pratikte ne faydası olacak günümüz insanına bu bilgilerin? Kur’an bir tarih verse o tarihe itiraz etmeyecek misiniz? İnsanlık, tarihlerden imtihan edilmeyecek, aksine  içerdiği evrensel ilkelerin pratiğe geçip geçmemesinden insanlık sorumlu tutulacak!

Önce Adem mi yaratıldı, Havva mı? Aralarında ne kadar yaş farkı vardı? 

Allah önce bir öz yaratılıyor (Nisa, 1) ve bu özden önce Adem sonra Havva annemiz yaratılıyor. Aralarındaki yaş 1 gün olsa ne olur, bir yıl olsa ne olur? Bir nas’ta bir sayı verilse inanacak mısınız?! Ben ateistlere maymun atanın balıktan primata geçiş yılını soruyor muyum?

Doğmadıklarına göre Havva ve Adem'in göbekleri var mıydı? (hani, çamurdan mı, yoksa pıhtıdan mı yaratıldığı tartışma konusu olan ilk insan)

İlk insan çamurdan yaratılmıştır. (Secde, 7) Çamurdan yaratılma safhası ilk insanın yaratılışı ile biter ki, konu sitemizde “Ahiret, beden, ruh ilişkisi” başlığı altında işlenmiştir. Göbekleri büyük ihtimal yoktu çünkü ilk prototip idiler. İlk insanın yaratılışında anneden beslenme olmadığına göre, göbek bağının da bulunması mantıklı olmaz. Ama genlerde var olan kodlar gereği ilk doğumla göbek bağı başlamış olma ihtimali yüksektir. Ateistler, ‘sonradan göbek bağı oluştuğuna göre evrim var’ diye iddiada bulunamazlar çünkü evrim, türler arası (Bitki, hayvan, insan) geçisi savunur. Halbuki bir insanın her an binlerce hücresi değişip yenilenmektedir. Ama bu, farklı türe dönüştüğü anlamına gelmemektedir! Bu konuyu ‘Evrim teorisi’ adlı yazımızda ele alıp işledik.

Ya da hayali cennetten kovulmadan önce, cinsel organları var mıydı? 

Cennet ‘hayali’ ise, bu detaylardan sana ne?! Niye aklınız gereksiz tarihlere veya belden aşağı konulara odaklanıyor?! İlahi kitapta aradığınız mevzuya bakın hele! Ama çok meraklı isen, Zebur’un günümüz bozulmuş versiyonlarında senin gibileri tatmin edecek çokça bölümler var…

Vardı ise ne için vardı? (mademki cinsellik yasaktı?) 

Kim demiş yasaktı veya değildi diye? Cennette yasaklanan tek şey, ‘yasak ağacın meyvesidir.’ (Bakara, 35) Bu ayette Hz Havva için, ‘zevc’ kelimesi kullanılır. Cinselliğin sadece cennette değil, dünyada bile yasaklanması görüşü ‘ateistlere’ Hristiyanlık inancından geçmiştir! Cinsellik vurgusu ise Tevrat kökenlidir. Kısaca ateistler, Tevrat ve İncil’i esas alıp Kur’an’da hata arama gayretine devam etmektedirler!

Havva, adet görüyor muydu? 

Adetin kadınlar için bir ceza olduğu iddiasının kökeni israiliyattır. Tevrat ve İncil’e göre yasak meyveyi yiyince Hz Havva’ya ceza olarak adet görme cezası verilir:  “Bütün doğum sancısı, adet, hamilelik mide bulantısı gibi etkiler bu cezadan kaynaklanır.” (https://www.kutsalkitap.org/havva-kimdir) İslam’da ise adetin, Allah’ın Adem’in kızlarına bir yazgısı (Buhari, Hayız, 1) olduğu şeklindeki rivayetten hareketle, hayzın kadının asli yaratılışından kaynaklandığına dair yorumlar yapılmaktadır. (Kastalani, İrşadü’s-sari, I/619; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, I/400; Ayni, Umdetü’l-kari, III/256) Peki cennette adet var mı idi? Büyük ihtimal hayır! Ama farklı ortam -Dünya- bu özelliği başlatmış olabilir. Cennette görülmeyen bu özellik, doğumun gerçekleştiği dünya ortamında ayda bir ortaya çıkmış olabilir. Ne yani, muhteşem evrenin darwinist mantıkla tesadüfen oluşabileceğine inanan ateistler, zaman/ortam faktörünü yaratan rabbimizin, vakti gelince bu özelliği Havva annemize kazandırabileceğini mi inkar edecekler? Tüm evrenin tesadüfen oluşması ihtimalini kabul edebilenler için bu, itiraz edilemeyecek küçük bir ihtimal değil midir?

Adem ile Havva'nın kıyafetleri nasıldı? Havva, başörtülü müydü, çarşaflı mı? 

Abiye tarzı idi! Neyse, ilk insan aynı zamanda Allah'ın eğitiminden (Bakara, 31) geçmiş olan ve peygamber olan bir kişi idi. Yani mağara devri ‘hayali’ ilk insan resimleri sadece evrimcilerin hayal gücünü temsil eder! Eğitmeni Allah olan ve cennette yaşayan Hz Adem ve Havva’nın hayat standartları da belli bir seviyenin üstünde başlaması normaldir! Ama ‘başörtüsü’ değilse de, ‘tesettür’ emri ilk ne zaman inzal olunmuştur bu bilinemez, büyük ihtimal dünya hayatı ile başlamış bir kural olmalıdır.

Eğer bunlar yok idiyse, nasıl oldu da birbirlerine cinsel arzu duydular? Var idiyse, bu arzudan dolayı neden cezalandırıldılar?

Cenneti bu kadar merak eden ateistin cennet için yanıp tutuştuğunu zanneder okuyanda! Veya sorduğu soruların odak noktasından hareketle, nasıl bir bilinçaltına sahip olduğu hakkında epey bilgi sahibi olur. Cinselliğin cennette de dünyada da tabu sayılması ve hatta cezalandırılması gereken bir şey olarak görülmesinin kaynağı ruhban merkezli Hristiyanlık inancıdır. Ateist arkadaş bu soruyu papaz, piskoposlara sorabilir! Lütfen ateist arkadaşlar, Tevrat ile (Yaratılış, III/16-22) Kur’an’ı karıştırmaktan vazgeçin artık!

Cennette yasak olduğu söylenen meyvenin adı neydi? Bu yasak meyve bugün dünyada yasak mı, değil miniye?

Kur’an isim ve tarihler üzerinde pek durmaz. Durduğu isimler de artık isim değil, bir zihniyetin temsilcisi olmuş kişiliklerdir. Allah'ın açıklayamadığını bizimde bilmemizin ise imkanı yoktur. İnsanlık için önemli olsa idi, Kur’an’da adı geçerdi.

Ensest ilişki, günah mıdır, değil midir? (Adem ve Havva'nın çocukları ensest ilişki ile çoğalmış olmalı. Yoksa, dünya belli bir nüfusa ulaşıncaya kadar ana ve babalar Allah'ın verdiği bir özel formülle seks yapmadan çocuklarını çamurdan mı yapmaya devam ettiler.

Ensesti yasaklayan bizzat Allah’tır, bu bir. İlk insanları istese Allah azze ve celle en az iki üçer Adem Havva olarak yaratır ve bunlardan çoğaltabilirdi, bu da iki! Ama o zaman, günümüzde dünya savaşlarına, katliamlara neden olan ırkçılığın hangi noktalara gelebileceği ateistimiz tahmin edilebilmekte midir acaba? Ayrıca, eşcinsellikten enseste her türlü sapıklığı savunan materyalistlerin bu konuyu merak etme sebepleri de ayrıca irdelenmelidir! Bu konuda, ‘Dinsiz ahlak olur mu?’ adlı yazımızı özellikle tavsiye ederiz. Ayrıca “Adem Havva ve çocukları” başlığı yazımızda bu soruya cevap niteliği taşımaktadır.

Adem ile Havva ne kadar yaşadılar? Kaç yılında öldüler? 

Yine tarih sınavı. Allah'tan ateist mantığı ile bir ilahi kitap gönderilmemiş! Tarih, elbise desen, özel fantezi ile dolu bir hayli hacimli, ama içi bos, güncel-aktüalitesi olmayan bir kitap olurdu ki zaten muharref/bozulmuş ‘Kitab-ı Mukaddes’ aslında tam da ateistlerin aradığı özelliklere sahip bir kitaptır. Ama işin ilginci Yüce Yaradan bu içeriği kabul etmediği için Kur’an’ı göndermiştir! Dikkat edelim lütfen sorulan soruların çoğu cevaplansa bile, günümüzde pratik hayatı etkileyecek bilgiler değildir bunlar ve sonra yeni sorular ortaya çıkacaktır? “Nereden belli, ne önemi var, ne işime yarayacak vs.” Yine o zamanda ateistimiz muhtemelen, "Yahu bu bilgilere ne gerek var, ilahı kitap dediğin sömürüye engel oluyor mu, adaletsizliği engelliyor mu, insan haklarına nasıl bakıyor, insanı ruhen mutlu kılıyor mu? Önemli olan bunlar, bana ne ilk insanın özel yaşamından." derlerdi ki, elhamdülillah, kutsal kitabımız Kur’an’ın içeriği bu lüzumsuz bilgilerden oluşmamaktadır.

Ayrıca, Muhammed'in kendisinin Allah'ın -varsa eğer- elçisi olduğunu iddia ederek İslamiyet dinini ortaya çıkarması üzerine de şu sorular akla geliyor.

Bu da farklı iddiaların bir arada olduğu bir başka yazı. ‘Allah’ın var’ olduğunun delillerine, ‘Allah’ın varlığının delilleri ' ve ‘ateizm yanılgısı’ adlı yazılardan ulaşabilirsiniz.

Dünyadaki tüm insanlara hitap edecek bir kitap gönderecek olsanız, sadece arapça dilini mi kullanırdınız? yoksa ne kadar dil varsa o kadar dilde hazırlamış olduğunuz kitapları mı gönderirdiniz?

Allah’ın her kavme kendi dilinde (İbrahim, 4) mutlaka bir peygamber gönderdiğinden (Nahl, 36; Tatır, 24; İsra, 15. Ayrıca, Kasas 46; Secde 3; Maide 19) habersiz ateist arkadaş bu ithamı ile aslında kendisini komik duruma düşürmektedir. Bu konu sitemizde “İslam tüm dinlerin özüdür.”  başlığı altında ele alınmıştır. Yoksa bu ateist arkadaş, efendimize dünyadaki tüm dillerde aynı mesajı içeren kitaplar mı gönderilmesini beklemektedir? Arabistan’da Çince bir kitap, yanında Afrika dillerinde hazırlanmış diğer nüshalar! Kim taşıyacak bu kadar kitabı ki, o zaman kağıtta bu kadar bol değil! Hele bir de yukarıdaki soruların içinde olduğu külliyatı düşünürsek! Küçük kabile dillerini de katsak binlerce dil eder… Peki, Kur’an sadece Araplara indiğini de iddia eden ki, bu iddiaya da yukarıda cevap verdik, bu kesime şunu sorsak: Dili Arapça kitap olan İslam şu an tüm dünyaya yayıldı mı? Peki, sen bu mesaj sana ulaştığı halde hala inanıyor musun? E o zaman bırak, Yaradan kendi mesajını istediği ve mutlaka en doğru olan yolla kullarına ulaştırsın! Herkes kendi sorumluluğuna odaklansın!

Dünyadaki tüm insanlara zaman zaman mesajlar iletmek isteseniz, bir aracı (elçi/peygamber) mi kullanırdınız yoksa doğrudan mı iletirdiniz? 

Önemli olan mesajın her topluma ulaşıp ulaşmamasıdır ki, mesaj tüm dünyaya ulaşmıştır. Yoksa “İmtihan dünyası” olarak yaratılan gezegenimizde “Görülen bir yaratıcı” ile ne kadar imtihan ortamı oluşturulabilirdi? Ayrıca, işte bu ilahi mesaj ateiste ulaştı da sonuç ne oldu? Yahudilerin peygamberlerden istedikleri (Bakara, 61) ortada.Tarih, insanların bitmek bilmez istekleri ile dolu iken, ateistin talebi yerine getirilse bile, bu mantığı taşıyan kişilerin talepleri bitecek miydi acaba?

 Dünyadaki tüm insanlara en son dini göndermek isteseniz, sadece Arabistan'a bir elçi mi gönderirdiniz, yoksa dünyanın her bir yerine aynı anda aynı şeyleri anlatmak için birden çok elçiler mi gönderirdiniz? 

Her topluma zaten elçi gönderilmiştir, bunu yukarıda açıkladık. Kur’an’dan önce gelen her peygamber sadece kendi kavmine gönderilmiştir. O kavmin ortam ve durumuna göre ihtiyaç duydukları mesajlar kendilerine iletilmiştir. Evrensel mesaj gelene dek insanların yapması gereken şeyler de ortaktır; tek yaratıcıya iman ve ahlak temelli bir yaşam. Kıyamet yaklaştığı için (Kıyamet, 1) evrensel mesaj gönderilmiş ve o mesajda kısa sürede tüm dünyaya yayılmıştır.

Dünyadaki tüm insanların iyi olmasını ve doğru yolu bulmasını mı isterdiniz? Eğer bu sorunun cevabı "evet" ise, onlara kötülüğü veren şeytana karışmadan, şeytanlığını yapmasına müsaade eder miydiniz? (tavşana kaç, tazıya tut mu derdiniz?) şeytanı yok etmez miydiniz? 

Sadece iyilik yapan varlıklar zaten yaratılmıştır; Melekler. Onlar Allah'a asla isyan etmez, görevlerini kendilerine kodlandığı şekliyle aynen yerine getirmektedirler. Melekler gibi hayvanlar, bitkiler, canlı cansız tüm evren görevlerini ifa etmekte, yerine getirmektedirler. Bunun iki istisnası vardır: Cinler ve insanlar. Özgür iradeli olan bu grubun önünde iki tercih vardır. Birinci yol ki, bu yol hem iyi, kolay, huzur doludur hem de sonu cennete ulaşır. Konuyu sitemizde “İslami emirler ve hümanizm.” başlığında ele aldık.  Diğer yol ise dünyada kötülük yapanların gideceği yerdir; cehennem! Rabbimiz biz insanlara akıl vermiştir, içimize vicdanı yerleştirmiş, doğruyu yanlıştan ayıran kitaplar ve bu ilahi kitapları açıklayıp uygulamasını gösteren peygamberler göndermiştir. Tüm bunlardan sonra Allah (cc) tercihi insanlara ve cinlere, -Cinlerin varlığı adlı  yazıya müracaat edilebilir- bırakmıştır. İnsan isterse kendi iradesi ile kötülük yaparak cehenneme, isterse dünyada ahlaklı ve erdemli bir hayat sürerek kolayca cennete gidebilir. Zaten şeytan insanlara sadece vesvese verebilir, insanı ‘zorla’ kötülüğe sevkedemez. (Nahl, 99; İbrahim, 22) Dünyayı kötü bir yer yapan bizzat insanın kendisidir. Hatta ateist burada bile kendisinde hata aramak yerine suçu dolaylı yoldan şeytana atmaktadır. Bizi iyi yapacak kurallar bellidir, uymak isteyen mazeret aramaz! Ayrıca bu konu, ‘özgür irade’ ile de alakalıdır ki bu konu, ‘Kaza ve kader’ başlıklı yazımızda detaylıca ele alınıp işlenmiştir. Kısaca bir yol düşünelim, yolun iki tarafında beyaz ve kırmızı ışıklı levhalar bulunmaktadır. Elimizde trafik rehberi, önümüzde kılavuz olan bir trafik polisi vardır. Ayrıca Allah insana akıl ve vicdan da vermiştir. Şimdi polis yolu göstermekte, trafik rehberi yol hakkında bilgi vermekte ve sınır taşları (Ayet ve hadisler) yolun sınırlarını çiziyor, akıl da doğru yolu bulabiliyorken, bir kişi bu yolda kaza yapsa, yoldan çıksa (cehennem) çukuruna düşse suç kimde olur? Şoförde mi, kılavuz da mı, rehber de mi, sınır çizgilerinde mi? Allah (cc) bizim cennete gitmemiz için her şeyi ayarlamıştır, mazeret bulup yoldan çıkan bizleriz!

Elçinizi görevlendirirken, kimsenin şahit olarak bulunmadığı bir mağarada mı görevi tebliğ ederdiniz? Sonra da herkesin bu elçiye inanmasını bekler miydiniz?

Bilim adamları deney yaparken halkı etraflarına mı toplarlar yoksa o en önemli aşama kendi ortamında gerçekleştirildikten sonra mı sonuç ve detay halka açıklanır. Önemli olan mesaj ve içerik değil midir? Yok, illa mucize beklenmekte ise, tarihte insanlığa birçok mucizeler gösterilmiştir. Ama o zamanda inanmak istemeyenler yine inanmamıştır. Yani Cebrail mağara yerine şehrin ortasında ilahi mesajı efendimize tebliğ etse idi, ateistimiz o zaman inanacak mı idi? Çünkü mesaj yine aynı olacaktı ve meleğin göründüğü rivayetlerini yine kabul etmeyecekti! İlk vahiy anındaki ortam malumdur: Vahye ilk muhatap olmanın şaşkınlığını yaşayan hatta korkan, ürken bir insan profili. (Buhari, I/7) Bu anlar özeldir ve bu ilk anlar görevlendirilen kişinin ruh hali açısından da çok önemlidir. Önce o kişinin bunu içselleştirmesi lazımdır. Bu özel durum kabullenilip temel sağlam atıldıktan sonra tebliğe başlanılmıştır. Ayrıca zamanla vahiy, peygamberimiz toplum içinde iken de kendisine gelmiştir! (Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 1, 5; Ahmed, I/293-294; Heysemî, IX/276; Buhari, Bed’ü’l-Vahy I/2, Umre 10; Müslim, Fedâil 87, Hudûd 13; Tirmizî, Tefsir XXIII/3173; Ahmed, V/327; Ahmed, V/190-191; Ahmed, II/176; VI, 445; İbn-i Sa’d, I/197; Taberî, Tefsîr, VI/106)

İslam, inananlarını "öteki dünya" için şartlandırdığından sürekli olarak dünyasal yaşamı aşağılama eğilimindedir.

Materyalist Maxistler bir taraftan  ticarete  izin verdiği için İslam’ı  kapitalizmi kabul eden bir din olmakla itham ederken diğer taraftan da dünyevi olmamakla suçlayabilmektedir. Önyargısız okuma yapsalar, Müslüman’ın tanımının, “Dünyaya nizam vermekle görevli olan kişi/halife” olduğunu anlayacaklardır ama tabii ki sadece dünya için çalışmakta İslam’ın ruhuna uygun değildir. Sadece dünya için çalışılan din Yahudilik, sadece -teoride- ahiret için çalışılan din ise Hristiyanlıktır. İslam’da ise, ahiret mutluluğunun temeli dünya hayatına bağlanmıştır. Kısaca İslam’a göre “Dünya ahiretin tarlasıdır.” (Acluni, Keşfu'l-Hafa, I/412) Peki, dünya hayatına ahiret perspektifinden bakarsak ne olur, iki örnek verelim: Ahiret korkusu. Van’da 23 Ekim 1011’deki 7.2’lik, 9 Kasım’daki 5.6’lık depremler sonrası halka 80 bin çadır dağıtıldı. Zamanla depremzedeler konteyner evlere yerleştirildi. Ama sadece 10 bin çadır geri verildi. Bunun üzerine Van Müftüsü vaaz verip “Çadırları teslim etmezseniz başkalarının vebalini alırsınız. Allah katında günaha girersiniz.” dedi. Bir anda çadırlar geri geldi. (Posta, 14.6.2012); 3 trilyonluk fetva. Van müstüsü’nün ‘Kaçak elektirikle ısıtılan suyla alınan abdest ve gusül geçersizdir.’ fetvasından sonra, ilde tahsilat ayda 2 trilyondan 5 trilyon liraya çıktı. (Yeni Şafak, 21.7.2005) Özetle, ahirette cenneti kazanmanın yolu dünya hayatını cennete çevirmekle mümkündür.

İslam'da en büyük suç inanmamaktır. Eğer inanmıyorsanız öldürülürsünüz.

Bu konu yukarıda defalarca açıklandı! “İslam barış dinidir.” Dinimizde Müslüman olması için kimse zorlanmaz. Ama “Savaş  durumu için indirilen ayetleri” barış anında  gündeme getirmeye kalkarsanız burada iyi bir niyet olmadığı da çok açık ortaya çıkmaktadır. Mesela; ceza,  normal vatandaş için  anormal bir durumdur, ama suçlu insanlar söz konusu olunca bir zorunluluk haline gelir. Savaşla ilgili ayetler de yeri gelince uygulanır, zaten anlamı ‘barış’ olan ve pratiği özgürlük ve barış üzerine kurulu olan dinimizinde zorlayarak Müslüman yapmak yasaktır. (Bakara, 256; Kafirun, 6) Bu konularda detay ve örneklere, “İslam barış dinidir’, ‘Teori, pratik; İddialar, gerçekler, İdealler ve tarihten pratik realiteler’, İslam savaş hukuku’, ‘Batı medeniyeti’, ‘İslam kılıç zoru ile yayılmadı’, ‘İslam’ın yayılışı” başlıklı yazıları tavsiye ederiz.

Kur’an'ın tamamı hazır olduğuna göre; kitabın aza azar, yıllar süren bir süreç içinde indirilmesinin de bir anlamı yoktur. Furkan 25. ayet -32: ”İnkâr edenler dediler ki: "Kur’an ona toptan, bir kerede indirilseydi ya!" biz böyle yaptık ki, onunla senin kalbini dayanıklı kılalım. Biz onu parça parça/ayet ayet okuduk. Tabii ki, her şeye gücü yeten tanrının böyle bir savunma yapması son derece mantıksızdır.

Konunun Allah’ın iradesi, gücünün yetip yetmemesi ile bir ilgisi yoktur! Burada amaç insanların inen ayetlerle, o ayetlerin uygulamalarının, pratik hayata geçirilmesinin paralel gitmesidir. Bir anda içki yasaklanmamış, bir anda oruç, 5 vakit namaz bir ayetle farz kılınmamıştır. İslam ilk geldiğinde yaşam kurallarını sıfırdan, yeniden ve tamamen değiştirmekte idi. İçki, fuhuş, faiz vb var, namaz, oruç, vb yok idi. Bir anda tüm Kur’an indirilse idi, insanlar bir anda bu kadar mükellifiyetin içine girebilirler mi idi? Ya sonuç alınabilir mi idi? Ateistler bu defa da, “Bir anda bu kadar sorumluluk yüklemek mantıklı değil” demezler mi idi? Dedikleri gibi inse; Güç yetirememe, isyan etme, istese de yapamama durumu gibi haller  gözükmez mi idi? 23 senede bile o kadar saldırı, düşmanlık, iftira, isyan oldu! Yoksa ateist, aslında bunu mu arzulamaktadır?

Müşrikleri sövmekEn'am 6 ayet -108: “ Onların Allah dışında dua ettiklerine/ çağrıda bulunduklarına sövmeyin. Yoksa onlar da düşmanlıkla ve bilgisizce Allah'a söverler. Biz her ümmete yaptığı işi bu şekilde süslü gösterdik. Sonra hepsinin dönüşü rablerinedir. O, onlara, yapmakta olduklarını haber verecektir.”  Ancak bir başka ayet de söven kendisidir. Tevbe 19 ayet 28. Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir.”

Ateistimiz yine ayeti eksik nakletmektedir. Tevbe, 28: “Ey iman edenler! Müşrikler bir pislikten ibarettir. Onun için, bu yıldan sonra Mescid-i Harama yaklaşmasınlar.” Ayette görüldüğü gibi mescide yaklaşılması müşriklere yasaklanıyor ve buna sebep olarak da onların pis olmaları gösteriliyor. Buradaki pislikten kasıt ‘manevi kirdir.’ (Menar, X/322) Bu pislikten maksat ise, manevi pislik sayılan cünüplük halidir. Bu durum, müminler için de aynen söz konusudur. Cünüp olan bir mümin de yıkanmadan bırakın Kabe’ye, camiye bile giremez.

Cinler, insan. A’raf 7 ayet -179: “Yemin olsun ki biz, insanlardan ve cinlerden birçoğunu cehennem için yarattık.  Kalpleri var bunların, onlarla anlamazlar; Gözleri var bunların, onlarla görmezler; kulakları var bunların, onlarla işitmezler. Hayvanlar gibidir bunlar. Belki daha da şaşkın. Gafillerin ta kendileridir bunlar. Zariyat 51 ayet -56: “ Ben, cinleri ve insanları bana ibadet etmeleri/benim için iş yapıp değer üretmeleri dışında bir şey için yaratmadım.”

A’raf, 179. ayet, anlamayan, bakan ama görmeyen, duyan ama işitmeyenler, aklını kullanamayan hayvanlara benzetilmiştir. Çünkü verileri kullanarak bilgi elde etme, zihinsel faaliyet yapma yeteneğinden hayvanlar yoksundur. Var olan yetenekleri kullanmayarak bazı insanlarda onların seviyesine inebilmektedir. Ayetlerde yaratmak diye Türkçeye tercüme edilen kelimeler Kur’an’da, "Halk", “Fatır” veya “Bedi” şeklinde, farklı kelimelerle ifade edilir ki, bunları da yukarıda açıkaldık! Bu ayette Allah (cc) bu kavramlardan birisini kullansa, ateistin itirazı dikkate alınabilirdi. Ama ayette kullanılan ve yaratmak diye tercüme edilen kelime ‘Zerae’ fiilidir. Türkçe’de de kullanılan, ‘zıraat’ yani, ‘tarım, ekim’ kelimesinin kökeni bu kelimedir. “Zerae fiili; ‘serpmek, saçmak, dağıtmak, bölmek ve ayırmak’ gibi anlamlara gelir.  Bu ayette onların dünyadaki amelleri sebebiyle, hak ve hakikate kulak vermemeleri, gerçeği görmemeleri ve idrak etmek istememeleri sebebiyle ‘cehenneme ayrılacakları’ beyan edilmektedir.” (İsmail Yakıt, ayet meali) Yani bu kelime, ayetin de açıkladığı üzere, ‘Kulun iradesine paralel olarak, kulun iradesine göre’ yaratma manasına gelir. İrade sahibi insan ve cinler kendi tercihlerine göre dünya hayatlarını şekillendirmekte ve bunun karşılığını da ahirette görmektedirler. Yani insan ve cinler zorunlu olarak cehhenme için yaratılmamışlardır fakat onlar kendi arzularını ilah edinerek (Furkan, 43) dünyayı cehennem çevirmekte, göz, kalp ve kulak yeteneklerini kullanmayıp, kendi iradeleri ile cehennemi boylamaktadırlar. Kalbinin, vicdanının sesine kulak vermeyen, hakikate gözlerini kapayan sağır ve kör insanların varacağı yer cehennem çukurudur. “Akıl yönetici, din yol göstericidir.” (Ragıb El-Isfahani, ez-Zeria ilâ mekârimi’ş-şerîa, s. 207) Aklını kullanmayıp dinin emirlerine uymayanlar, bizzat kendi yaptıkları ile cehenneme koşarlar. Sen de ey ateist arkadaş! Buyur inan; cehenneme gitme! Bak, ayet açıkça uyarıyor, insan ve cinlerin çoğunluğu cehenneme koşuyor! Bu bir ilahi ikazdır. Uyarıyı dikkate al, sen de cehennemlik olma! Ama işin ilginci, ateist arkadaşın hala mesajı alamamış gözükmesidir! Bu konu, ‘Kaza ve Kader’ başlıklı yazı ile ‘Allah kalpleri mühürler mi?’ başlıklı yazılarla da irtibatlıdır, bu yazıların da okunmasını tavsiye ederiz

Hac kabul oluyor mu? 22 - Hac suresi - ayet 27: “ Bütün insanlar içinde “ Haccı ilan et ki, gerek yaya olarak ve gerek uzak yoldan gelen incelmiş develer üzerinde sana gelsinler.” Devenin de "incelmişi" isteniyor. Türkçe tercümelerde, Elmalı'lı Hamdi Yazır, "İncelmiş deve" kelimesini açıkça kullanmıştır. Y. Nuri Öztürk’de "İncelmiş binit" diyerek "deve"yi kastetmiştir. (incelmiş uçak ya da incelmiş araba olamayacağına göre.) Diyanet ise tercümesinde "ince" ya da kalın olduğuna bakmadan "binek" demeyi tercih etmiş. Uçak ya da araba için "binek" öneki kullanılmadığına göre, burada da hayvan, yani "deve" belirtilmiş oluyor. Bu durumda hac'ca uçak araba ya da otobüsler gitmiş olanlar, bu yaptıkları seyahatin Kur’an'a ters olduğunu görmüş oluyorlar.  Dolarlar ve onca zahmet boşa gitmiş demek ki. Neyse, bir kez de "yürüyerek" veya "deve" ile hac farizasını yerine getirirler de, Allah'ın-varsa eğer- takdirine mazhar olurlar.

Bu kadar yüzyıl ve alim bunu fark edemedi ama bu 1400 sene sonra bir din alimi (!) ateistimize bu gerçeği görmek nasip oldu! Veya gerçekte ateist arkadaş nerede hata yapıyor acaba? Hac, 27: “İnsanlara hac ibadetini duyur; gerek yaya olarak gerekse yorgun argın develer üzerinde uzak yollardan gelerek sana ulaşsınlar.” Sanat meraklısı olarak kendilerini lanse eden ateist kesimin, edebi inceliklerden bu kadar uzak olması üzücü bir durumdur! Kur’an’da edebi sanat bol miktarda kullanılmış ve bu konuda ‘Kur’an ve mecaz’ başlığı altında ele alınmıştır. Bu ayette deve kelimesine takılmak, mesajı anlamamaktır. ‘Deve ile veya yürüyerek gelin’ deniyor ayette ama yürümek zaten meşakkatli, zor bir iş iken bir de devenin ‘incelmişinden’ bahsedilerek, binilen devenin bile o hac yolculuğunda zayıflaması kastedilmektedir ki, aslında bu hac ibadetinin ne kadar zor bir ibadet olduğunun edebi bir tasvirinden başka bir şey değildir. Aynı ayetteki ‘Uzak yol’ ifadesi de bunu desteklemektedir. Bu soru bana rahmetli Muhammed Kutup'un bir anısını hatırlattı. Profesör Muhammed Kutup, ‘İslam'ın etrafındaki şüpheler’ eserinin 227. sayfasında, Birleşmiş Milletler görevlisi bir İngiliz ile yaptığı sohbetten bahsetmektedir. 3 saatlik sohbet sonunda epey ikna olduktan sonra İngiliz şöyle bir cümle kullanır: "Ben medeniyetin meyvelerinden mahrum olmak istemem, uçakta yolculuktan, radyoda müzik dinlemeye." Muhammed Kutup ona sorar: "Seni onların hepsinden alıkoyan nedir ki?" İngilizce cevap verir: "İslam bana çadır hayatına dönmemi emretmez mi?" Evet, elin İngilizi kadar dine uzak ama bilgiççe Kur’an’da çelişki bulduğunu iddia eden bu ateist arkadaş bana nedense bu anıyı hatırlattı! Bu arada dolar değil riyal üzerimden hac parası hesaplanır, alttan mesajı verme gayreti bile konuya hakimiyet sınırını gösgermektedir ateistimizin!

Sana Kur’an'ı

 (Radikal, 16.08.2000)

Gazetenin haberi verirken kullandığı fotoğrafta, başörtüsünün onlarca yıl toplumsal gerginliğe neden olan uygulamalarını hatırlatır ve gazetenin de okuyucu kitlesinin tepkisini çekebilecek olan tesettürlü bir bayanın kullanılmasını oldukça manidar olduğunu ve, “Kur’an’ın aslı yakıldı mı?” ve "Kur’an’ın kaynağı nedir?” başlıklı yazılarımızın da konu ile bağlantılı olduğunu, onların da okunmasının faydalı olacağını hatırlatıp ve konumuza geçelim.

 

 

"1972'de Sana'daki Ulu Cami'nin onarımı sırasında Yemen eski eserler müdürlüğü reisi kadı İsmail el-Akva'nın bulduğu, 7. ve 8. yüzyıllara ait olduğu tahmin edilen elyazması bir Kur’an metni, 1979'da Yemen'e giden Puin'in dikkatini çekmiş ve incelemeleri neticesinde, Kur’an'ın evrim geçirdiği sonucuna varmıştır. Kur’an saf Arapça sözcüklerden oluşmadığı, yazılışında değişiklikler vuku bulduğu, hareke işaretlerin sonradan eklendiği gibi tezlerinin büyük gürültü koparacağı iddialarına da aldırmadığı." Radikal adlı gazetede ifade edilmektedir. Radikal  gazetesindeki   bu haber aslında,  Hz Osman döneminde çoğaltılan Kur’an nüshaları dışındaki diğer el yazması Kur’an’ları yaktırmasının önemini de ortaya çıkarmaktadır. Efendimiz zamanında Kur’an’ı ezberleyemeyenler yazılı metin haline getirdikleri ayetlerin yanlarına, o ayetleri açıklayıcı cümleleri ekliyorlardı. Zamanla bu  açıklayıcı, yorum cümlelerinin Kur’an ayetleri ile karışma ihtimali ortaya çıkınca, Hz. Ebu Bekir döneminde yazılı hale getirilen Kur’an, Osman döneminde bu aslından çoğaltıldıktan sonra, tüm açıklamaları ile ayetlerin karışık halde  olduğu özel Mushaflar yakılmıştır. Bu konu, yukarıda verdiğimiz iki yazıda ele alınıp açıklanmıştır. Buna rağmen kenarlarına ayet açıklamalarının yazılı olduğu bazı nüshaların sahiplerince yakılmayıp saklandığı bilinmekte ve adları da İslami eserlerde zaten geçmektedir. ‘Sana Kur’an’ı olarak adlandırılan ve oryantalistlerce farklı amaçlarla kullanılmaya çalışılan, sonradan gerçeğin ortaya çıkması ile özür dilemek zorunda kaldıkları bu Kur’an nüshası da, bu özel notların kenarında tutulduğu Kur’an’lardan günümüze ulaşmış olanlarından birisidir. Oryantalistler ayetlerin açıklayıcı yorumlarının kenarına not edilen bölümlerini de Kur’an’dan kabul edip, günümüz Kur’an’ı ile arada fark olduğu iddiasını ortaya atmaya çalışmışlardır. İddialara bakalım: "Puin önce surelerin dizilişinde bazı ufak farklar görmüş.": Surelerdeki sıralanış farklılıkları gizli bir şey değildir ki! Her tefsir usulü kitabında bu ‘açıkça’ yazar. Nazil olan ayetler belirli bir sıra ile gelmiyordu. Bir sure tamamlanmadan başka bir sure inebiliyor ve ayetler de belli bir sıra takip etmiyordu. Cebrail her ayet geldikçe, Hz. Muhammed’e ayetin konacağı sureyi ve sure içindeki yerini gösteriyordu. Bu konu yukarıda verilen iki yazı ile detaylı olarak açıklanmıştır. Kısaca ayet ve ayetlerin hangi surede olduğunda bir sorun yoktur. Hz. Osman zamanında Kur’an derlenirken, surelerin önce uzunlukları, iniş tarihleri ve birbirleriyle münasebetleri göz önünde tutularak sıralama yapılmıştır. Rivayetlere göre ilk önce Alak, sonra Kalem, sonra Müzzemmil, sonra Müddessir surelerinin baş tarafları, ardından da Fatiha Suresi bütün halinde inmiştir. Kimi Kur’an derlemelerinde ‘iniş sıralaması’ gözetilirken, kiminde Hz. Osman’ın (as) sıralaması tercih edilmiştir. Bu  gizli saklı bir bilgi değildir, dolayısı ile bu bilgi bozulmaya delil teşkil etmez, sadece sıralama tercihine delil teşkil eder. Zaten sahabenin derlediği özel Mushaflardaki sure sıralamaları da kendi içtihatlarına göre olmuştur. (Zerkeşî, Burhân, I/257; Kurtubî, Câmi', I/59; Muhsin Demirci, Kur'ân Tarihi, s. 155; İbn Kesîr, Tefsir, (Zeyl), IV/25; Suyuti, el-İtkân, I/85-86; İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 79-88)  Kur’an için iki tertip söz konusudur. Birisi, surelerin terti­bidir. Yedi uzun sureyi öne alıp, ardından miun yani aâyet sayısı yüz civarında olan sureler getirilmiştir. İşte bu sıralama sahabenin yapmış olduğu bir taksimdir. Kur'an'ın ikinci tertibine gelince, o da Cebrail’in, Allah'tan aldığı emir üzerine Resulullah (sav)'a tebliğ ettiği ve O’nunda bu emir gereği yaptığı sıralamadır. (Zerkeşî, el-Burhân, I/258-259; Suyuti, el-İtkân, I/82) “Sonra da parşömenlerin üzerinde önceden yazılar olduğunu, sonra bunların silindiğini ve tekrar yazıldığını, yani elindekilerin 'palimpsestus' olduğunu.” iddiası: Özellikle 7. ve 12. yüzyıllarda kullanılan 'palimpsestus' yöntemiyle, papirüs veya parşömenin üzerindeki yazılar silinir, sonra tekrar yazılabilirdi. Rönesans döneminde, ilk yazının okunması için kimyasal yöntemlerin kullanıldığı 'palimpsestus' incelemeleri başladı, böylece birçok antik çağ metni ortaya çıkarıldı. Bu bulgulara dayanan Puin’de Kur’an'ın evrim geçirdiğini iddia etmetkedir. Sana'da bulunan bu Kur’an  yazmasının  eski olması da aslında bizim görüşümüzü desteklemektedir. Vahyi kaynağından duyan sahabenin, kendi özel Mushaflarına yazdıkları ayetlerin kenarına o  an efendimizin yaptığı açıklamaları yazmaları ve daha sonra bunların orjinal ayetlerle karışma ihtimaline karsı silmeleri gerçeği, tam da tarihi gerçeklerle örtüşmekte, Hz. Osman döneminde yapılan yakma işleminin önemi ve lüzumunu da bir kez daha gözler önüne sermektedir. Haccac’a ait bir söz ise özellikle çarpıtılıp aktarılmaktadır: Bilindiği gibi Hz Muhammed döneminde Arapça metinler üzerinde hareke ve noktalama işaretleri yoktu. Zamanla İslam ülkesinin sınırları genişleyince, Arap olmayanlarında Kur’an’ı öğrenmelerini kolaylaştırmak amacı ile bir çalışma başlatılmıştır. Muaviye b. Ebu Süfyan döneminde Ebu'l-Esved, harflerin okunuşunu kolaylaştırmak için ‘hareke’ işaretleri; Abdülmelik b. Mervan döneminde ise Nasr b. Asım ve Hayy b. Yasmur Kur’an'daki bazı harfleri birbirinden ayırmak için ‘noktalar’ koymuşlardır. En son aşamada ise harekeler nokta yerine “Fetha, Damme, Kesre ve Sükun” şeklinde gösterilerek okumayı öğrenme en kolay şekline getirilmiştir. “Anlamı asla değiştirmeyen ama okumayı kolaylaştıran” harekeleme-noktalama aşamasından sonra da Kur’an öğrenimi Arap olmayanlar arasında hızla yayılmıştır. Günümüzde Arapça öğrenmeye çalışanlar da önce harekeli Arapça öğrenirken, daha sonra asıl harekesiz Arapçaya geçmektedirler. Tüm bunlar da bir sır/giz değil, tüm İslami kitaplarda geçen sıradan bilgilerdir. Kur’anın nokta ve harekelenmesiyle ilgili birçok eser de zaten yazılmıştır. Bunlar arasında Ed-Dani’nin ‘El-Muhkem fi Naktil-Mesahif ‘adlı eseri en meşhur olanıdır. (Suyuti, Itkan, II/170-171; Burhan, 1/376-379) Ayrıca bu haber, Kur’an'ın orjinalleri nerede diyenlere de cevap niteliği taşımaktadır çünkü, “İlk  Mushaflardan en az   üç   tanesinin günümüze kadar gelmiş olduğunu” bizlere haber vermektedir. Cambridge üniversitesi öğretim üyelerinden Tarif Halidi’de, “Sana Kur’an'ının, Hz. Osman’ın kaleme aldırttığı Kur’an'ın henüz ulaşmadığı kesimlerce kullanılan kötü bir kopya olduğunu” söylemektedir. Habere devam edelim.  Puin'in diğer ses getiren (!) teorisi ise, “Kur’an'ın İslam öncesi kaynaklardan beslendiği" iddiasısır. "Kur’an'ın saf Arapçayla yazıldığı inancını da sorguluyor. İncelediği metinde birçok yabancı kökenli kelime bulmuştur.": Bu iddia da yukarıda cevaplanmıştır.

Puin, klasik oryantalistlerin karakteristik tüm özelliklerini bünyesinde barındıran, yüzyıllardır batılılarca ortaya atılan ve “Kur’an’ı Muhammed yazdı, Kur’an bozuldu, Kur’an’da çelişkiler var.” türü iddiaları tekrarlayan, tarafsızlık özeliğini kaybetmiş, önceden verdiği hükme göre yorum yapan ve delil arayan bir önyargılı kişidir. Puin, Sana Kur’an’ındaki, orjinal ayetlerin  yanına eklenen açıklamalardan -ki sonradan o açıklamalar da silinmişlerdir- hareketle Kur’an’ın değiştirildiğini iddia etmiştir. Peki gerçekler günyüzüne çıkınca ne olmuştur?

Puin hatasından dönüyor! Puin ve  Von Bothmer, Yemen eski eserler Müdürlüğü’nün reisi Kadı İsmail el-Ekva'ya 14 ve 15 Şubat 1999 tarihli birer mektup göndererek gelişmelerden ötürü duydukları üzüntüyü dile getirip özür diliyorlar. Ortada siyasi bir komplo olduğunu, kendilerinin bu tür sözler söylemediklerini; aksine, yaptıkları incelemelerden sonra ‘Yemen nüshalarıyla Müslümanların bugün ellerinde bulunan standart Kur’an nüshaları arasında ciddi hiçbir farklılığın bulunmadığı’ sonucuna vardıklarını ve Leiden'de düzenlenen bilimsel bir konferansta da bu sonuçları ilim dünyasına açıkladıklarını belirtiyorlar. (Yeni Şafak, 16 Ağustos 2000) Dr. Puin'in el-Ekva'ya yazdığı mektup: Sayın Kadı İsmail el-Ekva hazretleri, zat-ı alinize en samimi hürmet ve selamlarımı sunarım. Yemenli dostlarımdan bana ulaşan haberlere göre, alman araştırmacıların Yemen'deki eski eserler arasında bir elyazması Kur’an nüshası bulduklarından ve bu elyazması nüshayla Müslümanların bugün ellerinde bulunan Kur’an nüshaları arasında ciddi farklılıklar tesbit ettiklerinden söz eden ‘'the atlantic monthly' adlı’ Amerikan dergisinin yaptığı yayın, Yemen eski eserler Müdürlüğü’nde görev yapan yetkililere karşı halkın büyük bir tepki göstermesine sebebiyet vermiş. 312 sayılı ‘el-Belağ’ dergisinin iddia ettiği üzere, güya Yemen'li yetkililer İslam dünyasında büyük bir fitnenin ortaya çıkmasını önlemek amacıyla uzun bir süredir bu gerçeği (!) saklamaya çalışıyorlarmış. Sizi temin ederim ki el-Belağ'ın hem Amerikan dergisinin neşriyatından, hem Yemen yazmalarına dair söylenenlerden hareketle yaptığı suçlama ve karalamalar ‘tamamen asılsızdır’ ve hiçbir esasa dayanmamaktadır. Benim ve meslektaşım Dr. Graf Von Bothmer'in Saarbrücken üniversitesinde sürdürdüğümüz Kur’an araştırmalarına ilişkin mahud  “iddialar da aynı şekilde gerçek dışıdır.” Yemen ile Almanya'nın bilimsel işbirliği çabalarını baltalamayı hedef alan bu müessif saldırılardan dolayı fevkalade üzgün olduğumu belirtmeliyim. Amerikalı yazarı (Toby Lester) şahsen tanımam, kendisiyle sadece birkaç kez telefonla görüştüm, o kadar. Benim samimi kanaatime göre, ‘söz konusu Yemen nüshalarıyla eldeki Kur’an nüshaları arasında ciddiye alınabilecek hiçbir farklılık mevcut değildir; bu yeni nüshalarda tesadüf edilen yegane ihtilaf, sadece sözcüklerin imlasıyla ilgili Kur’an'ın kendisine asla zarar vermeyecek olan küçük birtakım yazım farklılıklarından’ ibarettir. Zaten "ibrahîm-ibrahim"; "Kur'ân-Kur’an"; "simâhum-simahum" vb. farklılıklara da, Kahire'de basılan Mushaflarda işaret edildiği herkesçe bilinmektedir. Gözlerini kin bürümüş birtakım cahillere gelince, onları ciddiye almayıp kendi hallerine bırakmak en doğrusu olacaktır. Son olarak, hem sizin adınıza, hem kendi adıma, Yemen yazmaları etrafında kabaran bu kin ve nefret dalgalarının dinmesini temenni ediyorum. Vesselam! Not 1: Arapça ifadelerimin bozukluğundan dolayı özür dilerim. Dostunuz Dr. Gerd R. Joseph Puin, Saarbrücken, 14/2/1999. Olayın uluslararası siyasi boyutuna bakacak olursak, ABD  ile  AB  (AB'nin baba'sı  Almanya) arasındaki siyasi çekişmede, Almanya ile Yemen'in birbirine "bilimsel" temelde yaklaşmasını istemeyen ABD'nin dolaylı yollardan böyle bir falso yapmış olması ve bu birlikteliği baltalamaya çalışmış olmasını anlarız da, emperyalist düşmanı (!) sosyalist-ateistlerin veya yerli "radikal" uzantılarının olaya böyle, kime hizmet ettiklerine bakmaksızın (!) balıklama dalmalarını anlamak mümkün görünmemektedir.

Ateistler de, 'değiştirilmiş kitap Kur’an' adı altında yayın yapmış, videolar yayınlamışlardır. Kaynakları ise National Geograp kanalının, 'Sana Kur’anı Belgeseli'dir. Belgeselde 3 iddia yer almaktadır. İlk iddia muhatabın cehaletini istismardan başka bir şey değildir. Sana Kur’an'ı ile günümüz Kur’an'ları arasında birçok fark vardır. Olayın aslı nedir peki? Kur’an, sonradan harekelenmiş ve harflere noktalar da sonradan konmuştur. Arap olmayanlar Kur’an'ı okumakta zorlandıkları için yapılan bu çalışma gizli saklı bir şey de değildir ve kimin ne zaman yaptığı da konu ile ilgili her eserde yer almaktadır. "Noktasız Kur’an ile noktalı Kur’anın anlamları aynıdır" ve bu eylemden tek amaç da, okumayı kolaylaştırmaktır. Ve bu da yüzlerce yıldır gerçekleşmiş, hedefine ulaşmış bir çalışmadır. Arap birisi harekesiz de aynı Kur’an'ı okur, Arap olmayan da harekeli olarak, aynı Kur’an'ı! İkinci iddia, Kur’an surelerinin sıralanışının farklı olduğu iddiasıdır. Kur’an surelerinin sıraları değişik olabilir. “Kimi iniş, kimi nüzul sırasına göre sıralanmıştır.” Yani, 'surenin' yeri değişse de, içerik tamamen aynıdır! Bu da tüm İslam aleminde bilinen sıradan bir bilgidir. Bu durum, günümüzde de bazı meallerde aynen uygulanmakta, sure sıralamaları ‘iniş veya nüzule göre’ değişiklik arzedebilmektedir. Üçüncüsü, iddia bile değildir aslında, bizzat belgeselde, "her ne kadar silinen metinlerde herhangi bir anlam farkı bulunmasa da" şeklinde itiraf zaten bulunmaktadır! Yani, bazı ayetler silinip, yeniden daha güzel şekilde yazılmıştır.

Bir gün, dünyanın kendi etrafındaki 24 saatlik bir dönüşünden meydana geldiğine göre, dünya yaratılmadan önce böyle bir dönüş olamayacağından bu zamanı gün olarak hesaplamak mümkün mü?

Zaten kullanılan gün kavramının 24 saat şeklindeki dünya günü olmadığı, ‘dönem, devir’ anlamında olduğu yukarıda açıklanmıştır.

Kur’an’da sağmal hayvanların sütünden bahsedilirken, gıdaların toplandığı işkembeden ve sonra kandan süzülerek temiz süt verildiği bildiriliyor. Halbuki bilim, sütün memede oluştuğunu açıklıyor.

Gıdalar ağız yolu ile alındıktan sonra mide, 12 parmak ve ince bağırsaklarda emilmeye hazır hale getirilir. Vücut için lazım olan amino asitler, yağ asitleri, mineraller, vitaminler, glikoz kana geçer. Hamilelikte meme dokusundaki değişimlere paralel olarak kandan süt yapımı için gerekli maddeler alınmaya başlanır. Alınan bu maddeler salgı hücrelerinde süt haline getirilir. Ayete bakalım: "Süt veren hayvanlarda da size ibretler vardır. İşkembedeki pislik ile (necis) kandan (iki pislik arasından) meydana gelen, içenlere lezzet veren saf süt içiriyoruz." (Nahl, 66) Özetle, ‘sütün memeden çıktığını en ilkel bir insan bile bilir. Bunların oluşmasını meydana getiren sebepleri ise ancak ilim ehli bilir. Cahiller, musluktan akan suyun depoda oluşup, oradan geldiğini iddia edebilir, ama gerçek öyle değildir.”

Allah beddua eder mi?

Dua ve beddua birinden bir şey istemek demektir. Allah isteyen değil, istenen makamdır. O halde beddua diye anladığımız hitaplar farklı hedefleri amaçlamaktadır. Kur’an, indiği halkın lisanı ile muhatabına hitap eder. Allah “yapılan kötü işlerden ötürü”, yapılan fiillerin kötülüğüne ‘dikkat çekmek’ için o kötü fiilleri işleyenlere lanet etmiştir. Allah istese lanet ettiği kişileri direk yok ederdi ama amaç, ayetlerin indirildiği halkın hitap tarzı ile, “Yapılan işin Allah tarafından razı olunmadığına” dikkat çekmektir. "Allah’ın laneti ‘zalimlerin’ üzerine olsun!" (A’raf, 44); "Bozgunculara lanet olsun." (Rad, 25);  "Biz, kitapta açıkça belirttikten sonra, indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti ‘gizleyenler’ var ya, işte onlara, hem Allah lanet eder, hem de bütün lanet ediciler lanet eder." (Bakara, 159) Allah'ın lanetledikleri, “Zalim, bozguncu, gerçeği bile bile gizleyen” kimselerdir. O insanlar “lanetli oldukları için kötülük yapmıyorlar, kötülükleri yüzünden lanetlenmişlerdir!” Kötü, zalim, gaddar olanların Allah tarafından lanetlenmesi de ayrıca Müslümanlara durması gereken yerleri göstermektedir! Ve dikkat edilirse ayetlerde şahıslardan ziyade vasıfları, düşünceleri, muhatap alınmaktadır. “Ebu Leheb bile bir isim değil, şahsı gösteren bir künyedir ve anlamıda, 'alev babası' demektir. Bu nedenle de Hz. Peygamber'e ve İslam'a karşı ateş püskürmek isteyip de, kendini cehenneme atmış olan kafirlerin hepsinin ‘temsilcisi’ olması sebebiyle onun helaki, hepsinin helakına örnek teşkil etmektedir.” Kur’an’a göre insanlar, ‘yaptıkları zulüm ve haksızlıktan dolayı’ lanetlenirler. Bu açıdan acımasızca insanları bombalayan; kadın, yaşlı, çocuk demeden hedef gözetmeksizin insanları öldüren, kendisi üstün bir ırk zannederek başkalarının topraklarına el koyma hakkının olduğunu düşünen ve savunmasız insanları yurtlarından çıkaranlar, ‘kötü iş’ sahipleri Kur’an’da lanetlenmiştir.

Ayet-el kürsi’de, (Allah’ın kürsüsü) olduğu bildiriliyor. Kürsü ne demektir?

"Onun kürsüsü (saltanatı, kudreti) gökleri ve yeri kapladı. Gökleri ve yeri korumak, gözetmek, Ona hiç zorluk vermez. O, çok yüce ve çok büyüktür." (Bakara, 255) Ayetin devamı konuyu zaten açıklamaktadır: "Gökleri, yeri koruyup gözetmek ona zorluk, ağırlık vermez". Yani kürsü, ‘koruyup gözetme kudretidir.’ Güç, kuvvet, saltanat demektir. ‘Kur’an’da mecaz’ adlı yazımızda, bu konudaki örneklerden oluşmaktadır.

Hac suresinin, "İnkâr edenler için ateşten bir elbise giydirilecek ve başlarına kaynar su dökülecektir" anlamındaki 19. âyeti ile, Haşr suresinin, "Allah rahman rahimdir (esirgeyen, bağışlayandır)" anlamındaki 22. âyeti çelişkilidir. Affedici olan Allah, inkârcıları hiç cezalandırır mı?”

Affedici olmak, mazlumun hakkını zalimden almamak mıdır? Suçluları adaletle cezalandırmak, affedici olmaya aykırı mıdır?  Her şeyi yoktan yaratan Rabbimizin, emrini dinlemeyenlere ceza verme yetkisi yok mudur? Cezayı suçluların kendisi mi tayin eder? "Rabbin elbette hem çok bağışlayan, hem de çok acı azap verendir." (Fussilet, 43) Ayrıca sormak gerekiyor, neden bazı insanlar Allah’ın rahmet sıfatını değil de cezalandırıcı sıfatını ön plana çıkarma gayreti içindedirler? ‘Eylemlerimize göre’ Allah’ın sıfatları tecelli eder. Bu soru ile aslında ateistler, bilinç altlarında başlarına geleceklere itiraz mı etmektedirler acaba?

Aşağıdaki ayetler çelişkilidir. Aynı surede hem istisna var, hem de yok. "Namuslu kadınlara zina isnat edip de, sonra (bu durumu ispat için) dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun; ebediyen onların şahitliğini kabul etmeyin. Onlar fasıkların ta kendileridir. Ama bundan sonra, tövbe edip düzelenler bundan istisnadır. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir. "(Nur 4,5), "Namuslu, kötülüklerden habersiz mümin kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünya ve ahirette lanetliktir. Onlar için çok büyük bir azap vardır. Kendi dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarına şahitlik ettikleri gün, onlar büyük azaba uğrayacaklardır. O gün, Allah onlara hak ettikleri cezaları verecek ve onlar Allah'ın apaçık gerçek olduğunu anlayacaklardır."  (Nur 23,24,25)

Birinci ayette, ‘İftira edenlere gerekli cezayı verin, şahitliklerini de kabul etmeyin. Ama tövbe edip düzelenler bundan istisnadır’ denilerek, tövbe ederlerse şahitliklerini kabul edin buyruluyor. Zaten ayetin sonunda Allah’ın çok bağışlayıcı ve merhametli olduğu ifade edilerek  vurgu, tövbe ve bağışlama çizgisine çekilmektedir. İkinci ayette ise, ‘iftira edenler lanetliktir, onlar dünya ve ahirette cezalarını bulacaklardır.’ denilmektedir. Ama bunun tek istisnası, tövbe etmeleri halidir. Ayetler arasında bir çelişki yoktur, aksine bir arada değerlendirildiğinde ayetler iftiranın büyük günah olduğunun, dünya ve ahiret cezasının olduğunun altı kalın çizgi ile çizmekte ama tövbeyle ve cezalar çekildikten sonra, af kapısının her daim açık olduğu da ilan edilerek (Nur, 5) umutsuzluk girdabına muhatabın girmesine izin verilmemektedir.

Enfal 1’de ganimetlerin tamamı Allah’ındır denirken, Enfal 41-de ganimetlerin 1/5’inin Allaha ait olduğu söyleniyor ve bunun bir çelişki olduğu iddia ediliyor.

Enfal, 1: “Sana ganimetleri soruyorlar. Ganimetlerin Allah’a ve resulüne ait olduğunu söyle!”; Enfal, 41: “ganimet olarak ele geçirdiğiniz her şeyin beşte biri Allah’a, peygambere, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir.” Kur’an'da bahsedilen bir konu ile ilgili bir sonuca varmak için, o  konu ile ilgili tüm ayetler ele alınmalı ve Kur’an’ın genel çizgisi içinde değerlendirip öyle sonuca ulaşılmalıdır. Enfal 1. ayetin ‘detayı’, aynı surede 41. ayette verilmektedir. Yani burada yanlış yapan, Kur’an’ın tefsiri konusunda metot-usul kurallarından habersiz olan ateistler ve onlardan daha bilgili olsalar da aynı metotsuzluğı uygulayan oryantalistlerdir. ‘Oryantalizm dosyamızda bunların bolca örnekleri mevcuttur!’ Birinci ayette ganimetlerin tamamının Allah ve Peygamberi'ne ait olması, “Mülkiyetin Allah’a, kullanım ve dağıtım şekillerindeki tasarruf hakkının da Resulullah’a ait” olması demektir. Birinci ayet, dağıtım yetkisini halktan almakta, ikinci ayet (Enfal, 41) ise dağıtımın nasıl yapılacağını Hak’ça anlatmaktadır. Birinci ayette ganimetin Kur’an'da ve Hz. Peygamber'in öğretilerinde (Sünnetlerinde) yer alan ilkelere göre kamu malı kabul edileceği anlatılırken, Enfal 41. Ayette ise, Allah ve peygamberinin olan 5/1’de yine yetim, miskin, yolcuya dağıtılması gerektiği ifade edilir. Yoksa Allah’ın ganimete ihtiyacı yoktur. Hz Resul’de tüm gelirlerini Allah yolunda dağıtmıştır. “Enfal suresinin ilk ayeti bölüştürme hakeminin Hz peygamber olduğunu bildiriyor. 41. ayet ise Hz peygamberin payının beşte bir ve bu payın nerelere sarf edileceğini açıklıyor.” (Molla Musa Celali, Ateist İtirazlara Cevaplar, s. 131) “Hz. Muhammed neden çok evlenmiştir?” ve “Oryantalistler ve Hz Muhammed” adlı yazılarımıza da bakılabilir.

Peygamberimiz payına düşen ganimeti ne yapardı?

“Ganimetlerden mal biriktirmeye kalksa Hz peygamber çok zengin olurdu. Nimetler içinde yaşayabileceği halde eşleri ve kendisi kanaatkar bir şekilde yaşamıştır.” (İbrahim Çoban, Ateizm ve Deizm Eleştirisi, s. 162, 171) Taberi, tefsirinde Ali b. Ebi Talha’nın Abdullah b. Abbas'dan şu rivayetini aktarır: “Resulullah bu beşte bir'den hiçbir şey almazdı. Kalan yetim, yolda kalmış ve miskinlere dağıtılırdı.” Mı­sır âlimlerinden Muhammed Mahmud Hicazi, Furkan tefsirinde: “Peygamber (sav) efendimiz, ganimetin beşte birini de beşe böler; bir payı kendisi alır, aldığı bu payı da Müslümanların çıkarlarına sarf ederdi.” demektedir. ‘Mufassal Tefsir’de: “Beşte birlik pay üzerindeki tasarruf yetkisi de, Müslüman cemaat içindeki peygamberin muhtaç akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalmışlara vermek üzere Peygamber'e bırakıldı.” denilerek efendimizin 5/1 hakkının da muhtaçlara sarf edildiği belirtilmektedir. Resulüllah Efendimizin, kendine düşen payı, evine değil de muhtaçlara dağıttığı sahih rivayetlerle sabit olmuştur. Nitekim İmam Şa­fiî'nin, Ubâde b. Sâmit’den yaptığı rivayete göre, “Resulüllah Hayber günü, aldığı beşte bir hisseyi olduğu gibi Müslüman fakirlere da­ğıtmıştır.” (Nesai, Ganaim) “Peygamberimiz savaş ganimetlerin beşte birini almaya hak sahibi idi ama bunları gazileri donatmak, elçileri karşılamak ağırlamak, köleleri hürriyetine kavuşturmak, Müslüman köleleri satın alıp özgür kılmak, masrafı karşılayıp hacca gidemeyeceklerin hac masraflarını karşılamak, kefaret vermesi gerektiği halde buna parası olmayanlar için, bunları harcardı.” (A.  Hatip, İddialara cevaplar, s. 325) Bir hadisi Şerif'te Peygamberimiz, 'Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden benim hakkım ancak beşte birdir. Bu beşte bir de yine size iade edilmektedir.' buyurmuştur. (Nesai, Fey, 6; İbni Hişam II/492; Ebû Davud, Cihâd 121,149; Muvatta', Cihâd 22; Müsned, 128, V/316, 319, 326) “Sadakalar (zekat gelirleri) ancak şunlar içindir: Yoksullar, düşkünler, sadakaların toplanmasında görevli olanlar, kalpleri kazanılacak olanlar, azat edilecek köleler, borçlular, Allah yolunda (çalışanlar) ve yolda kalmışlar. İşte Allah’ın kesin buyruğu budur. Allah bilmekte ve hikmetle yönetmektedir.” (Tevbe, 60) Allah’ın payı olan 5/1 için Ömer b. Abdülaziz ve İbnü'l-Arabi “Allah yolunda sarf edilir.” anlamındadır.” demişlerdir. (Tefsiru’l-Munir) Hz. Peygamber (s.a) her savaştan sonra şöyle derdi: “Sizin iyiliğiniz için kullanılacak olan beşte birden başka benim şahsıma ayrılan bir parça yok.” (Tefhimu’l-Kur’an) Ganimetlerin hedefini Seyyid Kutup “Karşılaşılan pratik ihtiyaçları gidermek için” (Fi zilalin Kur’an); Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır “kamu yararına” (Hak Dini Kur’an Dili); Muhammed Esed “kamu yarar ve ihtiyaçları gözetilerek” (Tefsiru’l-Mesaj) şeklinde açıklamışlardır. Zaten İslam karşıtı oryantalist Margoliouth bile bunu itiraf etmektedir: “Muhammed'in kendisine tabi olanların yaşadığı sefaleti onlarla beraber paylaştığını kabul etmemiz gerekir. Verilen zekatları kendi özel ihtiyaçları için kullanmayı reddetmiştir.” (Margoliouth, Muhammed ve İslamın Yükselişi sayfa 212)

Rahman 19-22. ayetler ile Furkan 53. ayetler çelişkili, bilime ters mi?

Rahman 19, 20, 22: “İki denizi salıverdi birbirine kavuşuyorlar. Fakat aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar. İkisinden de inci ve mercan çıkar.”; Furkan 53: “Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir serhat koyan O'dur.” Rahman suresinde yüce Allah (cc), iki denizden inci ve mercan çıktığını bize bildirir. Ayette acı ve tatlı sulardan bahsedilmez. Sadece iki deniz (Bahreyn) ifadesi geçer. Furkan 52. ayette ise, biri tatlı diğeri tuzlu iki sudan bahsedilir ama inci-mercandan bahsedilmez! Dolayısı ile iki farklı surede bahsedilen her iki ayette de bilime aykırılık söz konusu değildir. Tatlı ve tuzlu iki sudan inci mercan çıktığı iddiası Kur’an’dan değil, insanların yorumlarından ulaşılan bir iddiadır. Peki, bazı ayetlerin değilse de müfessirlerin ‘tatlı ve tuzlu sularda inci ve mercan çıktığı’ yorumu bilimsel olarak ne kadar geçerlidir? “Son dönemlerde yapılan bazı araştırmalar, ‘inci ve mercanın deniz ve nehir sularında bulunduğunu’ ortaya koymuştur. İncilerin en bol şeklide umman yarımadasından Katar yarımadasına kadar uzanan büyük körfez açıklarındaki sularda bulunduğuna dikkat çeken kaynaklar, bunların kuzey yarı küre ılıman kuşağındaki tatlı sularda bulunduğunu belirtiyorlar. Özellikle Mississippi ve onu besleyen ırmaklarda çok değerli incilerin bulunduğu kaydedilmektedir. Yine bu kaynaklara göre Asya, Avrupa ve Amerika’nın bazı ırmak ve  akarsularında inci bulunduğu belirtilmektedir. Mesela Avrupa kıtasında çıkan en kıymetli incilerin kaynağı, Bavyera ormanlarındaki akarsulardır. Çin’de ırmak inciliği çok öncelerden beri bilinmektedir.” (The encyclopedia  americana, 1973, "pearl" mad.; the world book encyclopedia, 1978, "pearl" mad.; encyclopedia  of science and tachnology, 1971, "perl" mad.; ana britanica, 1992, (inci) mad.)   Reşid Rıza'nın bildirdiğine göre, bazı Hint nehirlerinde incilerin bulunduğu kesin olarak tespit edilmiştir. İngiliz asıllı müsteşriklerden ve Kur’an'ın İngilizce mütercimlerinden biri olan George Sale (1697-1736) Kadı Beydavi'nin bu ayetin tefsiri ile ilgili açıklamasına ek bilgi çerçevesinde yaptığı incelemede, söz konusu tespitlerin doğru  olduğunu ifade etmiştir. (Reşid Rıza, Tefsiru'l-menâr, VIII/106)   Dr. İbrahim Avd’da, bu konuda değişik araştırmalar yaptığını ve netice itibariyle inci ile mercanın, tuzlu sularda olduğu gibi,  tatlı  sularda da -özellikle İngiltere, İskoçya, Çekoslovakya ve Japonya’nın tatlı sularında- bulunduğunun tespit edildiğini ifade etmektedir. (İbrahim Avd, Masdaru'l-Kur’an, s. 278–281) kuyumburada.com adlı siteden alıntı ile bitirelim: Tatlı su incileri:  Bu inciler dünyanın her yerinde tatlı su nehirlerinden veya göllerden çıkar. Tatlı su incilerinin renk birleşimi tuzlu su incilerinkini geçer. İnternetten tatlı su mercanları ile ilgili bir başka bilgi: “Tatlı su mercanları da var. Fakat bu deniz mercanları gibi bir yapıda değil. Daha yumuşak gövdeye sahiplerdir. Bunun sebebi de, kabaca söylemek gerekirse, iskeletleri deniz mercanları gibi calsiyum tuzlarından oluşmuyor.”

İki deniz suyu karışmaz mı?

Furkan suresi 53. Ayeti, ilk tefsir alimleri nasıl anlamışlardır ona bakalım: Kadı Beydavi, Furkan 53. ayeti yorumlarken aralarındaki engeli 'kara' olarak açıklar. Ünlü müfessir İbni Kesir'de engel'den kastın "kuru toprak" olduğunu söyler. Taberi'de bu ayeti açıklarken, 'araya kara parçası sokulmuştur.' demektedir. Zaten Rahman suresi 21. ayet: "Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkar edebilirsiniz?”sorusu ile bunun bir 'nimet' olduğunun altını çizer. Düşünsenize, dünyadaki suların yüzde 96,5’i okyanus/deniz sularından oluşmaktadır.  Bir de bu azınlıkta kalan tatlı suların bu tuzlu sularla karıştığını tahayyül edin?! Bundan büyük nimet mi vardır? İki denizin karışmamasını, "haloklin bariyer" ile açıklayan yorumlarda vardır. (Gaius Plinius Secundus, Naturalis Historiae II, CVI 224; Richard A. Davis, Principles of Oceanography, Addison-Wesley Publishing Company, Don Mills, Ontario, ss. 92-93) Bu yorumda bilimle uyum içindedir.

Bakara, 233 ve Lokman, 14. ayetler, Ahkaf 15. ayet ile çelişmez mi?

“Anneler, çocuklarını iki tam yıl emzirsinler. Bu, emzirmeyi mükemmel şekliyle uygulamak isteyenler içindir.” (Bakara, 233); “Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur.” (Lokman, 14) Bakara suresinde  'kamileyn' olan iki yıldan bahsedilir, yani ‘mükemmel olan’ iki yıldır. Lokman suresi ise, ‘Fî ameyni’ denilerek “Çocuğun sütten kesilmesi ‘iki yıl içinde’ olur.” denilmektedir. İki ayette en üst sınır olarak 2 yılı verilir: Bakara, 233 üst sınırı verir, Lokman, 14 iki yılın içinde emzirmeden bahseder. Peki bu iki yıl içindeki alt limit nedir? Çocuğunu daha az emzirme süresi nedir? “Çocuğun anne karnında taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer.” (Ahkaf, 15) Bakara 233 ve Lokman 14. ayetler üst sınırdan emzirme süresini (24 ay) bize bildirmektedir. Ahkaf 15. ayet ise 'emzirmenin alt sınırını' bize haber vermektedir. 30 aydan hamilelik aylarını çıkınca, kalan süre, emzirme en az olan sınırını bizlere haber verir: 21 ay! Diğer bir yorum da şöyledir: Otuz aydan iki yıl çıkarılınca geriye altı ay kalır; bundan da en az hamilelik süresini verir. Hz. Osman halife iken, evlendikten altı ay sonra çocuk doğuran bir kadına zina suçlaması yapılır ama bu ayeti  Hz. Ali yukarıdaki gibi yorumlar ve kadın berat eder. (Kurtubi, Kurtubi Tefsiri-El Camiul Ahkamul Kur'an, XVI/188; Kur'an Yolu Tefsiri, V/34)

İslam’da  soru sormak yasaklanmış mıdır? Gerçekten de din adamı’nın belletmesine göre Muhammed, Tanrı’nın iğrenç bildiği üç şeyden birinin "Kesret-i sual" (fazla soru) olduğunu bildirmiş ve: "Ben sizi bir şeyden nehyedersem, ondan uzak durunuz, bir şeyin ifasını emredersem, onu da yerine getiriniz" demiş ve dini islerde aşırı inceleyip sik dokuyanların helak olacaklarını eklemiştir. Din adamı, bundan başka bir de Kur'an'ın: "Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyler sormayın" (K. Maide 101-102) şeklindeki ya da buna benzer diğer ayet'lerini öne sürerek mü'min kişileri soru sormak ve hele tartışmak hevesinden uzak kılar 191. Çünkü soru sorma ve tartışma geleneğinin İslam dini'ni temellerinden sarsabileceği görüsüne saplıdır.

Maide 101 ve 102. ayetler,  Surake b. Malik’in, hac ayeti inice “Hac her sene mi?” diye sorması ve  bu sorusunda ısrar etmesi üzerine iner. Peygamberimiz bu soruya cevap olarak “ hayır” cevabını verir ve devamında “Evet dese idim bunu yapamayacaktınız, sizin serbest bırakıldığınız konularda sorular sorarak ileride sizi zor duruma düşürecek ortamlar oluşturmayın.” buyurmuşlardır. Yani ortada soru sorulmasının engellenmesi veya sorudan korkulması söz konusu değildir! Benzer durumu Yahudiler de yapmıştır. Allah (cc) onlardan bir kurban istemiş, ama onlar durmadan, ‘cinsi ne olsun, rengi ne olsun’ gibi sorularla normal ibadeti kendi gereksiz soruları ile zorlaştırmışlardı. (Bakara, 67-71) Sonunda  da “ineği (güç bela bulup) kestiler; amma az kalsın kesmeyeceklerdi.” (Bakara, 71) Yahudilere bir ibadet emredilmiş ama onlar gereksiz, sonunu düşünmeden sordukları sorularla kendilerini zor duruma sokmuşlardı. Halbuki Allah kulları için kolaylık ister, zorluk istemez! (Bakara, 185) Ama ateist yazar konuyu farklı alana taşımakta ve sanki İslam’da soru sormanın ve öğrenmenin yasaklandığı gibi bir izlenim uyandırmaya çalışmaktadır. Halbuki İslam’ın ilk emri ‘Oku’dur: Bu konuda ‘Kur’an ve bilim’ adlı yazımıza bakılabilir. İslam ilme, araştırmaya büyük önem verilmiş, teşvik etmiş, öncülük etmiştir. Ama önyargılı, karalamak amaçlı, cahilce ve muhatabı köşeye sıkıştırmak için sorulan sorular; öğrenmek için sorulan sorular değildir. İbadeti zorlaştıracak veya amacından saprtıracak, amaca hizmet etmecek sorular İslam’da yerilmiş, hoş karşılanmamıştır. İslam’da soru sorma ve cevap verme yasaklansa bu okuduğunuz eser neden ortaya çıksın? Ateistler keşke Tennessee Üniversitesi doçenti bayan Rosalind kadar Kur’an’a objektif yaklaşabilse idiler: "Akıl yürütme ve tartışma, Kur’an'ın muhtevasına o kadar bileşik ve yapısından o kadar ayrılmaz bir özelliktir ki, Kur’an alimlerinin zihnini dahi şekillendirmiştir."  (Rosalind Ward Gwynne, Qur'an, s. 203) “Kur'an'ın birçok farklı konudaki bilinçli suskunlukları İslam'ın birçok farklı koşula uyumunu sağlayan esnekliğe izin vermiştir. Maide, 101: “Ey iman sahipler! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın.” Bu ayet, hakkında açıklama yapılmayan konuların insanların inisiyatifine bırakıldığını göstermektedir.” (Caner Taslaman, Neden Müslümanım? 329, 332) Bir sahabe Peygamberimize gelip "İçimizden öyle şeyler hissediyoruz ki, herhangi birimiz onları söylemeyi bile büyük günah sayar." dediğinde, Peygamberimiz: "Bu imanın ta kendisidir." (Müslim, İman, 209) buyurmuş ve bu tür yaklaşımları kınamamıştır. Kur’an, ‘Atalardan gelen her şey doğru değildir, araştır’ (İsra, 36) buyurmakta ve bunu Hz. İbrahim’in hayatı sorgulaması üzerinden örneklendirmektedir. (En'am, 74-82) Kur’an ‘Düşünmeyi, aklı kullanmayı’ emreder. (Ali İmran, 65; En’am, 32; A’raf, 169; Yunus, 16; Hud, 51; Yusuf, 109; Enbiya, 10, 67; Müminun, 80; Kasas, 60;  Saffat, 138; Yasin, 68; Hadid, 17; Yunus, 100) Kur’an; evrenin yaratılışını (Enbiya, 30); insanın yaratılışını (Kıyame, 37); atalarımızın dinini (Bakara, 170); peygamberi (Yunus, 38) sorgulamamızı ister. Kur’an’da tüm ayetlerin birbiri ile sıkı bağlantıları vardır, tüm ayetler iç içedir, bir bütünün parçasıdır. Ateistler artık bu parçacı yaklaşımı terk etmelidirler!

semud kavminin nasıl yok edildiği konusunda Kur’anı yazan kişinin bir türlü karar verememesi: deprem gibi bir şeyle yok edilmiş. (A’raf 78) -korkunç uğultulu ses (hud 67, hud 94)-bela yağmuruna tutularak (furkan 40)-azap yakalamasıyla (şuara 158)-tuzak kurarak (neml 50-51)-şu yöntemlerden birisi seçilerek a. taş yağmuru b. korkunç ses c. suda boğma (ankebut 40)-korkunç ses (sad 13)-yıldırım çarpması (fussilet 13, fussilet 17)-yıldırım çarpması (zariyat 44)-korkunç ses (kamer 31) adminim bunu bir açıklar mısınız?

Allah Semud kavmini doğal felaketle yok etmiştir: Şiddetli bir deprem ve onunla beraber gök gürültüsü/yıldırım ile! Allah bu helakı farklı surelerde farklı açı ve anlarla aktarmaktadır! Tıpkı insanın yaratılmasının aşamalarının, farklı surelerde aktarılması gibi! Furkan 40. ayette; “bela yağmuru” kavramı ile de bu anlatılır yani bela bir tane (sadece deprem veya yıldırım) değil, ardarda sağanak gibi yağmıştır! Deprem ve onunla beraber yoğun bir gökgürültüsü ve yıldırım ile helak vuku bulmuştur. Detayı ise, A’raf 78; Hud 67-94; Fussilet 13-17; Zariyat 44. ayetlerde bildirilmektedir. Ayrıca Sad, 13. ayette, “korkunç bir ses”ten bahsedilmemektedir! 

“Biz Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demelerinden dolayı kalplerini mühürledik.” (Nisa, 157) İsa’ya inanmayan Yahudiler O’na Allah peygamberi der mi?

Efendimiz döneminde yaşayan Yahudiler, peygamberimiz ile konuşurken, Hz Muhammed onlara, İsa peygamberin hayatını anlatır. Onlarda bu ifade (Allah’ın peygamberi) ile ima yollu olarak peygamberimize, ‘senin peygamber dediğin kişiyi biz öldürdük, senin de sonun aynı olabilir.’ anlamında tehditte bulunmuşlardır. Ayet bunun üzerine inmiştir. (Kemal Gürger, Ateizmin ve deizmin sorularına karşı iddialar ve izahlar, s. 18) Ayrıca ayet, tek cümle ile 3 din mensubuna mesajda vermektedir: ‘Allah’ın resulü’: İslam inancının tebliği; ‘Meryem’in oğlu’ (İnsanoğlu insan) İsa: Hristiyanlara mesaj; ‘İsa Mesih’ (Mesih: El ile sıvazlayan, iyileştiren): Lakabı ve Yahudilere mesaj.

Allah, samed (Kimseye muhtaç olmayan, herkesin muhtaç olduğu) midir? (İhlas, 2), yoksa Muhammed, 7. ayette yazıldığı gibi, ‘Siz Allah’a yardım ederseniz’ mealindeki gibi, Samed değil midir?

Muhammed, 4: “Allah dileseydi onları bizzat cezalandırırdı, fakat sizleri birbirinizle denemek istiyor. Allah, yolunda öldürülenlerin amellerini asla boşa çıkarmayacaktır.” Allah (cc) hakikat, adalet ve özgürlüğün kulların eliyle yükselmesini murat etmektedir. Eğer her zorluğu Allah giderseydi, mücadele ve mükafatın bir değeri olmazdı. Emeğin olmadığı yerde imtihandan da söz edilemez. ‘Allah’a yardım edin’ denilen ayetin (Muhammed, 7) öncesinde, Allah’a yardımın; onun yoluna, ‘davasına’ yardım olarak anlatıldığı (Muhammed, 2-6) görülmektedir. Muhammed, 8. Ayet ve devamında ise kafirlerden bahsedilerek konunun iman-küfür mücadelesi denkleminde değerlendirilmesi gerektiğine işaret edilmektedir. Bakara 245. ayetteki, ‘Kim Allah’a güzel borç verirse’ şeklindeki ayette bu şekilde anlaşılmalıdır. (Kemal Gürger, Ateizmin ve deizmin sorularına karşı iddialar ve izahlar, s. 51) “Onlarla savaşın, Allah onlara sizin ellerinizle azap edip onları rezil eder ve onlara karşı size yardım edip inananların gönlüne ferahlık verir.” (Tevbe, 14) Benzer mealde hadis: Allah Teâlâ kıyamet günü buyurur: “Ey Ademoğlu! Senden yiyecek istedim ama beni doyurmadın.' buyuracak. Ademoğlu ise 'Ya rabbi! Seni nasıl doyurabilirdim ki? Sen âlemlerin rabbisin?' diyecek. Allah şöyle buyuracak: 'Bilmiyor musun, falan kulum senden yiyecek istedi de onu doyurmadın. Bilmiyor muydun ki, onu doyurmuş olsaydın, onu benim nezdimde bulacaktın." (Muslim, Birr, 43)

Bakara 253. Ayette, “peygamberlerin bir kısmının diğerine üstün kılındığından “bahsedilir ama Bakara, 285. Ayette ise, “peygamberler arasında ayırım yapılmadığı” bildirilir. Hangisi doğru?

Allah’u Teala her peygambere ‘farklı yetenek ve mucizeler’ vermiştir. Bu açıdan peygamberler arasında farklılıklar vardır. Bakara, 285. ayette ise, ayırım yapmadan tüm peygamberlerin hak olduğuna ‘imandan’ bahsedilir ki, bu zaten İslam’ın temel inanç esaslarındandır. Yani konu farklılığı gözetilmeme sorunu ile karşı karşıyayız! ‘İslam tüm dinlerin özüdür’ adlı yazımıza da bakılabilir.

Evren neden bu kadar büyük? Tanrı bu kadar küçük bir dünya için neden bu kadar büyük bir evren yarattı? Hac, 65. Ayette, “Görmüyor musun ki, Allah yeryüzündekileri ve O’nun emriyle denizde akıp giden gemileri sizin hizmetinize verdi! Kendi izni olmadıkça yerkürenin üzerine düşmemesi için göğü tutan da O’dur.” deniyor, Allah tutmasa yere mi düşecek? Milyarlarca galaksi, bir nokta kadar küçük dünyaya düşebilir mi?

Öncelikle bu soru bilimden uzak bir zihniyetin sorusudur, çünkü Big Bang teorisine göre dünyamızın yaşamsan özelliklerini koruması ve hayatın devamı için, genişleyen evrenin bu ‘aşaması ve devamı’ zorunludur. Evrensel dengede bu büyüklük ve devamlılık şarttır. Hac, 65. ayette ise altı çizilen husus, tabiat kuralları denen evrensel yasalara dikkat çekmektir! Kur’an’da Allah’ın emri ifadesi, evrensel, biyolojik ve fiziksel yasalara işaret eder. Öyle ya, yasaları bulan insanlar büyük ilim adamı ilan ediliyorda, o yasaları koyup akılsız canlılara uygulatan, bu bilinme ve tazime daha çok layık olan olmaz mı? Su kendinden daha az yoğunluğa sahip cisimleri yüzeye iter. Atmosfer ise, yerçekimi kuvveti, dünya dışındaki kütle çekim ve merkez kaç kuvvetlerinin etkisi ile yere düşmez. Sonuç itibari ile de, gökyüzü yeryüzüne yakın, dengede tutulur. (Kemal Gürger, Ateizmin ve deizmin sorularına karşı iddialar ve izahlar, s. 127)  Unutmayalım ki, "Kainat, çekim gücünden ancak genişleyerek kurtulmaktadır." (Hacı Ali Şentürk, Teolojik Sancı Deizm, s. 196) İşte Yüce yaradan bu kuralları bulmamızı ve kendi gücünü hissetmemizi istemektedir!

A’raf,  80-84. Ayetler eşcinselliği aşağılamaktadır ki, eşcinsellik psikolojik bir rahatsızlıktır ve günümüzde bu yaklaşım bilimle hareket eden ülkelerde ağır bir suçtur. A’raf,  80: “Lût´u da (peygamber gönderdik). Kavmine dedi ki: Sizden önceki milletlerden hiçbirinin yapmadığı fuhuşu mu yapıyorsunuz?” Eşcinsellik daha önce başka alemde işlenmemiş mi?

Ali İmran, 33: “Allah birbirinden gelme bir nesil olarak Adem´i, Nuh´u, İbrahim ailesi ile İmran ailesini seçip alemlere üstün kıldı. Allah işiten ve bilendir.” Ayetin de gösterdiği gibi, alem demek, bu kişilerin yaşadığı insanlar ve toplumlardır. Ayette geçen peygamberler de içinde bulundukları zaman dilimi içinde ve bölgede üstün tutulmuşlardır. Sodom ve Gomora denen şehirlerindekiler ise bu suçu, saldırgan bir şekilde, geçen kervanlara gruplar halinde saldırarak (Ankebut, 29) uyguluyorlardı. Kur’an bunu ‘toplu olarak’ yapan bu insanların yapmayanları evlerinden uzaklaştırma ile tehdidini (Neml, 56) de bizlere bildirmektedir. ‘Sizden öncekilerin yapmadığı şeyden kasıt’ bu toplu olarak ve saldırgan tarzda yapılan uygulamadır. Unutmayalım ki, “Hayvani güdüleri kontrol ettiğimiz oranda insanızdır. Bu tarz sapık ilişkilerle neslin devamı da mümkün değildir.” (Kemal Gürger, Ateizmin ve deizmin sorularına karşı iddialar ve izahlar, s. 133) Eşcinselliği bilimsel olarak ele aldığımız  ‘Eşcinsellik, gen/hormon’ adlı yazıdan da detaylara ulaşılabilir. İşin ilginci, ateist arkdaş eşcinselliği psikolojik hastalık olarak nitelemektedir ki, fikirdaşları bunu duysa kendisini defe koyup çalarlardı…

‘Şakk-ı sadr’ yani ‘göğsün açılması’ olayı nasıl anlaşılmalıdır?

İnşirah, 1-4. ayet: “Senin kalbini açıp genişletmedik mi? Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı? Ve senin şanını yüceltmedik mi?” Ayetteki göğsün açılması, ferahlama, genişleme ve sükuna ermedir. Sırttaki yük, manevi sorumluluktur. İsmin yücelmesi ise, namın duyulmasıdır. (Kemal Gürger, Ateizmin ve deizmin sorularına karşı iddialar ve izahlar, s. 180) Zaten ‘göğsün açılması veya yarılması’ iki ayette de mecazen kullanılmaktadır: Zümer, 22: “Allah kimin gönlünü İslam’a açmışsa o, rabbinden gelen bir aydınlık içinde olmaz mı?” En’am, 125: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam’a açar; kimi de saptırmak isterse, göğe çıkıyormuş gibi kalbine darlık ve sıkıntı verir.”

 

         

Gelen Sorular ve  cevabımız:

-Sorular yaklaşık 10 küsür yıllık sorular. Zamanında verdiğimiz cevapların bazıları zamanla düzenlenerek sayfamızda genişçe açıklanmıştır.-

1- Zümer 3. ayet ne anlatıyor?

" İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar."

Aslında tek kelime ile 'şirk' nedir, onu anlatıyor. Şirk Allah'a inanıp, O'na ait bazı özellikleri başkalarına izafe etmek demektir. Bu başkası, put olabilir, bir ideoloji lideri olabilir hatta bir şeyh bile olabilir. Biz şu an en güncel olan son şıkkı ele alalım:

İslam tarihinde ne yazık ki, tasavvuf yani İslam'ın ahlak ile ilgili emir ve yasaklarını disipline eden kurum her zaman pratiğe yani tarikatlara tanım olarak yansımamıştır. Akıldan çok, aşk, muhabbet, hatta delilikte bile velilik özellikleri arayan, aklı devre dışı bırakan bir sistem olarak günümüze dek gelen bir anlayış hakimdir halk arasında.

- Kur’an sınırları içindeki - aklı öne çıkaran İslam hukuk- fıkıhçıları ile tarikatçılar yüzlerce yıldır bu iki anlayış nedeni ile , ne yazık ki, zıtlaşmışlardır.

Özellikle "Gassal elindeki meyyit" olma kuralı ne yazık ki insanları Kur’an'dan çok şeyhlerin dediklerine önem verir hale getirmiştir. İslam dışı inançlar zorlama yorumlarla İslam içi gibi gösterilmiş, bu da ana damarı aşındırmıştır. Tarih "İsmet" ( Günahsız ) sıfatlı insanlar sadece peygamberlerdir. İsmet sıfatı olmayan insanların her dediğini yapmak yerine, şeyhlerin söylediklerini Kur’an'la kıyaslamayınız. Ayette "İbadet ediyoruz." kısmı da önemli. Şeyhe ibadet eden var mı? Burada şu husus ön plana çıkıyor; bir çok tarikat ne yazık ki şeyhlerini olduğundan üstün görme eğilimindeler. Her tarikatın şeyhi "En üstün, kutup, kutbul aktap". Hatta daha da önemlisi "Allah'ın peygamberine vermediği özellikleri şeyhine izafe edenler, hatta Allah'a ait bazı özellikleri şeyhinde olduğunu" iddia edenler bulunmaktadır ve işin en ilginç yönü bu tür iddialar hep tarikat çevresinden gelmektedir.

Çözüm ne? Onu da tarikat değil ama tasavvuf önderlerinden verelim:

"İlimsiz tasavvuf zındıklıktır." İmam-ı Gazali.

İlim, fıkıh, ilmihal, en önemlisi de iman- küfür- şirk kavramlarının içeriğini bilmeden tasavvufu yaşayacağını iddia edenler bu kavram kargaşasını oluşturmaktadırlar. Cahil iken İslam'ı yaşama iddiası insanı dinden çıkaracak ritüelleri İslam adına yapmasına sebep olabilir. Önce ilim, sonra tasavvuf.

Not: Tasavvufun, ahlak, nefis terbiyesi, yardımseverlik, kibirlenmeme, tesbihat... vs gibi bir çok olumlu yönünü asla, kimse inkar edemez. Sözümüz, "İlimsiz tasavvuf olamayacağı" yönündedir. İlim ile tasavvuf yolunda yürüyenlere ne mutlu.

2- http://www.td.com/forumlar/showthread.php?t=8 sitesindeki iddiaya cevap:

Kardeşim, ben sitemi 2012 yılında açtım. Aynı isimle demek daha önce site açılmış, oradan alıntı ile sorular sıralanmış sitede. Ama biz yinede cevap verelim:

İddia: bir kere burda Allahın dağları dünya ile birlikte yarattığı gibi komik bir iddia var. eğer herhangi bir jeoloji kitabına bakarsanız orda dağların nasıl oluştuğunu anlattığını görürsünüz:

Cevap: Allah dünyadaki yaratmasını vasıtalar kullanarak yapar, buna sünnetullah denir. Tabiat kuralları, biyolojik kurallar hatta toplumsal kurallar. Bunlar sünnetullah kavramının alt başlıklarıdır. Ne yani dünyadaki tüm insanların kalpleri motorsuz atarken, uyurken bile akciğerimiz nefes alıp verirken, suyun döngüsü her yerde aynı kurallar bağlı iken, yer çekimi, suyun kaldırma kuvveti vb. genel kural iken tüm dünyada aynı özelliklere sahip canlıların ve onların sahip olduğu kuralların bir koyanı olmayacak, "Tesadüf ve seleksiyon " isimli tanrıların bunları yaptığı ileri sürülecek, sonra gelip bizim iddialarımıza bilim dışı denecek.

Buradaki asıl kavram kargaşası, zaman kavramı etrafında dönmektedir. Allah (cc) tabii ki yaratandır, ama ı yaratma süresi- zamanı ne kadar sürmektedir. İşte burada zaman kavramının muhatabı olan insan devreye girmekte, kendisi gibi zamanı da yaratan Allah'ın dağları yüzlerce yılda yarattığını zannetmektedir. Halbuki yaratan, arattığı ile sınırlandırılmaz. Allah (cc) zamandan münezzehtir. Ne yazık ki daha bu bir Müslüman'ın ilk bilmesi gereken temel prensiplerden habersiz insanlar bir de ateizm iddiası ile ortalıkta dolaşmaktadırlar. İnkar ettiğin şeyi bilmeden nasıl insan münkir olabilir ki? 'Bil, seni tatmin etmesin sonra reddet!'

Soru:Deprem ilahi bir ikaz mıdır?

Cevap: Ama depremin sonucunda hatası olan kişiler yüzünden ölenler, dünyada kurtulsalar bile ahirette sorumludurlar, deprem bir ikaz mıdır, "Allah kimsenin günahını başkası yüklenmez." ( İsra, 15) diyor. Yani içki- fuhuş yapıyorlar diye deprem ile cezalandırılanların kıssaları Kur’an'da tabii ki geçer. Ama unutmayalım ki deprem riski olan yere ev yapan kadar, o evi alan, orada kirada oturan da sorumluluktan ve sonuçlarından kurtulamamaktadır. Yani, evi alan araştırmasını yapmıyor ise evi yapan kadar sonuçlarına katlanır ama ahirette o evi deprem - fay hattı üzerine yapanın cezası ayrıdır.

Soru: Dinazorlar evrim:

Cevap: Dinozorlar konusuna gelince sadece kelime oyunu oynanmış. Evrim teorisi tüm canlıları bir evrim silsilesi ile birbirine bağlar. Yani dinozor ile kuşlar arasında ne kadar canlı olursa olsun, sonuçta alıntı yaptığı yazarında açıkça yazdığı gibi:" pek çok sürüngen ve dinozor turu, hem memelilere hem de kuşlara evrimleşmelerini sürdürmüşlerdir" Yani kuşların ataları Bir veya birden çok; ama hepsi sıra ile evrimleşiyor, evrimleşerek değişiyor.Kısaca hepsi sudan karaya çıkmadı mı, aynı tür-kök zamanla başkalaştı. Sitedeki , " Hiçbir bilim adamı evrim kuramının ispat edildiği düşüncesini ileri süremez." cümlesinden sonra gelen " evrim olgusunu açıklama yolunda bu kurama seçenek sayılabilecek başka bir kuram da bugüne değin ortaya atılmış değildir." En iyisi " evrim ile ilgili sayfamızı "önerelim, umarım faydalı olur.

Soru: semud kavminin nasıl yok edildiği konusunda Kur’anı yazan kişinin bir türlü karar verememesi. -deprem gibi bir şeyle yok edilmiş. (A’raf 78) -korkunç uğultulu ses (hud 67, hud 94)-bela yağmuruna tutular...ak (furkan 40)-azap yakalamasıyla (şuara 158)-tuzak kurarak (neml 50-51)-şu yöntemlerden birisi seçilerek a. taş yağmuru b. korkunç ses c. suda boğma (ankebut 40)-korkunç ses (sad 13)-yıldırım çarpması (fussilet 13, fussilet 17)-yıldırım çarpması (zariyat 44)-korkunç ses (kamer 31) adminim bunu bir açıklar mısınız ? Cevap: Kardeşim, Kur’an’ın üslubuna tam hakim olamayanlara, ateist veya oryantalistlerin klasik kafa karıştırma amaçlı sorduğu sorulardan bir tanesidir bu tip sorular! Benzeri bir soru: Allah insanı neden yarattı; topraktan mı? sudan mı?, çamurdan mı?, meniden mi?…diye de sorarlar. Halbuki Kur’an’ın tamamına bakınca ilk insanı çamur (su ve toprak karışımı) sonra her insanların doğal yollarla çoğaltıldığı görülür! (Bu konuda detay: http://islamicevaplar.com/Kur’andaki-celiskili-ayetler-ithamina-cevaplar.html adlı sayfada, “İnsan neden yaratılmıştır?” başlıklı bu sayfadaki yazı! )Burada da aynı şey söz konusu :Allah Semud kavmini doğal felaketle yok etmiştir: Şiddetli bir deprem ve onunla beraber gök gürültüsü-yıldırım ile! Allah bu helakı farklı surelerde farklı açı ve an ile aktarmaktadır! Tıpkı insanın yaratılmasının aşamalarının, farklı surelerde aktarılması gibi! Furkan 40. ayette; “bela yağmuru” kavramı ile de bu anlatılır yani bela bir tane ( sadece deprem veya yıldırım değil) değil, ardarda sağanak gibi yağmıştır! (Deprem ve onunla beraber yoğun bir gökgürültüsü ve yıldırım ) Ankebut 40. ayette helak edilme yolları sayılmıştır ki detayı ise A’raf 78; Hud 67-94; Fussilet 13-17; Zariyat 44. ayetlerde bildirilir. Ayrıca Sad, 13. ayette ise ” korkunç bir ses”ten bahsedilmemektedir!

furkanpkr21@gmail.com

YAZI İÇERİĞİ ÇOK GÜZEL AMA BİRAZ SİTEYİ MODERN YAPMANIZ LAZIM İNSAN OKURKEN GÖZLERİ BOZULUYOR,ODAKLANAMIYOR BİRAZ DAHA SIKILMADAN RENKLİ BÜYÜK OLURSA SEVİNİRİM BİRDE KİTAP ÖNERİSİ YAPSANIZ ÇOK İYİ OLUR.

CEVABEN Aynen, sonuna dek haklısın. İçeriği bitirebilsek, ona da yoğunlaşacağız, inşallah… Ateizm, deizm konudunda: Selçuk Kütük, İslami eserler konusunda diyanet kitapları, ilk aşamada tavsiye edebileceğim eserler. Dua bekleriz, selamlar

Murat muratcansev33@gmail.com

Admin kardeşim. İmanimda vesveseye düştüm. Allah rızası için cevaplar mısınız 1) nisa 12 de artan 1.25 Lil payi nasıl paylastiracagiz 2) artan payı avliye reddiye yaparsak oranlar bozulmaz mi 3) nisa 8 de artan payı paylaştırın demiyor ki mirastan onları da riziklandirin diyor yani pay artmazsa vermiyecek miyiz

CEVABEN Güzel kardeşim. Bir kere miras paylaşımından önce İnsan isterse, mirasın üçte birini istediği gibi dağıtabilir. Kalan mirasçılara bölüştürülür. Avliye ve reddiye, oranların, doğal olarak, bölüşümü esnadında ortaya çıkan bir durumdur yani, ‘son tahlilinde’, en son yapılan paylaşım usulüdür Kişi, 8. ayet gereği, ‘eğer birisi orada hazır bulunursa, mirasımın üçte birinden onlara şu kadar verin’ diyerek, kalanının mirasçılar arasında paylaşılmasını isteyebilir. Eğer Kafanız çok karışıyor ise, konuyu detaylandırmamak için alıntılar yapmadığımız, Halis Bey eserini size tavsiye ederim ama, imanınızı etkileyecek kadar ortada bir sorun olduğunu düşünmüyorum, o sadece ‘vesvese’! Miras özet: Miras bırakan, 3/1 miras bırakabilir. Kalan oranlar belli; dağıtılır. Ihtimallerin çok fazla olduğu ortamlarda, avliye ve reddiyediye yapılır ki son tahlilde, yine ‘ayetlerin verdiği oranda’ yapılır dağıtım! Bu arada, teşvik babında 8. ayet gereği, miras bırakan, ister başta ister sonda, orada hazır olan gruba pay verilir. Olayın özeti bu, kafanız rahat olsun. Selamlar. EK: kardeşim deminden beri düşünüyorum kafanızın nerede karıştığı noktasını bulmaya çalışıyorum. Galiba buldum: Miras direkt paylaşırsa ve hiç pay artmasa veya, fazlalık veya eksik çıktığı için avliye reddiye yapılsa bile Sonuçta tüm miras yine, “Kur’an’da belirtilen oranlara göre” dağıtılır! Oranlar sabittir, vasıta olan Avliye reddiye’dir! Şimdi tamam mı ????

Murat muratcansev33@gmail.com demıssınız kı miras arttıgında (nısa 12 ye gore) artan mıras nısa 8 e gore fakırlere paylastırılır. ama nısa 8 de ARTAN MIRASI fakırlere paylastırın demıyor ki. sadece mirastan onları da rızıklandırın dıyor

CEVABEN Murat kardeşim, “O fakirlerin,/yakınların rızkı, artan orandır!” Çünkü miras paylaşımında mutleka o gruptan en az biri orada bulunur. Ayetlerde ayetler tefsir edildiği için, paylaşım öncelikle nas/ayetin gösterdiği yönde yapılmalıdır. Bu, muhtaçların mirasta bile gözetilmesidir! Biliyorsunuzdur, Miras Hukukunda ‘avliye ve reddiye’ diye iki unsur vardır. Sayıların, oranların ve alternatiflerin sonsuz olduğu bir ortamda, bu iki kavramın ortaya çıkması gayet doğaldır ve matematik ilminde hala uygulanır! İşte böyle durumlarda, eğer de 8 ayet gereği, bu gruplardan birine, “avliye veya reddiye yapmak yerine”, onlara ayetin işareti gereği hakları verilir. Neden, çünkü ilahi hikmet gereği artan bir oran vardır ve bu oran öncelikle nas/ayetin gösterdiği yerlerde harcanmalıdır. Canlı iken insanların mallarında, kurban, zekat, sadaka, akika vb. vasıtalarla fakirin hakkına işaret eden yaradan, burada da ölen insanların mirasında yine, o gruba yardımı hedef olarak bize göstermekte, bizi yönlendirmektedir.

M.Ferda Yamanoğlu ferda.y@hotmail.com Kur’an’da evren ”gökler ve yer” olarak yazılır.Fussilet suresi-9-10-11-12 ayetler de tekil sema yani gök kelimesi yazılmış.Atmosferin katları ve manyetik alanın yaratılışı yazılmış.Kitabımdan geniş olarak okuyabilirsiniz. http://www.isikdamlalari.com

Furkan furkanfiliz590@gmail.com hocam nolur cevap verın cok kotu vesvese gelıyor ???? dınsız deıst… tek tek yorum olacak bana cevap verır mısınız.

FURKAN KARDEŞİM, MÜTEŞABİH AYTLERİN HAKIKI ANLAMINI ALLAH BİLİR, ALİMLER BU KONUDA ARAŞTIRMA YAPIP, BU ANLAMI YAKALAMAYA ÇALIŞIR. HİÇ BİR ALİM, BU MÜTEŞABİHİN ANLAMI ‘KESİNLİKLE’ ŞUDUR, DEMEZ! YABANCI KELİMELER KONUSUNA ŞU NEDENLE; “Eğer Kur’an saf Arapça ise” CÜMLESİNE ÜZERİNE, CEVAP OLARAK DEĞİNDİK, KONUYU SAPTIRMASINA GEREK YOKTU DİNSİZİN! “YABANCI KELİMELER KONUSUNA GELİNCE” ŞEKLİNDE BAŞLAYAN CÜMLEMİZ DE, O KONUNUN FARKLI OLDUĞUNU ZATEN AÇIKÇA İFADE EDER. ANLAMAYAN DİNSİZ İSE, BİZ NE YAPALIM?!** DİNSİZ BİZİ ÇELİŞKİLİ OLARAK İTHAM EDERKEN KENDİ ÇELİŞKİYE DÜŞER. HEM İDDİAYI REDDEDER HEM, “İÇİNE ALIYOR OLSA BİLE” DEYİP ÖNCEKİ İDDİASINI REDDEDİP SONRA YİNE BAŞA DÖNER! YABANCI KELİMELERDEN BAŞKA DİLLERE GEÇİŞ DOĞALDIR, DİNSİZ DE BUNU İTİRAF EDİYOR, SONRA SUYUTİ’NİN KÖKENLERİ ARAŞTIRMASINI TUHAF KARŞILIYOR. FİLOLOJİ İLMİ DİYE Bİ Şİ DUYMADI MI BU DİNSİZ ARKADAŞ ACABA?! ASLINI ARAŞTIRMANIN, BAŞKA DİLE GEÇMESİNE NEDEN MANİ OLACAĞI DA BAŞKA BİR GARABET!

DİNSİZ HEM KUR’AN’IN ARAP DİLİ VE EDEBİYATINA ETKİ ETTİĞİNİ KABUL EDER HEM DE SONRA BUNU “DİLBİLGİSİ HATASI” İLAN EDER! ETKİ EDEN, NASIL HATALI İLAN EDİLEBİLİR?!!

MÜTEŞABİH AYETLER KONUSUNDAKİ İDDİASINA CEVAP, ATEİSTLERE CEVAP BÖLÜMÜMÜZDE ELE ALINDI!

KUR’AN’IN KAYNAĞI KONUSUNDAKİ İDDİALAR İSE SİTEMİZDE BİR ÇOK YERDE ELE ALINDI:KUR’AN’IN KAYNAĞI NEDİR ADLI YAZIMIZ VE ORADAKİ UZANTILAR!

KUR’AN’IN TOPLANMASI VE ÜMMİ PEYGAMBER KONULARI DA ZATEN AYNI BAŞLIKLA CEVAPLARI İÇERİR.

NOT:Her okuduğun ile hemen telaşa kapılma, “zamanla” her cevaba ulaşılıyor, bunu bizzat yaşayarak gördüm! Şu an iki üç konu üzerinde araştırma yapıyorum, dua et. selamlar

** ANLAMA SORUNLU DİNSİZLER İÇİN YAZIMIZA BİR CÜMLE EKLEDİK!: Soruda iki farklı konu geçmektedir, ilki anlamı anlaşılamayan ayetler meselesi, diğeri saf Arapça iddiası! Kur’an cevap veriyor: Müteşabih ayette var Kur’an’da!

Allah razı olsun hocam Allah kolaylık versın sızden bır ıstegım olucaktı : Bos oldugunuz zamanlarda dınsız deıst blog sayfasına bır yazı detaylıca hazırlar mısınız yazıya ekledıgınızde bıldırım gelmıyor goremıyorum. Bos zamanınızda boyle bır sey yapsanız olur mu Allah kolaylık versin.

CEVABEN Zaman…olsa!! Dua et. soruna cevabı düzelttim, bi daha bakıver. selamlar

hocam rahatsız edıyorum ama aklımdakı soru yıne rahatsız edıyor cevabını bulamadım ayrıntılı bır cevap verır mısınız bu sefer iddia su : İçki, hicretin 6. yılında haram kılınmıştır. Muhammed 40 yaşında peygamber oldu(sözde) 23 yıl bu mesleği icra ettikten sonra vefat etti.Peygamberlik devresinin 13 yılı Mekke’de, 10 yılı Medine’de geçmiştir.Bunları içkinin Müslümanlar arasında ne kadar uzun süre içildiğini göstermek için anlatıyorum.

13 yıl boyunca Mekke’de, 6 yıl da Medine’de olmak üzere tam olarak 19 yıl rahatça kadeh kadeh içkilerini içmişlerdir Müslümanlar.Şimdi bunları ayet ve hadislerle kanıtlamaya çalışacağım:

Önce Ömer Muhammed’e istekte bulunur: Kütüb-ü Sitte – Hadisler 500 : 592: Ömer İbnu’l-Hattâb (radıyallahu anh) anlatıyor: Ömer: “Allah’ım, şarap hakkında bize tatminkâr bir açıklamada bulun” diye dua etmişti ki Bakara suresinde bulunan şu ayet indi: “Sana içki ve kumarı sorarlar de ki: “İkisinde hem büyük günah ve hem insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür.” (Bakara 219). Ve Bakara 219. ayet iner.Bu içki sınırlamasıyla ilgili ilk ayettir ve Hicretin 4. yılında inmiştir.Fakat tam olarak içki yasak olmaz yine içenler vardır.Sonra Ömer tekrar devreye girer: Kütüb-ü Sitte – Hadisler 500: Bunun üzerine Ömer (radıyallahu anh) çağırıldı ve ayet kendisine okundu. Ömer yine: “Allah’ım şarap hakkında bize tatminkâr bir açıklamada bulun” dedi. Bir müddet sonra Nisa suresindeki: “Ey iman edenler! Sarhoşken ne dediğinizi bilene kadar, cünübken, -yolcu olan müstesna- gusledene kadar namaza yaklaşmayın…” (Nisa, 43) ayeti nazil oldu. Ömer (radıyallahu anh) çağırıldı ve ayet kendine okundu. Ömer yine: “Allah’ım şarap hakkında bize tatminkar bir açıklamada bulun” dedi. Görüldüğü gibi Ömer’in siparişi üzere inen bu ayet sadece namaz zamanlarında içkiyi yasaklıyor.Normal zamanlar hala serbest.

Sonra: Kütüb-ü Sitte – Hadisler 500: Bir müddet sonra, Maide suresindeki ayet indi: “Ey iman edenler! İçki , kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki saadete eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?” (Maide 90-91). Ömer yine çağırılıp ayet kendisine okundu. Bu sefer “Evet Rabbimiz vazgeçtik, vazgeçtik” dedi. Ve sonra Maide ayetleri iner Hicretin 6. yılında.Ve bu yılda tam olarak içki yasaklanmıştır. Tekrar görebildiğimiz gibi Müslümanlar toplam 19 yıl boyunca içki içmişlerdir.

Şimdi Müslümanların savunmalarına geçelim.Şüphesiz en meşhuru aşama aşama yasaklandığıdır. Peki ne kadar mantıklı? Tabi ki hiçbir doğruluk payı yoktur.

Diyelim ki doğru :

Muhammed neden bunun için 19 yıl bekledi?Hadi biz sadece Mekke döneminin tamamıyla,Medine döneminin 3 yılını alalım,böylece toplamda 16 yıl eder.Mantıksızlığı görüyorsunuz değil mi?Eğer aşamayla bıraktırmışsa neden 16 yıl bekledi?Zaten bu 16 yıl hesabı aşama işinin mantıksızlığını gözler önüne seriyor.Muhammed’in işine geliyormuşki 16 yıl boyunca beklemiş(daha fazlada düz hesap yapıyorum). Şüphesiz ki daha kısa sürede bırakabilirlerdi.

Muhammed Zeyd’in karısı Zeyneb’i Zeyd’den alırken,koskoca geleneği bir anda kaldırıyor.Eğer aşama işi varsa koskoca geleneği nasıl kaldırıyor bir seferde?

Köleliği neden kaldırmadı peki? Bir seferi geçtim aşamayla olanına da razıyım?

Görüldüğü gibi Muhammed uzun yıllar içkiyi yasaklamamış,19 yıl gibi çok uzun bir sürede yasaklamıştır.Bunun kıvrılacak bir yanının olmadığı çok açıktır.Ayrıca her ne hikmetse her defasında Ömer’in isteği üzerine ayet iniyor.Acaba Muhammed Ömer’e göre mi yazıyor Kur’an’ı?

Sizlere bol aydınlık günler diliyorum böylece İslam’ın bir çelişkisini daha açıklamaya çalışmış oldum.

hocam nolur detaylı bır acıklama yapın

CEVABEN İçki haram mı haram! Kalktı mı, kalktı! Kafirrin hesabına göre değil, hatta peygamberin kendi talebine göre de değil, Allah’ın istediği zaman ve yerde, Allah’ın kanunuları uygulanır. Hz Muhammed’in istediği bir çok şey Kur’an’da yok, istemediği ise var. Zeyd’in hanımı ile evlenmeyi istemediğini biliyoruz ( Efendimizin evliliklerinde bu konu işlendi) Bazen müşrikleri İslam’a davet ederken, önce zenginleri davet etmek istedi, ayetle uyarıldı, fakir ve kör birine öncelik vermesi istendi ki, bu konu ‘ zelle’ başlığı altında meşhurdur. Kur’an’ı Hz Muhammed yazdı,iddiasında olanların ithamlarından biri de bu iddiadır ki sitemizde bu konuya da cevap verildi. “Kur’an’ın kaynağı nedir?, Kur’an’daki bilimsel ayetler, Oryantalistler ve Hz Muhammed” gibi yazılara bakılabilir. Biz asla ‘kıvırma’ gayretimiz yoktur, bunları yazan sanki, eminim şu an alkol kullanmıyor da, yeşilay derneğine üye birisi ve ” keşke daha kısa sürede alkol yasaklansa idi” diye hayıflanan birisi… Asla değil! Dünyada içkiyi yasaklayan en büyük din (Şarap ve zemzem başlıklı yazı ve içki neden haram adlı yazı) İslam, bu konuda bile hala çamur atmaktan utanmıyorlar! Kölelik başlıklı yazımıza bakıver, orada, “Kölelik ya da benzeri sistem hep var olacaktır. Kur’an bu yüzden kölelikten çok, onu ortaya çıkaran bozukluklarla savaşmıştır.” cümlesi çok önemli! Çağdaş kölelik; asgari ücretlileri veya sex kölelerini, köle olarak düşünen yok günümüzde, ne yazık ki!! Bu konuda ( Genelev, fuhuş, tele kız vs. ) bir kelam eden ateist veya oryantalist var mı? ( “Batı medeniyeti”, “modernizm ve kadın” adlı yazılara bakılabilir) İslam tarihinde “Muvafaka-ı Ömer” enen bir konu vardır ve tüm bu bilgiler ‘İslamî kaynaklardan’ oryantalistlere ve onlardan ateistlere geçmiştir. Biz Müslümanların gizleyecek, gocunacağımız bir konu yoktur, bize atılacak iftiraları bile biz ( doğru yanlış olduğunu biz zaten söylüyoruz, bizim kaynaklarımızdan bularak saldırmaktadırlar ki bu konuda da, “Müslüman alimlerin objektifliği” adlı yazıya bakılabilir.) Muvafakatı Ömer konusuna ise, ‘Kur’an ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar’ adlı yazıda, ‘Hz Ömer’den alındığı iddiası’ başlığı altında değindik! Başa önersek, İçki, hicretin 4. yılında haram kılınmıştır. İçki’nin haramlığı hakkında, Mekke’de bir ayet, Medine’de 3 ayet inmiş ve bu kademeli haram kılma metodu ‘başarılı’ olmuştur! Amerika 13 yıl (1920-1933) boyunca hem de her türlü polisiye tedbire rağmen içki yasağını başaramadı! 250 milyon dolar masraf ve yüzlerce idam ve binlerce hapis ve yüz milyonlarca dolar para cezasına vs. rağmen! Kur’an, 13 yıllık işkence döneminden sonra azıcık ümmetin nefes aldığı Medine döneminde 3. yılında bu yasağı ilan ediyor ve tamamen başarılı oluyor.

Polisiye tedbirler ile ABD’de içki yasağı ve sonucunu ile İslam’ın tedricen uyguladığı eğitim ile sonlanan içki yasağı ve sonuç! “Kapının önünden, içkinin haram olduğunu ilan eden tellallar geçti adeta Medine sokakları şarap akmaya başladı. Bodley: “Birleşik Amerika ile diğer memleketlerin kanunlar ve maddi cezalarla yapmaya çalıştıkları şeyi, Muhammed bir günah ilan ederek lağvetti.” (Bodley, Hazreti Muhammed, s.105) “Oysa önceki Arap toplumunun içki ile bağı çok güçlüdür, şiirleri bununla doludur.” (Altay Can Meriç, Peygamberliğin ispatı, s. 304)

Ateistin iddiasının tuhaf bir diğer bölümü olan, sanki efendimiz de ( Haşa) içki içiyordu da kendi bırakamadığı için içkiyi yasaklamadı şeklinde alttan verdiği mesajı ne müşrikler ne oryantalistler hiç bir zaman dile getirememişlerdir, bu da ateiste nasip (!) oldu… Bu ayet inince efendimiz – bak bu söz hadis, yani bu defa ayet yani Allah değil, efendimiz konuşuyor ve ayeti ‘beyan’ ediyor: “Muhakkak ki Allâh; içkiye, onu sızdırana, sızdırıldığı yere, içene, içirene, taşıyana, satana, satın alana, bedelini ve kazancını yiyene lânet etmiştir!” buyurdu. (Ahmed, I, 53; II, 351; Nesâî, Eşribe, 1-2; Hâkim, II, 305/3101); “Sarhoşluk veren her şey haramdır. Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.” (İbn-i Mâce, Eşribe, 10; Nesâî, Eşribe, 24, 48); “İçki her kötülüğün başıdır.” (Ahmed, V, 238); “Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kimse, üzerinde içki bulunan sofraya oturmasın!” (Tirmizî, Edeb, 43/2801) TOPLUM ARTIK HAZIR OLUNCA Ayet indi ve , “Medîne sokaklarından içki aktı.” (Buhârî, Tefsîr, 5/11) Hedef on ikiden vuruldu ve sahne kapandı! ‘Kur’an’ yani Allah azze ve celle, Mekke de toplum hazır değilken yasaklama ayeti inse ve o anda herkes bırakmasa bu İslam düşmanları ne yazacaktı? Medine’de ilk üç sene içinde yasaklasa ve içki Medine sokaklarında akmasa idi ne diyeceklerdi? Aktığında dediklerine dikkat! Kafirler ( Hıristiyanlar da dahil ateist, agnostik, deist, nihilist, misyoner ve oryantalistler) İslam’a saldırmak konusunda hiç bir hususu, konuyu atlamazlar, onlar için hak, doğru, adalet gibi hususlar önemli değildir, temel metotları ‘çamur atmak’tır! Kime tutarsa! Tutmasın! Zaten tutmadı, tutmuyorda… NOT, RAHATSIZ ETMİYORSUN DELİKANLI AMA ZAMAN PROBLEMİM VAR, İŞ ÇOK, ZAMAN VE KİŞİ AZ…DUA ET!

hocam Allah rızası ıcın son yorumumu kelımesı kelımesıne DETAYLICA cevaplar mısınız aklıma cok takıldı ıckı ve kole meselesını ama kaynak sunmayın kopyala yapıstırda olur yeter kı yorumuma yazın

CEVABEN “SON SORU” YA CEVAP VERİLMİŞTİR! MÜSADEN İLE, ASLÎ İŞLERİME DÖNÜYORUM DELİKANLI. GÖRDÜĞÜN GİBİ CEVAPLARIN ÇOĞU SİTEDE, KONULARINA GÖRE DAĞILMIŞ HALDE VAR. SİTE YAZILARINI OKUMADAN BAŞKA SORU YASAK! SEN DE ATEİST SİTELERDEN UZAK DUR, EN AZINDA BEN KAFAMDAKİ İŞLERİ YAPIP, KİTAPLARI OKUYANA DEK! :)) CEVAPLAR YA SİTEDE VAR YA DA ” ZAMANLA, TEDRİCEN ? ” SİTEYE EKLENECEKTİR, Bİ-İZNİLLAH! NOT: BUNDAN SONRA SORACAĞIN SORULARI KENARA NOT EDECEĞİM, SİTEYE EKLEME SIRASINDA KOYDUĞUM KONULARLA ÖRTÜŞÜNCE CEVAP YAZACAĞIM! DUA ET, SELAMLAR. BU RİCA DA ÇOK CİDDİYİM, LÜTFEN BENİ KIRMA; ARAMIZDA KALSIN, BANA KAHVALTI YAPTIRMADIN, ŞU AN ÖĞLE EZANI OKUNUYOR VE BEN ŞİMDİ KAHVALTIYA BAŞLADIM … ?

hocam ısıd ıle ılgılı bır yazınız var mı bulamadım da

CEVABEN Tekfircilik, Haricilik, Gulat şia… Listede varda, sıra gelmiyor! Ümmete bela akımlar!

hocam Allah razı olsun bıde soyle bır ıddıa var tarlan ve curcan katlıamında araplar turklerı katlettı bu konu hakkında yazınız var mı ara kısmında goremedım

CEVABEN

TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLMASI- TÜRKLR HAKKINDAKİ HADİSLER BÖLÜMÜNDE BU KONU, BİLİNEREK ATLANMIŞTIR! MOĞOL KATLİAMI, HÜLAGU VAHŞETİ…TARİHTEN DERS ALINMALI, AYRILIK TOHUMLARI DEĞİL! CEZAYİR’İ BM LERDE DESTEKLEMEYEN TÜRK, ARAP AYDINLARI ASAN OSMANLI…LİSTE UZUN! ALMANYA VE FRANSA II. DÜNYA SAVAŞINDA BİRBİRİ İLE SAVAŞTI, SAVAŞTAN 5 YIL SONRA BİRLEŞTİLER, AB Yİ KURDULAR… BEN OLAYA BURADAN YAKLAŞIYORUM… NOT: İSLAM YAŞANIRSA TESİR EDER, BU KONULARI Bİ SÜRE ERTELE ARTIK … LÜTFEEEENNNN … ? SELAMLAR

Hocam sizden bir mantık almak istiyorum lise okuyorum lisede bize bı ilahiyatci hoca konferans vermişti soru sormuştu doğru bilene 6 kitap hediye edicekti ben doğru bildim 6 cilt araştırma inceleme kitabı yazmis bana verdi eve gittim kitabı bı göz geçirdim hoca kendini yok 4 üni bitirdim ingilizce biliyom falan diye tanıttı kitabın kaynaklarına baktım fetullah gulen den kaynak almış Kur’an’a atfedilen bilimsel ayet yalanları diye bı başlık acmis ateist sitelerin yazısını koymuş bide 6 cilt hocam fıkıh daha ağırlıklı yani demek istediğim ben dinimi nereden ogrenecem herkes kendi kafasına göre konuşuyor ilahiyatçı hoca dediğim adamv6 cilt hayvan kadar kitap yazmış ama dedigm bölümdeki yazı ateist site kopyala yapistir neymiş Kur’an bilim kitabı değil öğüt kitabiymis o kadar umitlenmistim sonunda adam gibi dinimi ogrenecem diye adam edip yukselden fala yararlaniyor hele Fetullah i gördüm direk bıraktım kitabı hocam ben dinimi nereden ogrenecem herkes tarikatlara ayrılmış kendi kafasına göre biseyler söylüyor adam bir meal hakkında nerdeyse bütün mealciler yanlış tek Süleyman Ateş doğru çevirmiş diyor . Kendi nefsine göre hareket ediyor hocam bana doğru düzgün sağlam kaynaklı dinimi ogrenebilecegim bı kitap ismi verseniz olur mu nolacam bizim halimiz İslami parça parça ettik 

CEVABEN Bunlar doğal! İnsan aklı varsa orada farklılaşma doğar.Sola bak mesela; sol, sosyalizm, demokratik sol, demokratik sosyalizm, sosyalist demokrasi, sosyalist demokrasi, komünizm, liberal sol…İnsan varsa bir yerde, anlamada farklılık normal! Neyse, Sen diyanet yayınları, mealleri, ilmihalleri ile başla. Özellikle son dönemde süper eserler yayınlıyorlar. Rahat ol, sakin sakin; adım adım…selametle Not: yazdıklarının hepsini tek mesajın altına (Kur’an’da çelişki yoktur) ekliyorum, mesaj bölümü forum sayfası gibi oldu ? Not 2: Ben ilahiyatta başlamıştım ateizm araştırmalarına, sen lisede, demekki beni geçicen, bu güzel. Ama önce yaşa; araştırmalarını yıllara yay..selametle

hocam elımden geldıkce bu tur konulardan bır sure yanı sızın ısınız bıtene kadar uzak durmaya calısacagım ? bıde ben bı blog sıtesı actım da https://ibfd1.blogspot.com/ sızın yazılarınızdan kaynak vererek paylasabılır mıyım

CEVABEN

HAYIRLI OLSUN DÜKKAN SENİN :))

hocam bu kıtaplar ucretlı demı muftuluklerde var dıyorsunuda kıtaplar ucretlı mı ucretsız mı https://yayinsatis.diyanet.gov.tr/ateizm-cikmazi mesela bu 6 lıra 240 sayfa

CEVABEN Tümü ücretli. Ama bu kitap müftülük değil, diyanet kitap evlerinde bulunur Ama bunu okumamıştım, bunu da listeye aldım sayende.. Acele etmezsen bir iki seneye buna da sıra gelir, inşallah. Bu tür eserleri sonraya bırak. Önce temel eserleri tavsiye ederim: İslam tarihi, tefsir, hadis, kelam, daha da öncelikli olanı, ilmihal. Ateizm, II. aşama olsun, önce temeli at. Klasik bilgileri oku, bence…selamlar.

hocam bu ıckı ıle son olarak su soruyu sormak ıstıyorum

1- hz Muhammed ıckı tam haram kılınma ayetı ınmeden once ınsanları ıckı ıcmemeye tesvık edıyor muydu hadıs var mı

2- son cumlelerınızı anlamadımda dedıgım gıbı ılmım daha yok bıraz daha acıklar mısınız

2 soru 2 cevap sonra insaAllah kafamdakı sorular bıtıyor

CEVABEN Bir çok hadis var ama asıl unutulmaması gereken; Allah’ın emir veya yasaklarını Hz Muhammed’in açıkladığıdır. Yani önce ayet gelir (emir veya yasak) sonra hadis buyrulur. Ayetin sınırları içinde bir çok hadis var, sanal da rahat bulursun ama yukarıdaki kuralı unutma. Emir yasağı Allah kor, Resul açıklar , uygular , gösterir . Kısaca ayet- hadis ilişkisi , formülü budur. Içki dört aşamada haram kılınmıştır Mesela bir aşamada, namaz kılacağını zaman içki içmeyin anlamına gelen bir ayet vardır Bir önceki cevabım da bunu kast etmiştim. Selametle

hocam soru o deıl recm le ılgılı hz omerın hadısı var mıs recmle ılgılı onu soruyorum kecı ayetı falan yemıs

CEVABEN 1- “Recm konusunda ayet inmişti. Bu ayet, karyolamın altında bir sayfada yazılıydı. Resulullah (sav) vefat edince biz onunla meşgul olduk, o sıralarda bir keçi gelip onu yedi ve ayet Kur’an’dan çıktı.” (İbn Mace, Nikah, 36) Hz. Ömer’den recm ayetiyle ilgili önceden ayet olduğu sonra Allah tA’rafından Kur’an’dan tilavetinin kaldırıldığı rivayetini aktaran ravilerden bir kısmı, cerh ve tadil âlimlerince zayıf kabul edilmiştir. (Tirmizi, Hudud, 7; İbn Ebi Hatim, Kitabü’l-Cerh ve’t-Tadil, IX, Beyrut 1953, s. 265; Hâkim, Müstedrek, 4/360) Subhî Salih, rivâyetlerin ahâd (bir veya bir kaç kişinin) haberi olduğunu, dolayısıyla bunların ayetin varlığı hususunda bir katiyet ifade edemeyeceğini söyler. (Subhi Salih, el-Mebahis, s. 265; Veysel Güllüce, Ayetlerin Mensuh Sayılmasında Rol Oynayan Yaklaşımlar, 2006, İstanbul ) Bu rivayetin senedinde illet vardır, münker hadislerdendir, sahih değildir. İmam Ahmed’e “keçinin ayet yemesi” rivayetini aktaran Muhammed bin İshak hakkında “İbni İshak’ın tek başına rivayet ettiği bu hadisi kabul eder misin? diye soruldu, “Hayır kabul etmem.” dedi. (Tezhibul Kemal 24/422) İmam Müslim, İmam Malik de rivayetteki keçinin ayet yemesi kısmını kabul etmemiştir. Çünkü, Ravi Muhammed bin İshak güvenilir ravilere muhalefet etmiştir. İbni Kuteybe de bu rivayetin ravisi Muhammed bin İshak’ı hüccet görmemiştir. (Tevilu Muhteliful Hadis, 443) Ahmed bin Hanbel de rivayeti sahih kabul etmediğini söylemiştir .(43/343) Zehebi de bu rivayetlere münker demiştir. (Siyer-7/41) Yakub ibni Şeybe şöyle demiştir; “Muhammed b. İshak eğer bilinen ravilerden hadis naklederse güvenilirdir, siyer konusunda kaale alınır, meçhul tek başına kalacağı bir rivayet söylerse (Keçinin ayet yemesi gibi) hadisi batıldır. (Tarihu Bağdadi Hatib 1/277) Görüldüğü gibi recme dayanak olduğu iddia edilen hadiste sahih değildir! 2- Rivâyetlerde gelen Recim âyetinin metni, farklılık göstermektedir. Bu ise, bu metnin âyet olma ihtimalini zayıflatıyor. zaten bu rivayetler ehad yani, mütevatir olmayan rivayetlerdir! Kısaca hem metin sorunludur hem de rivayet zinciri yani hadisi aktaranların seneti mütevatir/kesin değildir! Rivâyeti detaylı bir şekilde inceleyen Selçuk Çoşkun, muhtemelen hadiste râvi tasarrufunun ( Hadis metnine ekleme yapması şeklinde bir müdahelenin) vuku bulduğu kanaatine varmıştır. Ona göre recm âyetiyle ilgili rivâyetin farklı tarîklerinde, ‘âyet’ kelimesi geçer. Bazılarında ise geçmez. Diğer bazılarında ise “Allah’ın indirdiği bir farz olarak” ifadesi yer alır. Bunlar, lâfızda birliğin olmadığını gösterir. Ayet olsa idi, üzerinde uzlaşılması gerekirdi. Bu mesele, ‘manayla rivâyetten’ kaynaklanan bir râvi tasarrufudur. Rivâyette geçenin âyet olduğunu kabul edersek, bu, her zaman Kur’ân âyeti anlamına gelir mi? Ayrıca rivâyette geçen “Kitab” her zaman Kur’ân manasına gelir mi? Çoşkun’a göre bu her zaman böyle değildir. Çünkü;

I. Tevrat’ta recm âyetinin olduğuna dair rivâyet vardır. Bu, âyet kelimesinin Tevrat cümleleri için de kullanıldığını gösterir.

II. “Recm âyeti Allah’ın Kitabı’nda vardı” demek Allah’ın hükmünde vardı, demektir. Bütün bunlar Kur’ân’da böyle bir âyetten bahsedilemeyeceğini gösterir. Râvilerin Kitab kelimesinin Kur’ân veya âyet zannederek tasarrufta bulunmuş olmaları kuvvetle muhtemeldir. (Bkz.Hadîse Bütüncül Bakış, s. 233, 236) 3- Şeyh kelimeleri yaşlı erkek ve yaşlı kadın demektir. Bu kelimelerin anlamına göre, evli olsun, olmasın, kırk yaşını geçenler/yani yaşlı olanlar zina ettikleri takdirde recim cezasını görürler. Yaşları kırkın altında olanlar -yaşlı sayılmadıklarından- yine evli olsun olmasın yalnız yüz değnekle cezalandırılır. Bu ise, recim cezasını yaşlı olsun, genç olsun, evli olan herkes için geçerli olduğunu ifade eden pek çok hadise ters düşmekte ( Cezerî, el-Fıkhu ala’l-Mezahibi’l-Arbaa, IV/258-259) iken, recmin olmadığını kabul eden kişilerin görüşleri ile de, ters düşmektedir. Yani bu rivayet recmi kabul eden görüşe de recmi kabul etmeyen görüşlere de zıt, çelişkili bir rivayettir. Yani rivayet hüküm olarak da sorunludur! 4-Kur’an’ın yazılması esnasında – ki bu konu sitemizde, ‘Kur’an’ın aslı yakıldı mı?’ adlı yazıda ele alındı – herkesin, bildiği, ezberine aldığı, sayfasına yazdığı âyetleri getirmeleri istenmiştir. Bu görevi yerine getirmek, İslam inancına göre, hem Allah’a, hem Resulüne hem de halifeye karşı bir sorumluluğun gereğidir. Durum böyle olunca, Hz. Ömer gibi sahabilerin bildiği ve ezberinde bazı âyetler bulunduğu halde, bunu ortaya koymamaları düşünülemez. Kaldı ki, Kur’an’ı bir araya getirenler, birer hafızdırlar. Özellikle heyet başkanı Hz. Zeyd, Hz. Peygamber’in vahiy katibi, Kur’an hafızı, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in güvenini kazanmış büyük bir insandır. Böyle bir olay olsaydı, en az birkaç kişinin daha bilmesi ve bunu heyete bildirmesi kaçınılmazdı. Hz. Zeyd b. Sabit de herkesten önce bunu bilmesi gerekirdi. Hem vahiy kâtipleri hem de hafız olanların içinde bulunduğu Kur’an’ı toplama heyetinde hiç kimsenin böyle bir noksanlığı fark etmemesi mümkün değildir. Hem unutmayalım ki, ayetlerin Kur’an’daki mevcut tertibindeki sıralamanın, vahiy ile tespit edilmiştir. (Suyutî, İtkan, I/76-83; Profesör doktor Tayyip Okiç, Tefsir ve hadis usulünün bazı meseleleri, s. 49) “Ayetlerin sureler içerisindeki sıralamasını tertibini bizzat Peygamberimiz, Cebrail’in yönlendirilmesi doğrultusunda yapmıştır. Ayetlerin hangi sure içinde, surenin hangi sureden önce ya da sonra yer alacağı o zaman belirlenmiştir.” (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Komisyon, Soru ve Cevaplarla Niçin İnanıyorum? s. 75) 5- Zinanın cezası bellidir, ayetle sabittir: “Zina eden kadın ve erkeğin her birisine yüz değnek vurun. Eğer Allah’a ve ahirete iman ediyorsanız, Allah’ın hükmünü uygulama işinde sakın acıma hissi sizi etkisi altına alıp da uygulamayı engellemesin.”(Nur, 2)- Konu sitemizde, ‘Had cezaları’ başlığı altında işlenmiştir.” 6- Konuyu tamamlayan, “Müslüman alimlerin objektifliği” adlı yazıya bakılabilir.

Hocam tamam anlasma var ama anlasmayı soyle duzenlesek olur mu ?

o 2 hads sorusuna cevap versenız bıde varaka oldukten sonra vahıy bır muddet kesılmıs bunun sebebını soylesenız bende artık Allah ın ıznı ıle soru sormasam olur mu bıde yasamaktan kastınız nedır

CEVABEN -Kısaca- “Kiyamet gunu aziz ve celil olan Allah soyle buyuracak: “Ey ademoglu! Ben hasta oldum beni ziyaret etmedin!” Kul diyecek:”Ey Rabbim, Sen Rabbulalemin iken ben seni nasil ziyaret ederim?” Rab Teala diyecek:”Bilmedin mi, falan kulum hastalandi, fakat sen onu ziyaret etmedin, bilmiyor musun? Eger onu etseydin, yaninda beni bulacaktin!” (Muslim, Birr 43) Her şey Allah’ın iradesinde ama Allah vasıta kullanarak olayları tecelli ettirir. Kur’an’ı ben koruyacağım ( Hicr, 9) der ama yazım ve ezber işini Hz Ebu Bekir ve hafızlara yaptırır. Herkeste bu hayırlı işte aldığı role göre sevap kazanır. Muhammed suresi 7. ayeti de buna örnek verebiliriz: Ey iman edenler! Eğer siz (cihad ederek) Allah’a (dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım edip zafere ulaştıracaktır. Bakış açısını kavradı isen, sorunun cevabı bu mantıkta… Varaka öldü, ondan vahiy adı altında ayetleri alıyordu, o nedenle bir süre vahiy gelişi olmadı anlamı çıkarmak mantıklı değil, 1- Bu konu sitede ele alındı, Kur’an’ın kaynağı nedir başlıklı yazıda 2- Vahiy sonra gelmeye devam etti, – haşa – yeni Varaka mı bulundu, kimse “önce varaka sonra başka biri” iddiasında bulunmadı, … 3- Bu bilgi, direk islami kaynaklarda geçer, gizleyecek bi şi olsa, neden kendi ayağımıza kurşun sıkalım. Olay tamamen bir tevafük, bi bakıma, rastlantı…. SON SORU: Yaşa; namazın faydası – hümanizm adlı yazıda var- var ama onu bilmek, okumak vs. işe yaramaz; YAPMAK gerekir! OKU, temiz ol, yardımlaş, güvenilir ol…göreceksin, soru sorun takıntı bitecek… bana da dua et.

hocam Allah razı olsun sizden. Çok şükür o yazınızı okudum varaka ile ilgili olanı. Okuduktan sonra şunu anladım. Bu bilgiyi ben kendi kendime söylemem bunu bana ancak şeytan VESVESE ile ulaştırır. Bir ricam olucaktı. Yazılarınızı kaynak vermeden paylaşsam olur mu çünkü kaynak verirsem art niyetli kişiler bu kaynak sağlam değil dicekler veya da sizin siteye çökecekler.

CEVABEN Amin dükkan senin, … dua bekleriz ? Allah istikametten ayırmasın!

hocam Hakikatin İzinde-Din Bilim ve Ateizm kıtap yenı cıktı ben alamıyorum da sız alsanız sıtede ozetını cıkartsanız olur mu

CEVABEN

Yazar türkiyede biraz sorun çıkarsa da amaç ateizme cevap… Deizm ve Ateizm Çıkmazı ile bunu listeye aldım zaten! Ama en erken seneye onlara sıra gelir…liste uzun…

hocam rahatsız edıyorum ama Kur’an okurken su ayet kafama takıldı Denizlerde yüce dağlar gibi gemilerin yürümesi de O’nun kudretinin delillerindendir.(sura 32 )

Eğer O dilerse rüzgarı durdurur da yelkenle giden gemiler denizin üzerinde duruverirler. (sura 33)

hocam ruzgar gemıyı durdursa bıle o zamanda kurek vardı bırı cıkıp soyle dıyebılırdı “ey Muhammed rüzgar olmazsa kürek var.” hasa hasa ayet hata mı ıcerıyor

CEVABEN Her şeyde hata aramasan?! ? Burada rüzgarın oluşumu ki kurallar silsilesidir, yapana işaret vardır ve; gemilerin suda batmaması yani suyun kaldırma kuvvetine dikkat çekilir ayrıca da günümüzde bile kömürden patrole ve nükleer santrale … hep O’nun belirlediği kurallar ve yarattıkları ( akıldan enerji maddelerine dek) kullanılmaktadır. Bunlar hep ONDANDIR, O’na işaret eder!

hocam bır sorum olcaktı erdogan aydının nasıl musluman olduk kıtabında kendsı ıturklerın zorla musluman oldugunu DETAYLI VE KAYNAKLARLA acıklıyor kıtap 300 KUSUR sayfa sızın yazınız sankı bıraz sonuk kalmıs gıbı dusuncenız nedır

CEVABEN Furkan kardeşim, Oryantalistler, Yuhanna ed-Dımeşki’den beri İslam’a saldırılır. Yani 1400 senedir ve milyonlarca dolar yardım, binlerce akademisyen … vs. + ateistler! Yani, sayfa sayısını kıyaslıcaksak olursak, bu dükkanı çoktan kapatmamız lazımdı! Ben bir ( sayı ile; 1 ) kişiyim. Oryantalist veya ateist vb. zümreye cevap verenler, saldıranların onda biri sayısında bile değildi hiç bir zaman! Ama bir gün işin uzmanları davulu ele alınca, tokmağın sesi daha gür ve daha kalın olur, merak etme, o zamana dek tek davulcu, devam! “Yüzlerce, hatta binlerce” iddia ortada, geneli ile cevaplar verilmiş midir, aynen verilmiştir! Kelime kelime cevap yazdığım dönemler de oldu ama, şu an bile, ‘site çok yoğun bilgi dolu, okunmuyor’ eleştirisi alıyorken, … bundan uzun zaman önce vazgeçtim. O eski günlerdeki gibi her cümle, iddiaya cevap yazsam, kimse okumaz bile! E amacımızda, kitlelere cevapları ulaştırmak bizimde! Her iddia için, ‘yeteri’ kadar cevap vermek en ideali, bizde ( bende) onu yapıyorum! “Nice az sayıda bir ‘topluluk’ Allah’ın izniyle çok sayıdaki ‘topluluğu’ yenmiştir.” ( Bakara, 249) SAYI, NİCELİK, KANTİTE YE DEĞİL; KALİTE, NİTELİĞE BAKALIM, NE DERSİN !?… ? Not 1: Site amacımız bölümünde en sona yazdım: “Zamanla yeni kaynaklara ulaştıkça, cevaplar daha da kaliteleşiyor” diye! Yani işin farkındayım ama; soru çok, zaman ve kelle sayısı az! Not 2: Yıllardır hayalim: Alanında uzman akademisyenlerden oluşan ( Tıpçısından uzay bilimcisine, müfessirinden kelamcısına … ) bir ekip ile, sıra sıra ve tek tek, tek işi ithamlara cevap veren bir ekibin içinde olmak! Hatta bu talebi, bu konu üzerinde araştırma yapan Prof. Mahmut Hamdi Zakzûk (islamicevaplar.com/oryantalizm-veya-medeniyetler-hesaplasmasi.html) ve Prof. Özcan Hıdır (islamicevaplar.com/batida-hz-muhammed-imaji.html) dile getirmişlerdir ama tekrar hatırlatalım: İftira çok, işe eğilen ise az! Zaman, zaman, zaman… Cevap var ama kelle sayısı ve zaman az! Cevap veriliyor ve zamanla cevap kalitesi artıyor! Ama yine aynı karardayım, uzman ekip bile bu işi yapsa, sayfa sayısı az ve yazı dili sade olacak! Not 3: 30 yıldır ateist eserler okurum, cevapları kenara not ederim ama bir gün site veya kitap çalışması düşünmediğim için, son 8-10 sene hariç okuduğum eser ad ve sayfalarını hiç kenara not etmemiştim. Bu da bugün kaynak gösterim sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Ama emin ol, OKUMADAN buraya bir şey aktarmadım, buna da kader diyelim…

hocam acıl yardımınıza ıhtıyacım var sızın arap dıl bılgınız var ama hocam lutfen cevap verın bu cok onemlı Allah rızası ıcın: enbıya 33 te gece ve gündüz ayrı 2 gök cismi mi sayılıyor kı sayılması lazım cunku eger sayılmassa tesnıye kullanılması lazımdı dıyorlar eger sayılmassa hasa dıl bılgısı hatası olurdu dıyorlar

CEVABEN Kur’an ve teşbih yazımızı oku. oradaki gece gündüz bunların gerçekleştiği DÜNYAYA işaret eder. Hemen sonra ay ve güneş gelir ve hepsinin yörüngesi vardır, denir!Yani ayet ilmi bir gerçeğe işaret eder. Ay, güneş, dünya yörüngeye sahiptir, der. Bu ayetten bile hata arayana ne demeli?!

hocam anlamadım ? mantıgı anlamadım yanı bıraz daha detaylandırır mısınız

﴾106﴿ Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kald‎r‎r veya onu unutturursak, mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her ‏eye kādirdir.(bakara 106) hocam bu ayetın gunumuzdekı hukmu duruyor mu

CEVABEN ALLAH AZZE VE CELLE İMTİHAN OLAN İSTİSNALAR DIŞINDA KURALLARINI DEĞİŞTİRMEZ! Tabiat kurallarından İslamın emir ve yasaklarına… Ama azan kullarına imtihan için istisna ceza hükmünde yasaklar getirebilir – Yahudilere cumartesi balık yasağı gibi – Ama istisna kaide-kuralı bozmaz! Kullarına merhametli olan Allah azze ve celle, aşamalı olarak kurallarını kullarına uygulatır – mesela içki yasağı – Aynı şartlar oluşunca, hüküm yeniden aşamalı uygulanır. Yani bu ayette evrenseldir! -Nesh konusu- kısa ama geniş anlamı bu

hocam selamunaleykum. ben bı kıtap aldım. barıs peygamberı hz muhammed (s.a.v) kıtabın yazarı sınan yagmur hocam kendısı ılahıyatta YUKSEK LISANS yaptı ama bıde sıze danısım dedım verdıgı bılgıler dogru mudur cunku wıkıpedia gibi sitelerde bıyografısı yok ınsaAllah bosa almamısım dır

CEVABEN Aleykümselam delikanlı, ne yazık ki bu yazarın eserlerini, ilgi alanımın dışında olduğu için herhangi birini okumadım ama Diyanet Yayınları’ndan başlarsan daha emin ve ilmi olur zannediyorum.dualarında unutma.

hocam es selamu aleyke bir sorum olacaktı babam zanında ruhul beyan tefsirinin tamamını almıs yaklasık 20 kusur cılt tefsırı tavsıye eder mısınız ısmaıl hakkı hazretlerı hakkında fazla bır bılgıye sahıp degılım de ???? hocam bır de ımam gazalı hzretlerinin kitapları var islam ahlakı vs kendisi hakkında olumsuz seyler soylenıyor okumamı onerır mısınız ve kendısı hakkında KISACA bılgı verırmısınız nasıl bırıdır dıye

CEVABEN Açıkçası, bu tefsir bstini içeriğe sahip bir tefsir yani bazı zorlama yorumları içerisinde barındırıyor. Daha önce de söylediğim gibi Diyanet’in tefsiri veya Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirini tavsiye ederim. Gazali’nin tüm kitaplarını tavsiye ederim Sadece, hadislerde bazen uydurma olanlarıda kitaplarını almış ama geneli itibariyle başta, İhya olmak üzere tüm eserlerini tavsiye ederim. hakkında ileri sürülen iddialar çoğu, onu tanımamaktan, önyargıdan kaynaklanıyor.kendisi eski bir felsefeci Ama eserlerinde yine felsefi metotları kullanmıştır, hataları, insan olmasından dolayı mutlaka vardır ama, ondan alınacak çok şey de vardır, tavsiye ederim. Not: felsefecileri tekfir ettiği meseleler konusunda kendisine katılmıyorum bunu da belirteyim, sitede de bu konuyu ele aldık.

Ece ece42@gmail.com

iyi de ilk müslüman kim sorusuna yanıt alamadım ben. Bana bir açıklama yapar mısınız:)

CEVABEN Ece Hanım, İlk Müslüman; İlk insan Hz Adem’dir! Zamanla İslam’ın emir yasakları insanlarca unutuldukça, İslam’ın emirleri ile gelen her peygamber, kavminin içindeki ilk Müslüman’ı ve ilk tebliğcisi olmaktadır. İnsanlıkta ilk Hz Adem, kavmi içinde ilk; gönderilen peygamber. Cevap yeterli zannederim. Selamlar Ekstra detay için, “İslam tüm dinlerin özüdür” adlı yazıya bakılabilir.

Sorgulayan Müslüman ottoman43043@gmail.com

Allah sizden razı olsun

AMİN, ECMAİN GÜZEL KARDEŞİM

Kadir narino_23@hotmail.com Emeğinize ve yüreğinize sağlık. Şu ateistler inançlı insanlara koyun deyip durur ama çelişkili olduğu iddia edilen ayetlere ise balıklama atlarlar. EYVALLAH KADİR KARDEŞİM, ÇELİŞKİ VE TUTARSIZLIK ATEİZMİN ÖZÜNDE VAR VE PRENSİP VEYA METODOLOJİ DİYE DE BİR DERTLERİ YOK, NEDENSE… MUHABBETLE. M. EHAD

Sorgulayan Müslüman ottoman43043@gmail.com

Siz varya siz Kralsınız kral Allah yolunuzu her daim açık eylesin

ESTEĞFURULLAH, AMİN, ECMAİN… KARDEŞİNİZ VE DUALARA MUHTAÇ GÖNÜLDAŞINIZ’DAN SELAM VE MUHABBETLE

Furkan haruncan5625@gmail.com

Necm 27 de Şüphesiz ahirete iman etmeyenler, meleklere dişi isimleri veriyorlar. Der ama ateistlerde ahirete inanmaz ama onlar meleklere dişi ismini takmiyorlar ? Bu felsefi bir çelişki değilmi?

CEVABEN Mekkeli müşrikler ahirete inanmazlardı: “Bu size va’d edilen, çok çok uzak bir şey” (Mü’minun, 36), “Hayat sadece bu dünya hayatıdır, ölürüz, yaşarız. Bizi ancak zamanın geçmesi helâk eder” (Casiye, 24), “Kıyamet vaki olmayacak” (Sebe, 3), “İlk halimize geri çevrilecek değiliz” (Naziat, 10-12) “Biz azab edilecek değiliz” (Şuara, 137) diye bazıları kesin, bazıları da, “Biz kıyamet saati nedir bilmeyiz, biz sadece bir zan içindeyiz, yakinen bilip inanmıyoruz” (Casiye, 22); “Biz ölüp toprak ve kemik haline geldikten sonra, biz tekrar mı diriltilecekmişiz?!” (Mü’minûn, 82; Sâffât, 16; Vakıa, 47) Mekkeli müşrikler ile ortak noktaları bulunuyor diye her ayeti de kendilerine yontmasın ate arkadaşlar, bu ne kibir yahu ???? Bu ayet Mekkeli müşriklerden bahseder. O zamanki muhataplar müşriklerdir. Benzer zihniyetin devamına ateizm veya oryantalizm denebilir mi, bence evet! Ama küçük farklılıklar vardır. Mesela o dönem ki müşrikler putlara tapardı, günümüz ateistleri de kendilerine idol ( Putlar) bulmuşlardır. Farkında değillerdir ama belli insan veya fikirlere toz kondurmaz, hatasız hatta tanrı/peygamber ilan ederler. Örneğin ateist Lawrence Krauss, cinsi sapık Jeffrey Epstein için “peygamber” sıfatını kullanır. Komünist ( Ateist sosyalist rejim) ideolojide parti liderleri putlaştırılır. Konuya verilecek bol örnek vardır, uzamasın, konuya dönersek; Mesela 20 ayette de melekleri kız hatta putlara bile kız isimleri verildiği ( aynı sure, 19. ayet ) bahsedilir. Erkek çocuklar kendilerine, hakir gördükleri kızları (Nahl,58-59; Zuhruf,17-19) melek veya put vasıtası ile tanrıya izafe ederler. Not, Sitemizin amacı adlı sayfada, “Mekkeli müşriklerde; deist, komünist ve oryantalist izler!” adlı minik bir dipnotta da benzer içerik vardır, selametle

Iyide allah Kur’anda ” bu apaçik kitaptır diyor ve biz kıyamete kadar sürecek kitaptan bahsediyoruz ve apaçık şekilde ” AHİRETE İNANMAYANLAR ( ateistler , budistler , hindular , afrika ve amerikan yerlileri vb.) MELEKLERE DİŞİ İSMİNİ TAKIYORLAR ” Der Iyide budistlerde hindularda ve amerikan ve afrika kabileleride ahirete inanmazlar ama onlar meleklere dişi ismini takmiyorlar zaten onlar meleklerede inanmaz ? Insan inanmadiğı şeye nasıl dişi sıfatını taksın?? Ve ayrica bu ayet müşriklere hitap ediyorsa neden ayette müşrikler demezde daha genel tanım olan ” ahirete inanmayanlar ” der ????

CEVABEN Kur’an yine açık kitap ama okumasını bilene! Kur’an hangi konudan bahsediyorsa o konudaki tüm ayetleri bir araya toplayıp sonuca gitmelidir. Kur’an’ın indiği dönemde muhatap alınan kesim müşriklerdir. Zamanla Hırisityan ve Yahudiler… de muhatap kabul edilmiş ama ana tema ve mücadele daima müşriklerle olmuş! ( İsa tasvirli putları düşününce aslında müşriklerle Hırisityanların farkı var mı ayrı konu!) Ahirete inanmayanlar hitabından kasıt, Kur’an geneline bakınca zaten müşriklerdir, mesele, Kur’ana bakışımızın yanlış olmasında! Kur’an yorumlanacak, açıklanacaksa bunun kuralları vardır ve ilklerinden biri de aynı konudaki ayetlerin bir arada yorumlanması konusudur. Ahirete inanmayanların “meleklere dişi ismi takma”sından kasıt nedir? Allah’a olan imanda zaafiyet olması, kendi ego, kişilik veya ideoloji-dinlerini önceleyip, inandıklarını iddia ettikleri yaratıcıya tazim, görevlerinde kaypak olma, lakayt davranmaktır. Bu açıdan bakınca, Hıristiyanlarda Allah’a dişi melek izafe ederek ahirete gereği gibi inanmıyorlar diyebiliriz, Yahudiler de zaten ahiret inancı çok muğlak hatta tevratta yok gibidir, onlarda dişi melek inancı vardır, mesela, Hz.Süleyman’ın yaptırdığı Bet Hamikdaş‘ın kapısının anahtarının üzerinde, Ahit Sandığının üzerindeki Kerublardan – meleklerden – biri olan, soldaki dişi Kerub’un resmi kazılıdır. Ayrıca Budizmde ahiret inancına karşılık gelecek bir çok inanış vardır. İlk dönem hinduizmde de ahiret inancı vardı, sonradan tenasüh inancına evrildi. Amerikan kızılderilileri ise Vakui adını verdikleri cennete inanırlar…! Asıl meseleyi ıskalamamak lazım. ‘Gerçek’ , hakiki ahirete inanıyorlar mı? İçeriği ve özellikleri hak olan ahiret inancı hangisinde var, İslam hariç hiç birinde! Yoksa müşrikler de Allah’a inanıyor hem de Allah adı ile ama bu inançlarını Allah kabul etmiyor! Çünkü inancın içeriği sapkınca, yok hükmünde! Bozuk inanç hemen hepsinde var ama hakiki inanç karşısında eriyen buz hükmündeler ve sonuçta her inan sisteminde yaradana, layık olmayan özellikler izafe ediliyor. Burada melek sadece bir örnek, asıl mesaj, kibir ile hareket edip, menfaat ve büyüklüğü kendine izafe ederler inandığı iddia edilen yaratıcı için samimi duruşların, eylemlerin gösterilmemesi. Özetle, burada asıl üzerinde durulması gereken, ‘meleklere dişi isim verilmesi’ konusudur. Buradaki eylemin altında yatan mantık, insanların değerli gördükleri şeyleri kendileri için ayırırken, inandıklarını iddia ettikleri ama aslında ‘gerçek anlamı ile inanmadıkları’ hatta, kabul etmediklerini ileri sürdükleri ama zor anlarında kendisine yöneldikleri yaratıcı söz konusu olduğunda O’na gereken hürmet, saygı ve tazimin yapılmaması, ertelenmesi veya önemsenmemesidir. Gerçek anlamı ile inanılmayan veya reddedildiği iddia edilse de zihnin derinlerinde var olana, gerekli değerin verilmemesidir asıl mesele! Örnekler değişebilir, zihniyet daimi, devamlıdır, ne yazık ki! Selametle

Kur’an kiyamete kadar sürecek kitap değilmiydi ? Hem ayet genel bir tanım yapar ve ayetin apaçik olduğunu söyler yani ahirete inanmayanlar diyerek genel bir tanım yapar . Peki Kur’anin yazari geleceği bilmiyormuydu? Felsefeyi bilmiyormuydu? Bana aciklama olarak müşriklere istinaden indirilmiştir o Ayet dediniz .hz muhammedin etrafinda müşrikler vardı ve hz muhammedde onlara istinaden bu ayeti yazdı görüşü benim kafama daha iyi yatiyor . Yani siz ne kadar kıvırtmaya çalışsanizda kusura bakmayın burda apaçik bir hata ve çelişki var ve bu ayetteki çelişkide ateist olmak için yeterli bir sebep.

CEVABEN Ayetin indiği döneme önce hitap etmesi gayet doğal. 1400 sene sonrasını değil Hitabın ‘önce’ örnek olacak nesli yetiştirmesi kadar normal bir şey yoktur. Peki ayetin günümüze bakan yönü nedir? “Günümüzün müşrik ve dişi meleklerini bulmak” yeterlidir ki bunları da, bizzat senin verdiğin örnekler üzerinden cevapladım. Unutmayalım ki “ruhuna uygun yapılmayan hiçbir ibadet ya eylemi” Allah asla kabul etmez. Mesela, Kur’an namaza büyük önem verir ama Maun suresinde ( 4. Ayet) ruhuna uygun olmayan namaz kılanlar için, ‘ yazıklar olsun O namaz kılana’ denilmektedir. Ahiret inancı için de aynı durum söz konusudur! Hristiyan, Yahudi, Budist, hinduist veya Amerikan yerlileri… fark etmez. Ruhuna aslına uygun olmayan inanç; yok hükmündedir ve bu inanç sahipleri mutlaka Allah’a hak etmediği sıfatları da yakıştırmışlardır; Melek örneği sadece bir misaldir, örneğin güncel versiyonu ise değişebilir! Kısaca ortada çelişki asla yok! Ateizme ve onların çelişkilerine tutarlı örnek varken, “göğe merdiven de dayasak, insanları inandırma konusunda ısrar da etsek” ( Nahl, 82; Yunus, 99) karar kulun vicdanı ile yaradan arasındadır. Yoksa bize düşen ” sadece tebliğ ” ( Enam, 35) etmektir. Selametle.

Ben Kur’ani iki kapak arasi 60-70 kez okumuşumdur belki . Ama ben Kur’anda hikmetli , mucizeli şeyler bulmak istiyorum. Yani Kur’andaki hikmetleri bulmak , keşfetmek istiyorum. Bunun için napiyim? CEVABEN Yaşa! O zaman hem hayatın hem ruhun anlam bulacak! Geleceğie de umutla bakacaksın ve seni dünyada yenebilecek, zorlayacak, baş eğdirecek şeylerin epey az olduğunu göreceksin! Not, Kur’an dışındaki TÜM fikirlerin hatta bilimsel olanları dahil 50-100 yıl civarında eskidiğine şahit oluyoruz! Kur’an hala dünyaya umut saçıyor! 1440 sene önce çöl ortasında okuması olmayan birisinin insanlara tebliğ ettiği kitapta güncel birçok bilimsel gerçekler var: Eşya nakli ( canlı nakli değil!) gibi geleceğe dönük ufuk açıcı olanları dahil! Bilim ve insan tecrübesi ilerledikçe Kur’an’a yaklaşıyor ( İslami emirler ve hümanizm adlı yazımız) Bu kadar çok saldırılan ( Mekke’li müşriklerden günümüz yaşayan ateist ve oryantalistlerine dek ) bir kitap hala dimdik ayakta ve insanlığın tek umudu ve kafirin de tek korkusu … Bence arama değil yaşama zamanı geldi. Kal sağlıcakla. selam ve dua ile.

 

Yorum Yaz

wave

Yorumlar (0)

wave

Çıkmak için ESC yapın