(Bu yazı, Bahattin Sağlam ve İsmail Acarkan’ın ‘Turan Dursun ve Din’ ile Prof. Süleyman Ateş’in ‘Gerçek Din Bu 1-2’ adlı eserleri ‘temel alınarak’ hazırlanmıştır.)
"İnsanlar arasında öyleleri var ki, bilgisi olmayanları Allah yolundan saptırmak ve onu gülünç duruma düşürmek için (İlahi mesajlar üzerinde) kelime oyunu yapmaya kalkışırlar: Böylelerini alçaltıcı bir azap bekliyor. Böyle birine mesajlarımız aktarıldığında, sanki kulaklarında bir sağırlık varmış da onları hiç duymamış gibi, küstahça yüz çevirir: İşte ona (öteki dünyada) acıklı azabı haber ver!" (Lokman, 7-8) “İnandıktan sonra kafirliğe sapıp sonra ‘inkarcılıkta daha ileri gidenlerin’ tövbeleri asla kabul edilmeyecektir.” (Ali İmran, 90)
Din nedir?
Allah (cc) tarih boyunca hep aynı emir ve yasakları insanlara bildirmiştir. Bununla beraber dinin ‘pratikleri’ geldiği toplumun düşünsel, kültürel ve sosyal yapısına göre farklılık gösterir. Bu farklılık kainattaki diyalektiğin gereğidir. Gönderilen her dinde inanç esasları (Allah'ın varlığı ve birliği, iyilik ve kötülüğün karşılıksız kalmayacağı vs) birdir. İbadet ve insanlar arasındaki ilişkiler ve bunlarla ilgili hükümler ise toplumdan topluma değişiklik gösterebilir. Din, kişiyi kendi hayatında tam bir mutluluk, uyum ve barış içinde geçirebileceği mükemmelliğe ulaştırabilecek ve toplumda barış ve adalete dayalı bir yapı oluşturabilecek mükemmel bilgidir ve Allah tarafından gönderilmiş bu bilgiler, çağlar boyu doğruluğu değişmeyecek emir ve yasaklar bütünüdür. Batılı din tarihçilerinin varsayımlarının tersine, insanlığın ilk dini animizm veya totemizm gibi "ilkel" dinler değil, Kur’an'ın deyimiyle İslam dinidir. İslam, insan olmak noktasında her zaman aynı özü taşıdığından, Allah'ın insanlar için gönderdiği dindir ve temelde (özde) hep aynı ve tek olmuştur. Hz. Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed gibi tüm resullerin getirip duyurduğu, nebilerin de uyup tatbik ettiği din her zaman aynıdır. Ama her defasında birtakım olumsuz sebeplerle bu dinden uzaklaşan insanlar yine temelde, değişen dinler üretmişler ve bunun sonunda da “ilkel, batıl, şirk dinleri” ortaya çıkmıştır. Nitekim Hinduizmin kutsal metinlerinden olan Vedaları inceledikten sonra, Alman filozofu Schelling şöyle demiştir; “Bütün insanlık önceleri tek varlıktı (bir ümmetti). Ve tek bir Tanrıya inanıyordu. Sanki en eski din (İslam) yıldız yıldız parçalanmış.” (Ali Ünal, Din etrafında, s. 60) Din, İnsanı mutlak güzelliğe, barışa ve iyiliğe çağıran, akıl sahiplerinin özgür iradeleri ile kabul ettikleri ilahi kurallardır. Din aynı zamanda koruyucu bir kurumdur. İslam bilginleri bu korumayı beş bölümde incelerler; Ruhsal Yapıyı Koruma, Nefsi Koruma, Nesli Koruma, Malı Koruma, Aklı Koruma. Bu konularda detay için ‘İslam tüm dinlerin özüdür’, ‘ İslami emirler ve hümanizm’ adlı yazılara bakılabilir.
Din Afyon mudur?
Ateist Marx’a göre, “Din, toplumların afyonudur.” (Karl Marx. Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisine Katkı, s. 191) Bu sözü adeta bir hadis imişçesine bayraklaştıran materyaşist kesim 150 senedir dine ve dindarlara karşı savaş açmış ama başarılı olamamıştır! Artık bu sözün dile getirilmesi de marxizm karşıtlığı gibi algılanır olmuştur! “K. Marks’ın bu sözü Soğuk Savaş döneminde CIA psikolojik propagandalarının en etkili silahı oldu. Sosyalizme karşı kullanılan hiçbir ideolojik silahın bu ölçüde etkili olduğu görülmemiştir. Bu sözün edildiği 19’uncu yüzyılda din, yoksulların “ilacı” değil egemenlerin baskı aracı idi. 25 yaşındaki Marks şunu dedi: “Dini acı, aynı zamanda gerçek acının ifadesi ve gerçek acıya karşı bir protestodur. Din, mazlum mahlukun iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz hallerin ruhudur. Halkın afyonudur.” (Ki afyon metaforu, insanların anlık acılarını azaltan ve onlara devam etme gücü veren hoş yanılsamalardı. O dönem afyonun tıbbi nitelikleri ve bağımlılık yaratma potansiyeline hem değer veriliyor hem de kınanıyordu.) Ali Şeriati’ye göre “dinin özü afyon değil uyarıcıdır.” Tarih sahnesine devrimci kimliğiyle çıkan dinin/ Hz. Muhammet’in muhalif yönü unutturuldu. Dinin toptan mutlak kötü olduğu, salt gericilik taşıdığı düşüncesi, Marks’a ait değil, daha çok burjuva aydınlarına ve kaba materyalistlere aittir! Bizim solun da “din hakkında bildiği tek şeyin dine karşı olmaktan ibaret” hali aşılması gereken zaaftır... Egemenlerin dayayıp direttiği dini algıyı yıkmak esas hedeftir.” (Soner Yalçın, Sözcü, 09 Mayıs 2024) Kararı verecek olan bu “burjuva aydınlarına ve kaba materyalist” Dursun zihniyetine sahip olanlardır!
İlk ortaya çıktığı günden itibaren mazlumları, fakirleri korumaya alan, zekat kurumunu kurarak zenginlerin mallarının bir kısmını muhtaç olanlarla paylaşmayı emreden, mazlumların haklarını ararken, mallarını müdafaa ederken ölenleri şehit kabul eden, her türlü haksızlığı, despotluğu, zalimliği şiddetle lanetleyen İslam dini mi mi afyondur? İnsanlık tarihi boyunca insanlara yardım elini uzatan, merhamet eden, şefkat eden, “haksız yere bir tek adamı öldürmeyi bütün insanları öldürmek” kadar çirkin bir cinayet kabul eden Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve, Hz. Muhammed (Aleyhissalatü vesselam ecmain) gibi peygamberlerin yolu olan din mi; yoksa tarih boyunca, Kabil gibi katilleri, Firavun gibi zalimleri, Karun gibi -asla paylaşmayı istemeyen- zenginlik sarhoşları, koltukları için yüz binlerce insanı öldüren Lenin, Stalin, Mao ve benzeri çağdaş despotları yetiştiren dinsizlik mi bir afyondur? Allah dışındaki yüzlerce güce teslim olma ve kulluk yapma çağrısında bulunan şirk dininin amacı, statükoyu savunmak ve muhafaza etmektir. Şirk dinleri olan kapitalizm de, alternatifi olarak doğan sosyalizm dini de afyondur. Hinduizm de Hristiyanlık da afyondur. İslam ise uyuşturmaz uyandırır! İslam, insanı kula kulluktan kurtarır, sadece yaratıcıya itaat etmeyi ve sadece ondan yardım istemeyi" öğütler, İslam, akletmeyi emreder, zihni uyuşturan içeceklere yaklaşmamayı emreder, israfı yasaklar ve "Bir insanı öldürmek, insanlığı öldürmektir." diye uyarır. "Akletmez misiniz? (Bakara, 44); "Aklınızı kullanmayacak mısınız?" (Enam, 32) diye uyarır. İktidar sahiplerini yerlerinden eden, sömürücü sermaye sahiplerinin rahatını ve keyfini kaçıran, din yoluyla kendilerine çıkar sağlayanları uyaran ve onlara cehennemi müjdeleyen bir din afyon olabilir mi? İnsanları köleleştiren Mekke aristokrasisine başkaldırmayı emreden din mi afyondur? Köle olan Bilal’e efendisine başkaldırma bilinci veren din mi afyondur? Sömürü düzenleri bozulmasın diye Peygambere para, kadın ve mevki teklif eden Mekke burjuva ve diktatörlerine, “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz de ben bu dinden vazgeçmem” diyen Peygamber’in getirdiği din mi afyondur? Kızını öldüren müşrik Ömer’den, adaletin zamanlar üstü örneği olan Hz. Ömer’i çıkaran din mi afyondur? Hak ve adaletin yeryüzünde yayılması için bütün varlığını feda eden, kadınlık timsali Hz. Hatice’yi şekillendiren din mi afyondur? 15-20 yılda İran’ı, Bizans’ı, Afrika’yı sarsan ve fetheden insanları yetiştiren din mi afyondur? Okuma-yazma öğretmeleri karşılığında savaş esirlerini serbest bırakan bir din mi afyondur? Yoksa böyle bir dine savaş açan ateizm mi asıl afyondur?! Rahmeti her şeyi çepeçevre kuşatan (A’raf, 156), Rahman ve Rahim (Bağışlayan) ve Vedud olan (Karşılıksız seven), ümitsizliği ve ziyana uğrama korkusunu insanın kendi kendine zulmetmesi olarak nitelendiren (Zümer 5), İnananları ayrıca seven ve onlarca da sevilen (Maide, 54; Bakara, 165; Meryem, 96) Allah (cc) aynı zamanda kendinden korkulması gereken de yüce yaratıcıdır. Bu korkunun temelini ise ‘O’nun rahmetini, şefkatini kaybetme, O’nun sevgisinden uzak kalma korkusu’ oluşturur. Düşünsenize, her şeyimizi verenin sevgisini kaybetmekten daha korkunç ne olabilir? Bizi yoktan var edip, her türlü nimeti veren, cennete gidelim diye her defasında nankörlük ve isyan eden, gönderdiği peygamberleri öldüren, kitaplarını bozan insanlara yine de acıyıp; dünyada huzurlu ve ahirette cennete gitmelerine neden olacak emir yasakları gönderen yine O Allah (cc)’nın dini asla afyon olamaz!
Kız çocukların diri diri gömülmesi yalan mı?
Nahl 58-59: “Aralarından birine bir kızı olduğu müjdelendiği zaman içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden, halktan gizlenmeye çalışır; onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hükmediyorlar!” O dönemdeki Arapların bir kısmı, kız çocuğunu ileride savaşamayacağı, ailenin şeref ve namusuna leke getirebileceği düşüncesiyle, kızları olduğu zaman üzülürlerdi. Bu düşünceden dolayı Arapların ilkel bazı kabileleri, çocuklarını öldürürlerdi. (İbni Habib, el- Munammak, s. 336; el- Halebi, İnsan, I/201) İngiliz kökenli yazar Pickthall, “kız bebekler bazen canlı canlı gömülüyordu.” demektedir. (Muhammed M. Pickthall, The Cultural Side of Islam, s. 110) "Eğer baba isterse, kızını doğar doğmaz gömebilirdi. Muhammed arapların kız çocuklarını öldürme adetine son verdi." (Will Durant, Medeniyet tarihi, I/203-204, 230) "Kız çocukların öldürülmesinin yasaklanması büyük bir ilerlemedir." (Antoine Anwander, Les religions de l'humanite, s. 283)
Bunun birkaç nedeni vardı: Birinci neden; ekonomik idi. Fakirlik korkusu. İkinci; kız çocukları savaş zamanlarında işe yaramadıkları gibi korunmaları da gerekiyordu. Kız çocuklarını öldürme adeti Kinde, Temim gibi bazı ilkel Arap kabilelerinde vardı. (Süleyman Ateş, Din Bu 1, s. 80; İslam Ans. Cahiliyye mad.) Kureyş ve diğer Mekke kabilelerinde bu yanlış ve çirkin davranış yoktu. Çünkü Mekke civardaki çöl kabilelerine göre zengin sayılırdı. İşte bu nedenle Arap şiirinde bu gelenek çokça yer almamıştır. Ferezdak aşağıdaki şiiriyle dedesinin yaptığı işten (öldürülecek kız çocuklarını fidye vererek kurtarması) dolayı övünmüştür; "Dedem ki kız çocuğunu gömenleri men ederek çocukları yaşattı, o zavallılar gömülmediler" Dursun'un iddiasına göre ise, Arapların hiçbirinde bu adet yoktur! Şimdi düşünelim; Kur’an hiç yapılmayan bir şeyden bahsedebilir mi? Kur’an olmayan bir şeyi yasaklayarak muhaliflere bir koz verebilir mi? Halbuki Kur’an böyle bir adetin yapıldığını söylemiş, hiç kimse de ‘bu yapılmıyor’ diye itirazda bulunmamıştır. İşte bu adetin Kur’an'da yasaklanması çok önemli bir devrimdir. Zaten Dursun da bu konunun sonunda (s. 244) kız çocuklarını öldürmekle ilgili bir rivayeti aktarmakta: "Kız çocuğunu öldüren de ölen de ateştedir." ve Dursun buradan da yine İslam’a saldırmaktadır! Halbuki Kur’an, “Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman." (Tekvir, 8-9) ve efendimiz, "Çocukken ölen cennetliktir, diri diri gömülen çocuk cennetliktir." (Ebu Davud, Cihad 27, 252; İbn Kesir, IV/478) buyurduğu halde! İbn Abbas da, müşrik çocuklarının ahiretteki durumu hakkında şöyle demektedir: “Müşriklerin çocukları cennettedir. Kim onların cehennemde olduklarını iddia ederse yalan söylemiş olur.” (İbn Kesîr, IV/478) Ayrıca Dursun’un aktardığı hadisin senedi de zayıftır. Aynı nedenledir ki Hristiyanlar ‘her doğan çocuk günah doğar, ta ki vaftiz olana dek’ anlayışını İslam reddetmiş, her doğan çocuğu masum ve günahsız, hatta ‘İslam üzere doğar’ (Buhari, Cenaiz, 92) kabul edecek kadar temiz olduğunu ilan etmiştir. Turan Dursun, hiçbir anne babanın böyle bir şey yapamayacağını, bunun doğaya aykırı olduğunu da söylemektedir. Ama günümüzde, henüz dünyaya gelmemiş de olsa anne karnında gelişimini tamamlamış, dünyaya gelmek için hazırlanmış binlerce çocuğun, ‘kürtaj’ yoluyla daha doğmadan katledilmekte olduğunu, yine doğurduğu çocuğu öldürüp çöp bidonlarına atan yahut sağ olarak cami kapısına bırakanların bulunduğunu hiç düşünemiştir. Peki gerek Arap toplumunda gerek günümüzde bu olaya dair kanıtlar var mıdır? “Eski Araplarda kız çocuklarını diri diri toprağa gömenler vardı.” (N. Çağatay, İslam dönemine dek Arap tarihi, s. 135) Alman Yahudisi Gustav Weil, kızların öldürülmesinin seyrek olmadığını, fakirlik ve zilletten korunmak için uygulandığını söylemektedir. (Weil, Mohammed Der Probhet, s. 20) İngiliz oryantalist David Samuel Margoliouth, Arapların şecereye - atalarının soy kütüğüne -önemde Farslardan ilerde olduğunu ve Hicaz bölgesinde ise Kureyş kabilesinin dominant durumda olduğunu ifade eder. Margoliouth ayrıca kızlardan utanç duyma ve öldürme adetinin mevcut olduğunu da kaydeder. (D. S. Margoliouth, Mohammad, s. 28-30) 1880’li yıllarda yazılan bir kitapta da, İslam Afrika’da ilerledikçe, “Bir zamanlar bütün Afrika'yı saran yamyamlık, ‘diri diri çocukları’ gömme gibi en kötü işler süratle ve bir daha geri gelmeyecek şekilde ortadan kaybolmakta.” (R. Bosworth, Mohammedanism in Africa, s. 798-800) olduğu kaydedilmiştir. Dinler tarihçisi Karen Armstrong da aynı olaya dikkatleri çekmiştir: “Kızlar hiç acımadan öldürülüyordu.” (Amstrong, İslam Peygamber’inin biyografisi Hz Muhammed s. 81) Lesley Hazleton, “Eğer Hz Muhammed kız olarak doğmuş olsaydı, doğar doğmaz sessizce boğdurulurdu.” (Hazleton, İlk Müslüman, s. 31) derken aynı zamanda bu cinayetlerin gerçekleştiğini de kabul etmiş olmaktadır. Dursun’un sonradan kaydığı materyalist dünya görüşüne sahip Maxime Rodinson bile, “Muhammed kız çocuklarının öldürülmesini de yasaklamıştı.” (Rodinson, Muhammed, s 267) diye yazarken acaba Dursun ve taraftarları hiç mi bu cahilce iddialarından rahatsız olmamışlardı?! ‘Yüyılların doğurduğu ölüm’ olmakla övünen Dursun ve kitaplarını basanlar bu gerçekleri ‘OKU’mamış mıdır acaba?! Günümüzde bile durum pek değişmemiş ve kürtaj illeti her yeri sarmıştır: “Amerika Birleşik Devletleri’ndeki 2011 Gallup anketine göre, yalnızca bir çocuk sahibi olmanıza izin verilseydi katılımcıların %40'ı bir erkek çocuğu tercih edeceklerini söylerken yalnızca %28'i bir kızı tercih etmektedir. (Altay Can Meriç, Peygamberliğin ispatı, s. 315) Peki, sadece o zamanki Arabistan mı bu melanet geçerli idi? Ne yazık ki hayır!
Ülkemde de çöp kutularından, batı ülkelerinde bebek bırakma kutularından (Hürriyet, 9 Mart 2000; Radikal, 14 Haziran 2012; Evrensel, 6 Haziran 2015; Cumhuriyet, 24 Ekim 2017) hiç bahsetmeden günümüzden birkaç örnek verelim:
“Hindistan'da doğan her 10 dişi bebeğin 4'ü ölüme terk edilmektedir.” (Zakir Naik, Gençlerin inanç sorunları, s. 141) “Hindistanın Ladhya Pradesh eyaletindeki ormanlık alanda yeni doğmuş bir kız bebek toprağa yarı gömülü halde bulundu. Ülkede son yıllarda ailelerinin kız bebeklerin katledilişi sıkça görülüyor.” (Sabah, 25 Eylül 2013) “Hindistan'ın Uttar Pradeş eyaletinde bir mezarlıkta, ölen kızını gömmek için toprağı kazan baba, diri diri gömülmüş bir kız bebeği mezardan sağ çıkardı.” (Euronews, 14.10.2019) “Adıyaman'da kan donduran olay!” (CNN TÜRK, 26 Eylül 2021) Bebeğini diri diri toprağa gömdü Güney Afrika’da annesi tarafından battaniyelere sarılmış bir bavulun içinde toprağa gömülen bebek kurtarıldı. (Norm haber, 15.10.2021) Annesi diri diri toprağa gömdü, saatler sonra canlı çıkarıldı Uganda'da mucize yaşandı. Doğumundan hemen sonra diri diri gömülen bir bebek, saatlerce toprak altında kaldıktan sonra kurtarıldı. (Yurt Haber, 05 Nisan 2024) 7 yaşındaki kızı diri diri toprağa gömdüler. Hindistan'ın Sitapur eyaletine bağlı Semri Gaura adlı bir köyde yedi yaşındaki bir kız diri diri toprağa gömülerek ölüme terk edildi. (Hürriyet, 29.08.2014) Hindistan'da bir baba 10 yaşındaki kız çocuğunu canlı canlı toprağa gömerken yakalandı. Olay Hindistan’ın Tripura kentinde yaşandı. Baba, "çocuğunun kız olmasına daha fazla tahammül edemeyeceği" gerekçesiyle onu evinin arka bahçesine gömmeye çalıştı. (CNN Türk, 17.01.2015) Ölmeyen mucize bebek. Tayland’da henüz 7 aylık bir erkek bebek toprağa canlı canlı gömülmüş halde bulundu. Üstelik tam 14 kez bıçaklanmış halde. (Milliyet, 10.10.2016) Brezilya'da toprağa gömülen bebek 8 saat sonra kurtarıldı Brezilya'da yeni doğmuş bir bebek diri diri toprağa gömüldü. 8 saat boyunca toprağın altında kalan bebek mucizevi bir şekilde canlı olarak kurtarıldı. (NTV, 8.6.2018) Annesinin canlı canlı gömdüğü bebeği, işçiler buldu. yeni doğan bebek toprağın altından üç gün sonra sağ olarak çıkarıldı. Güney Afrika’nın Paddock kentinde akıllara zarar bir olay yaşandı. 25 yaşındaki kadın ailesinden gizlice dünyaya bir bebek getirdi. Genç kadın, yeri doğan bebeğini kum ve tahtaların altına gömdü. (GZT, 22 Nisan 2017) Hindistan'da kız bebeği canlı canlı gömmek isteyen dedeye suçüstü. Cani bir dede, yeni doğan kız torununu canlı canlı gömmek istedi. (TRT Haber, 02.11.2019) Çin’de aileler kız çocuklarını boğarak öldürüyor. (21.2.1983) Hindistan'da canlı halde gömülmüş kız bebek bulundu. Hindistan'ın kuzeyindeki Uttar Pradeş'te canlı halde gömülmüş, yeni doğmuş bir bebek bulundu. (BBC, 14 Ekim 2019) Hindistan’da 20 günlük kız bebek diri diri toprağa gömüldü. (Birgün, 22.1.2019) Hindistan'da polis 19 kız cenin buldu. (CNN Türk, 06.03.2017) Hindistan'da canlı canlı toprağa gömülen yeni doğmuş bebek çevredekilerin, tüyler ürperten olayı fark etmesiyle ölümden son anda kurtarıldı. (Sözcü, 28 Mart 2017) Hindistan'da yeni doğan bebeği diri diri toprağa gömdüler Hindistan'da şoke eden görüntü! Yeni doğan bebek, diri diri toprağa gömülmüş halde bulundu. (Yeni Şafak, 12.11.2020) Diri diri gömülen bebek mezardan canlı çıktı! Ormanlık bir alanda toprağa gömülmüş yeni doğmuş bir bebek olduğu ihbarını alan güvenlik güçleri, yanlarına sağlık görevlilerini de alarak olay yerine gitti. Belirtilen nokta kazıldığında toprağın altında gömülmüş halde bir bebek bulundu. Yeni doğmuş bebek sağ olarak mezardan çıkarıldı. (Cumhuriyet, 25.02.2014) Adıyaman'da şehit kabrini ziyaret eden lise öğrencileri, bir bebeğin hayatını kurtardı. Gençler diri diri toprağa gömülen bebeği mezardan çıkardı. (CNN Türk, 26 Eylül 2021) Orduda kan donduran olay. Altınordu ilçesi Karşıyaka Mahallesi 933 Sokak’ta meydana geldi. Edinilen bilgiye göre polis ekipleri, yaklaşık 10 gün önce doğum yapan kadının bebeğinin yanında olmadığının ihbarını aldı. Bunun üzerine kadın polis ekipleri tarafından gözaltına alındı. Konuyu genişleten polis ekipleri, kadının bebeğini bir arsaya gömdüğünün bilgisine ulaştı. (Lider Gazetesi, 6 Ekim 2022) Antalya'nın Alanya ilçesinde evli ve 2 çocuk babası Hasan E.'den dünyaya gelen bebeğini bahçeye gömdüğü iddia edilen Fatma E., gözaltına alındı. (CNN Türk, 12.6.2012) “Kız çocuklarının öldürülmesi Çin, Hindistan ve Pakistan gibi birçok ülkede önemli bir endişe kaynağıdır.1978'de antropolog Laila Williamson, her kıtada bebek katliamının gerçekleştiğini ve avcı toplayıcılardan gelişmiş toplumlara kadar çeşitli gruplar tarafından gerçekleştirildiğini ve uygulamanın istisnai değil sıradan olduğunu belirtmiştir. Bu uygulama Avustralya, Kuzey Alaska ve Güney Asya'nın yerli halkları arasında iyi bir şekilde belgelenmiştir ve Barbara Miller, uygulamanın Batı'da bile "neredeyse evrensel" olduğunu savunmaktadır. 1990'da New York Review of Books'ta yazan Amartya Sen, Asya'da beklenenden 100 milyon daha az kadın olduğunu tahmin ediyordu.” (tr.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1z_bebek_katliam%C4%B1) Dursun ve zihniyetine göre bunların hepsi gerçek dışı!
Cehennem İşkence Yeri mi, Yoksa İlahi Tedavi Merkezi mi?
Cennet ve Cehennem bizim duyu organlarımızla algılayamadığımız gerçekler oldukları için; bize ‘simgelerle’ anlatılmıştır. Cennet mükemmelliğin, güzelliğin, pozitifliğin merkezleştiği ilahi sevgi ve rahmet ortamıdır. Cehennem ise eksikliğin, çirkinliğin, negatifliğin merkezleştiği yerdir! Dünyada insana en çok acı veren şey ise ateştir. Bu nedenle cehennem ateşle simgeleştirilmiştir. Kur’an'ın genel mantığı içinde Allah korkusundan kasıt, Allah’ın sevgisini yitirmekten çekinmektir. Yoksa yüksekten korkmak veya yılandan korkmak anlamındaki korkmak değildir.
Cehennem Nedir?
Bilgisiz insanlar, nasıl hekim ve hastabakıcıları işkence yapanlar gibi görebilirse cehennem ehli de, çektikleri tedavi ızdırabını önceleri işkence sanırlar ama sonra gerçeği görürler. Dünyada nasıl bazı hastalıkların tedavisi için acı ilaçlar, pansumanlar, dağlamalar, yakıcı merhemler, söktürücü sıvılar, serumlar gerekiyorsa, cehennem tedavi merkezinde de zakkum simgesiyle belirtilen acı ilaçlar, değişik işlemler, serumlar vardır. Cehennem nasıl sonsuz ruhsal yükselme ortamı ise cehennem azabından amaç da işkence değil, insanı temizlemek ve onu ruhsal yükselmeye layık bir duruma getirmektir. Cehennem, bu hayatta kendilerine verilen fırsatı kaybeden insanların, ilahi adalet kanununa bağlı olarak yaptıklarının karşılığını görmelerini ve bu sayede kendi elleriyle ruhlarında meydana getirdikleri hastalıklardan kurtulmalarını ifade eder. “Sizden önce nice topluluklara elçiler gönderdik; onları varlığa ve sıkıntıya uğrattık ki doğruyu görsünler.” (En’am, 42) Buradan anlaşılıyor ki, cezadan kasıt yola gelmek, uyanmak ve daha yüksek bir hayata kavuşmaktır. Cehennem cezasının hedefi işte budur. Cehennem, bütün dehşeti ile birlikte günahkarlar için "Mevla": Dost (Hadid 15) ve “ümm”: Anne (Karia, 9) olarak da Kur’an’da geçer. Bu mecazların reel karşılığı da vardır. Cehennem asiler ve günahkarların dostudur. Onlar cehennemin sinesinde yeniden yetişecekleri için cehennem onların anaları olmuştur.
Allah Gökte midir?
Mülk suresi 16. ayette geçen, ‘Men fi’s-semai’, ‘gökte olan’ anlamına gelir ve Dursun buradan hareketle Allah’ın göklerde olduğunu iddia eder. Halbuki burada gökte olandan maksat ‘melekler’ veya ‘Allah’ın azabıdır.’ "Men" sözcüğü tekil olmakla birlikte anlam olarak çoğuldur, genelleme anlamını verir. Dursun’un iddiasının aksine, Fahrettin Razi tefsirinde ‘men’den kasıt "Allah’tır" dememekte, "Allah’tır" diyenlerin görüşünü alıp yanıt vermektedir. Çünkü Razi Eşari'dir. Eşariler, Allah'a mekan isnat etmeye şiddetle karşıdırlar. Bakara, 210'da geçen "Allah’ın gelmesi mi bekliyorlar?" deyimini ise bütün İslam düşünürlerince "Allah’ın azabının gelmesi" olarak yorumlanmışlardır. Ayetin ayetle tefsiri kuralı gereği Mülk 16. ayetin anlamı, Nahl Suresinin 33. ayeti ile çok belirgin hale gelmektedir. “Onlar kendilerine yalnız ‘meleklerin’ veya senin ‘Rabbinin buyruğunun’ gelmesini mi bekliyorlar? Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmemişti, ama onlar kendilerine yazık ediyorlardı.” (Nahl, 33) Evet, Dursun tefsir alimidir (!) ama daha tefsir metodolojisinden habersizdir!
Neden Ay ve Güneş?
İslam ay ve güneşi ölçü tutmuştur. Bunun birçok hikmeti vardır. İnsanların çoğu teknik bilgiye sahip değildir. Dolayısıyla vakitleri daima güneşe göre ayarlarlar. Bu asırdaki gibi saat imkanı da her zaman bulunmamıştır. Vakitlerin esnek, kaygan olması insan ruh ve sağlığı için çok önemli bir unsurdur. İlk olarak insanı sıradanlıktan kurtardığı gibi, canlı, esnek bir düzen verir. Dünyanın 24 saati, senenin 4 mevsimi, bu 4 mevsimdeki gün ve gecelerin kısalık ve uzunluğun değişkenliği, doğallığı ve bu değişkenlik içinde sürekli bir ibadet ortamı nerede, Sabah saat 8.00, akşam 17.00 monotonluğunun bunaltıcılığı nerede? İnanmış insan vaktin kısalığına, uzunluğuna, sıcağına, soğuğuna bakmadan, her halükarda günlük görevlerini yerine getirir. Böyle bir durum ise, insana güçlü bir eğitim ve sağlık verir. Eğer Ramazan orucu aya göre, namaz güneşe göre ayarlanmasa idi, dünyanın bir tarafı hep sıcak günlerde oruç tutacak ve hep sıcak saatlerde namaz görevini yerine getirmek zorunda kalacaktı. Dursun’un yaptığı gibi, İsra 78. ayetini "Güneş için namaz kıl!" şeklinde tercüme etmek ise Kur’an’ın tümüne zıt bir açıklama olmaktadır. Burada ‘Lam harfi’ illet içindir. Amaç, tahsis değildir. Yani "Güneş batıya dönünce namaz vacip olur" demektir. Yoksa "Güneş batıya dönünce güneşe ibadet edin" demekle, Kur’an’ın tek Tanrı inancı ve sıfatları hakkındaki ayetleri ve Kur’an’ın güneşe tapanları yeren kısımlarını görmemek demek olur ki bu da tam bir cahillik olur. Mesela, "Güneş doğunca uyan, batınca yat" denildiğinde acaba uyumak ve yatmak Güneş için mi olmaktadır? Hem bu verilen manayı neden bir tek islam alimi bile dile getirmemiştir? Her çeşiti ile birçok İslam düşmanı oryantalistin bile aklına bu parlak fikir (!) neden gelmemiştir acaba?!
Ümmet-Ulus İkileminde İslam’ın Konumu
Arap dil bilgini İbn Manzur, ‘Lisanül Arap'ta ümmet sözcüğü hakkında şunları söylemektedir: "Ümmet, insan nesli demektir. Her elçinin ümmeti, tebliğ için gönderildiği bütün insanlardır." İslam’a göre ümmet sözcüğünün kavramsal anlamı, “aynı amaç ve kurallara bağlı olarak bir arada olan topluluk” demektir. Kur’an-ı Kerim, milletlerin çokluğunu kaynaşmaya vesile sayar. İslam’da hiçbir ırkın veya rengin diğerine üstünlüğü düşünülemez. Son elçinin Arapların içinde ve onlardan biri olarak gelmesi, Araplara ümmet içinde bir ayrıcalık getirmez. Ulus ise daha çok kan, dil, toprak ve kültür birliğine dayalıdır. İslam insanlık alemini aynı barış ve adalet kuralları çevresinde birleştirmek için gönderilmiştir. Evrensel olmak, tüm insanlığın acı ve ızdıraplarını ve doğal olarak sevinç ve mutluluklarını benliğinde duyabilmeye bağlıdır. Yalnızca kendi topluluğunu, ırkını, bölgesini düşünenler evrensel olamazlar. Hz. Peygamber’in Taif'teki insanları iyiye, doğruya ve güzele çağırmasına karşılık Taifliler O’nu taş yağmuruna tutup bedenini kanlar içinde bırakmışlardı. O ise ellerini açarak şöyle yakarmıştı: "Rabbim, benim şu ‘topluluğuma’ doğruyu göster, onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar." (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV/314) Sizi kanlar içinde bırakanlara ‘benim topluluğum’ demek, bir başka deyimle düşmanlarını bile kendi benliğinin bir parçası gibi görerek ruh enginliğine ulaşmak; Evrensellik işte budur!
Din ve Millet Sözcükleri
Kur’an’da milletle din kelimesi arasında sıkı bir ilişki vardır: Kur’an’da millet Allah'a değil kişilere izafe edilir. Sözgelimi hiçbir zaman Allah’ın milleti denmez. Buna karşılık ‘İbrahim milleti’ deyimi birçok yerde geçer. Millet sözcüğü Elmalılı Hamdi Yazır'ın da belirttiği gibi, ‘dinin toplumsal yanını’ ifade eder. Yani tarih boyunca Müslümanlar İbrahim'in milleti üzere olmuşlardır. Hz. İbrahim dahil İslam’ı din kabul eden ve bu din üzerinde bir millet halinde ümmet oluşturan insanlar hep kardeştir. ‘Dinden ümmete giden yolun adıdır millet.’ Yani millet bir gidiş, bir yol tutuş demektir. İslam terminolojisinde milletin bugün Türkçede kullanıldığı sekliyle ulus, ırk, kavim ve yabancı dillerdeki ‘nation’ kelimeleriyle hiçbir ilgisi yoktur!
Müslüman’dan Başkası Cennete Giremez mi?
Hz. Muhammed'den önce gelen peygamberlerden herhangi birine inanarak onun getirdiği ilahi mesajı yaşayan insanlar sonsuz mutluluğa erişmeye hak kazanmışlardır. Yine Hz. İsa'nın devrinden Hz. Muhammed'in zamanına kadar olan süre içinde Hristiyan olarak yaşayan insanlar sonsuz mutluluk yeri olan cennete gireceklerdir. Peygamberlerin mesajını işitmeyen insanlara gelince, bunlar hakkındaki detay, “Kur'an'daki bilimsel hatalar, çelişkiler iddiasına cevap” adlı yazımızda ele alınmıştır.
İslam savaş hukuku, İslam’da cihat niçin yapılır?
Cihat, ‘çaba, mücadele, gayret’ anlamlarına gelen bir kavram olup sözlü ve fiili düşünsel, psikolojik ve fiziksel tüm çaba ve mücadeleleri içine alır. İslam’da savaş asla dini zorla kabul ettirmek için yapılmaz. Bu konuda Allah'ın emri açıktır. "Dinde zorlama yoktur." (Bakara, 256) İslam’da savaş, saldırıyı püskürtmek için yapılır. "Kim sizin üzerinize saldırırsa, sizde tıpkı onların saldırdıkları gibi (saldırılarına karşılık olarak) saldırın. Allah'tan sakının. Ve, Allah'ın sakınanlarla beraber olduğunu bilin." (Bakara, 194) "Sizinle din konusunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmak ve adaletli davranmaktan Allah sizi men'etmez; çünkü Allah adaletli davrananları sever. Allah sizi ancak sizinle savaşan, yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza arka çıkmış olanlarla dostluk etmenizden meneder." (Mümtehine, 8-9) Resulullah savaşlarda kadınlarla çocukların öldürülmesinin yasaklamıştır. (Ebu Davud, Hds. No:2668, Buhari Cihad 147-148, Müslim Cihad 25-26, Tirmizi Siyer 19, İbni Mace Cihad 30, Darimi Siyer 24, Muvatta Cihad 29, Ahmed Bin Hanbel, II/23-22, 76, 91) Yani “savaşta, savaşmayan insanlarla savaşılmaz, silahsız insanlara dokunulmaz.” (Aliyyül Kari, Mirkatül Mefatih, IV/237) Bu konuda detay için, “İslam savaş hukuku” adlı yazımıza bakılabilir.
Din Özgürlüğü ve Mürted Konusu
Kur’an’da mürtedin (İslam'ı terkedip başka bir dine girenin) öldürülmesini emreden hiç bir ayet yoktur. Tersine Kur’an bunun cezai müeyyidesinin ahirette verileceğini birçok ayette ifade eder. Ali İmran, 90: “İnandıktan sonra inkar edip, inkarda aşırı gidenler var ya, onların tövbeleri kabul edilmeyecektir. İşte sapıklar onlardır.”; Nisa, 137: “Doğrusu inanıp sonra inkar edenleri, sonra inanıp tekrar inkar edenleri, sonra da inkarları artmış olanları Allah bağışlamaz; onları doğru yola eriştirmez.”; Maide 54: “ Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah öyle bir kavim getirecektir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı vakarlıdırlar; Allah yolunda cihad ederler ve hiç kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah’ın lütfu geniştir; O, her şeyi bilir.” Görüldüğü üzere, bu ayetlerde iman ettikten sonra küfre sapanlara dünyevi herhangi bir ceza yoktur. İslam’da mürtedin öldürülmesi ancak ‘Müslümanlarla savaşması’ şartına bağlıdır. Yani mürtedin öldürülme nedeni İslam’dan dönmesi değil, Müslümanlarla savaşmasıdır. Hz. Ebubekir'in mürtedlerle savaşması dinden dönmelerinden dolayı değil, İslam toplumunu parçalamaya ve düzenlerini bozmaya çalışmaları nedeniyle idi. "Dinini değiştireni öldürünüz" şeklindeki hadisi de rivayeti de bu düzlemde anlaşılmalıdır! İslam dininden dönenler direkt olarak Müslümanlarla savaş haline geçiyorlardı. Yoksa, dinden dönen bir kişiyi öldüren Müslümanları Hz Muhammed kınamış, Hz Ömer zamanında da yine bir kişi öldürülünce Hz Ömer "Allah'ım, yemin ederim bunlar bu işi yaparken ben yanlarında yoktum. Ve yine yemin ederim, duyduğum zaman da yaptıklarından hoşnut olmadım." (Buhari, Mağazi, 58; İbn-i Hişam, Sire, IV/72; Muvatta, Akdiye, 58) diyerek üzüntüsünü belirtmiştir. Efendimiz de hadisinde, dinden dönüp savaş açan hainlerin üç şekilde cezalandırılabileceğini bizlere bildirmiştir. “İslam’dan çıkarak Allah ve Resulü ile ‘harbe tutuşan’ kişi ya öldürülür, ya asılır, ya da sürgün edilir.” (Ebu Davud, Hudud, 1; Nesai, Kasame, 14) Görüldüğü gibi, sürgün de, İslam devlet otoritesinin verebileceği cezalardan birisidir! Zaten bu cezaların uygulanması da ancak devlet eli ile gerçekleştirilebilir! Ali İmran suresinin 89. ayetinde dinden dönenlerden tövbe edenlerin tövbesini Allah'ın bağışlayacağı, 91. ayette ise kafir olarak ölenlerden bahsedildiği görülmektedir. Dinden dönenlerin direk öldürülmesi hükmü İslam’da olsa idi, tövbe etmeleri veya ölene dek kafir yaşamalarından Kur’an'ın bahsedilmemesi gerekirdi. Zaten içinden dinden dönen ama dışarıdan Müslüman yaşayanların münafık olacağı ortadadır ki, Kur’an'ın buna teşvik etmesine imkan yoktur. Yani, İslam’da dinden dönen değil, dinden döndükten sonra İslam devletine karşı ‘Siyasi, sosyal ve ekonomik’ faaliyetler içinde bulunup ‘terör eylemleri’ gerçekleştirenlere ceza uygulanır. “Riddet; toplumsal, siyasal başkaldırı ve terör anlamına özel bir kavramdır.” (Altay Cem Meriç, Muhtelif-1, s. 157) Bu noktadan hareketle de Bernard Lewis, “Din alimlerinden kafirlik suçlaması yüzünden yargılanıp suçlanan ve hüküm giymiş yok gibi görünmektedir.” (Altay Cem Meriç, Muhtelif-1, s. 154) demekte ve yine Bernard Lewis, “Mürtedler, siyasal bir anlamlılık kazanmış olmaktadır.” (Meriç, s. 164) tespitinde bulunmaktadır. “Montogomery Watt da, “Ridde hareketlerinde dini ve siyasi faktörler birbirinden ayrılmayacak şekilde iç içe girmişlerdi. İslam'ın dini, siyasi ve sosyal, ekonomik sisteminden uzaklaşma hareketiydi ve bu yüzden de İslam karşıtı bir hareketti.” demektedir. Ureyne kabilesine yönelik uygulanan cezanın kısas olduğu ve onların çobanlara yaptıkları eziyetin aynı ile cezalandırıldıkları da görülmektedir. Bu kabiledeki kişiler hasta idiler, efendimize gelmişler, efendimiz de onların yanlarına bir deve çobanı vererek iyileşene dek onları Zü'l-Hader denen bölgede misafir etmişti. Bu kişiler iyileşince, çobana işkence ederek öldürmüş ve kaçmışlardı. Bu kişilerin eşkıyalık faaliyetinde bulundukları açıktır.” (Meriç, Muhtelif-1, s. 166, 167) O nedenle de, dinden döndükleri için değil, ‘kısas gereği’ işledikleri suçun cezası kendilerine verilmiştir. Buhari'de geçen “dinini değiştireni öldürün” (Buhari, Cihâd, 149) hadisin ise, haberi vahittir ve ravi İkrime rivayetlerinde ‘cehr edilmiş’ yani reddedilmiştir. (Meriç, Muhtelif-1, s. 172)
Biz Müslümanları olarak, “Böyle bir hadis yoktur.’ veya ‘hadisler delil değildir.” diyerek kolayca işin içinden çıkabilirdik. Ama ehli sünnetin ‘edille-i şer'iyye/edille-i erbaa’ olarak kabul ettiği ‘İslam'da dini ve şer'i hükümlerin kaynakları’ndan ikincisi hadisi şeriflerdir! O nedenle bu hadise de değer verir ve ilmi kriterler içinde ele alıp değerlendiririz. Bir kere İslam tarihinde, “Hz Muhammed'in siyasi terör faaliyetine bulaşmamış bir mürtedi öldürdüğüne dair bir örnek görememekteyiz. Bu hadisinde en çok gündeme geldiği zaman, Hz Ebubekir döneminde yaşanan kitlesel irtibat savaşları dönemidir. Buradaki durumun silahlı bir isyan, siyasi bir başkaldırı olduğu ise açıktır. Hz Ebubekir, ortaya çıkan isyanı bastırma çabasıyla kılıç çekmiştir. Terör faaliyetini bırakıp tekrar eski haline döndüklerinde ise, onlar affedilmiştir.” (Meriç, s. 168- 169) Efendimiz diğer bir hadisinde de, “İslam'dan çıkarak ‘Allah ve Resulü ile harbe tutuşan’ kişi ya öldürülür ya asılır ya da sürgün edilir.” (Ebu Davud, Hudut, 1; Nesai, Kasame, 14) buyurmaktadır ki, hadisin mesajı açıktır: Dinden dönen, ‘savaş açarsa’ öldürülür! Ayrıca kadınlara mürted cezasının uygulanmaması meselesi de dikkat çekicidir! Kadınların, “savaş gücü oluşturmadıkları için” dinden dönmesinde ceza uygulanmayacağı söylenmiştir. İbn Abbas'ın irtidat eden kadının öldürülmeyeceği yönündeki ifadesini, Ömer Bin Abdülaziz'in, irtidat eden bir kadına ölüm cezası vermediği rivayeti desteklemektedir. “Piri fani (hayli yaşlı) irtidat etse de öldürülmez.” (Haskefi, ed-Dürrü'l-Muhtar, III/224) fetvası da bu görüşü destekler! (Meriç, s. 172) Özetle, mürtetle ilgili ceza bireysel bir inanç değişikliğinden ziyade kılıçla bir başkaldırı anlamı taşıyan ve modern hukukta “terör suçlarına denk gelen” suçlar için öngörülmüş bir cezadır. Bu yüzden irtidat konusu, Serahsi'nin ünlü eseri ‘Mebsut'unda, ‘devlet hukukuna’ dair ‘Kitabüs- Siyer’ bölümü içinde yer alır. Yani riddet kelimesi ile “siyasi içerikli silahlı bir terör faaliyeti” kastedildiği açıktır. (Meriç, s.174-176) Özetle, “Mürtedin öldürülmesinin sebebi olarak ileri sürülen gerekçeler, ‘mürted dinden döndüğü için öldürülür’ tarzındaki bir sebepten ziyade, toplumsal hayatı bozması, ifsad etmesi ve İslam Devletiyle savaşması gibi birtakım nedenlere dayanmaktadır.” (Maşallah Turan, İslam’da İrtidat, Kadim Akademi SBD, II/9) Bu nedenler dışında insanları zorla bir dinde tutmak zaten ‘psiko-sosyal hastalık olan takiyye-nifak’ hastalığına neden olacaktır ki, bu durum zaten İslam’ın ana ilkesi olan ‘kalp ile tastiğe’ aykırı bir haldir ve toplum için çok daha fazla zararlara neden olur!
"Müslüman olmayanlar" Müslümanların Koruması Altındadır
İslam’ın temel hedeflerinden biri de, Müslüman olmayanların bile adil bir ortamda yaşamalarını sağlamayı amaçlamaktır! İslam, şirk ve zulüm ortamını temizler ve sonra toplumun dini inancını yaşamasına izin verir. Bu inanç İslam’a ters bile olsa kimseye müdahele edilmez! (Bu konuda, ‘islam barış dinidir.’ adlı yazımıza bakılabilir.)
Kur’an’da, "Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş, bir insanı dirilten bütün insanları diriltmiş gibidir” (Maide, 32); “Sen ancak bir hatırlatıcısın, onlara zor kullanacak değilsin.” (Gaşiye, 22); “Sen mümin olmaları için insanlara zor mu kullanacaksın?” (Yunus, 22) buyrulmaktadır. Bir İslam toplumunda herkes, dilediği inanç ve görüşü seçme hakkına ve seçimine göre yaşama imkanlarına sahiptir. Bu ve başka temel hükümler, İslam’ın temel insan hakları bağlamında, insan olan herkese tanıdığı hak ve özgürlüklerdir. Elbette bir İslam toplumunda gayri müslimler de olacak ve onların da temel hak ve özgürlükleri bulunacaktır. Hz. Ali'nin formüle ettiği gibi Müslüman olmayanlar "bizim yaratılışta eşlerimizdir." Bu genel tanım içinde Müslümanlar, farklı din ve siyasi görüş sahiplerinden sadece genel asayişe itaat ve onlara götürülecek hizmetler karşılığında, güçleri oranında vergi (cizye) ister. Siyasi görüşlerin açıklanması ve siyasal katılım kanalları açıktır. Ancak bir fikri zor ve şiddet kullanarak benimsetmek yasaktır. Meşru bir yönetime karsı silahlı eylemde bulunan (bağy) aynıyla karşılık görür. Ama devlete karşı islenmiş suçlar olmadığı için, silahlı eylemden vazgeçenler (ayetin tanımıyla tövbe edenler) kendi hallerine bırakılırlar. Bu arada adam öldürmüş, kan akıtmışsa bunun hesabını verir. Şüphesiz bunlar en ekstrem/aşırı durumlardır. Normal sistemde yürürlükte olan ise, akıllara durgunluk verecek kadar çarpıcı bir özgürlüktür. İslam, ilke olarak gayri müslim her dini veya kültürel grubu kendi hukukuyla başbaşa bırakır. Peygamberimiz, Yahudilerin anlaşmazlığında onlara; "Size hüküm vermemi ister misiniz? İnandığınız Tevrat'a göre mi, yoksa Kur’an’a göre mi?" diye sormuş ve talepleri üzerine Tevrat'a göre onlara hüküm vermiştir. Bu, tam anlamı ile dini ve adli/hukuki özerkliktir. Şimdi bu konuda gayri müslim bir tarihçi olan Lübnan Hristiyanlarından Prof. Philip K. Hitti'nin tanıklığına başvuralım; "Müsamaha/hoşgörü gören dinlere mensup olanlar, yani vahye dayanan kitaplara sahip dini camialardan meydana gelir ki, Hristiyan, Yahudi ve Sabii olan bu gibi kimselere ‘Ehlu'z-Zimme’ adı verilir. Müslümanlar, bu gibi kimselerle çeşitli şartlar taşıyan anlaşma yapmışlardı. Kitap sahibi dinlerin mevcudiyetlerinin bu şekilde tanınmış olması, Hz. Muhammed'in getirdiği ve en basta gelen yeniliklerden biridir. Bu dinlere mensup olanlar, İslam toplumunda silah taşımayacaklar ve İslam devletinin kendilerine tanıdığı "himaye" (zimmet) hakkına mukabil ona vergi (cizye) ödemeye rıza göstereceklerdi. Bu hukuki statüye karşılık zimmiler zümresi, vergi ödemelerine karşılık, geniş surette hoşgörü gördüler. Bir Müslümanın taraf olduğu hukuki ihtilaflar müstesna, bu teba zümresi, hukuk davalarında ve hatta ceza davalarında kendi dini başkanlarının adli teşkilatlarına ve usullerine bağlı kaldılar. İslam hukuku, bu çeşit gayri müslimlere tatbik edilmekten alıkonulmuştur. Bu ayrı statüye tabi tutulma (adli muhtariyet) sistemi, Osmanlı devletinde son devirlere kadar, Irak’ta ve Filistin'de kurulan İngiliz manda idaresinde yürürlükte kalmıştır. Köken itibariyle Kur’an-ı Kerim de (9/19, 26/105 ve 109, 36/69-72 vd) gösterilen Ehli Kitaba hasredilen ve ilk İslam devletlerinde yürürlükte tutulan bu hoşgörü ortamı, daha sonraları Müslümanlar tarafından Harranlı Sabiiler ve Berberiler'ede uygulanmıştır." Hz. Ömer, yoksul ve çalışamayacak durumda olan gayri müslimlere devlet bütçesinden maaş (işsizlik sigortası) bağlamıştır. Bu dine mensup olanlar ile ateşe, yıldıza, ineğe, bir nesneye (fetişist) tapanlar arasında İslam bakış açısına göre mahiyet farkı değil, biçim farkı vardır. İlk Halifeler ve büyük müçtehidiler, Mecusi, Sabii, Yezidi, Budist, fetişist vb din mensuplarını Ehli Zimmet içinde ele aldıklarına ve onlara Zimmi Hukuku'nu uyguladıklarına göre, bizim de, modern zamanların çağdaş din müntesiplerini aynı kategoride ele almamız mümkündür. Schumpeter ve Gaarder da, sözgelimi bugünkü marxizmin gerçek anlamda bir din tanımına girebileceğini, hatta buna "Materyalist Teokrasi" denebileceğini söylemektedirler. (Kitap Dergisi, Mart 1990) Gerçek şu ki, eğer tarihte Müslümanlar bu yolu seçmeseydi, bugün Asya'da ve Afrika'da tek bir Mecusi, Budist, Brahmanist din müntesibi kalmaz, hepsini kılıçtan geçirip bir soykırıma girişmeleri gerekirdi. Ama Müslümanların böyle yapmadıklarını biliyoruz; bu dinlerin hala yaşıyor olması bunun açık bir kanıtıdır. Bugün İran'da yüzbinlerce Mecusi vardır. Dahası, yüzlerce yıldır şeytana tapan Yezidiler bile güvenlik içinde yaşamışlardır. Bugün hala Mardin-Midyat yöresinde ve Musul taraflarında Yezidiler varlıklarını sürdürmektedirler. Eğer bu bölgeye tarihte İslam değil, Hristiyanlık hakim olsaydı, Kilise hepsini ateşe atıp yakardı. Nitekim kendileri şeytana tapmadıkları halde, bilimsel düşüncelerinden dolayı nice insan ateşe atılmış, özellikle kızıl saçlı ve yeşil gözlü kadınlar "içlerinde şeytanı taşıdıkları" iddiasıyla aynı akıbete uğramışlardı. Hatta Batıda başka mezhepten olan Hristiyanlar defalarca katliamlara maruz kalmışlardı. İslam ise, şeytana tapanları bile kendi hallerine bırakmış, tapınaklarına dokunmamıştı. Kur’an "yeryüzünde fitne çıkaranlar"ın zor kullanarak bastırılması hükmünü getirmiştir. Siyasal rejime muhalefet bağlamında burada sözü edilen fitne, herhangi bir siyasi görüsü anlatma, açıklama, taraftar toplama değil, doğrudan şiddet ve baskı yöntemlerine başvurma eylemidir. Bugün en demokratik ülkelerde bile durum bundan farklı değildir ve siyasi terör örgütleri, kurulu demokratik rejimlerin silahıyla mukabele görmektedirler. (Cizye konusunda detay için, ‘İslam kılıç zoru ile yayılmadı’ ve ‘Savaş esnasında uyulması gereken kurallar’ adlı yazılarımıza bakılabilir.)
Küfür ve Kafir Kavramları
Küfür basit bir inkar değildir. Bu kavramın içinde düşünsel ve eylemsel bir olumsuzluk bulunur. İmanın iyi anlaşılması için, onun zıttı olan ve ondan önce gelen “küfr” kavramının iyi bilinmesi ve iyi tahlil edilmesi gerekir. Küfr, “kfr” fiil kökünden mastar olup, sözlükte “bir şeyi örtmek” anlamına gelir. Bu açıdan düşünüldüğünde kafir; ‘yüce değerlerin özünü, özündeki güzelliği ve mükemmelliği örten’ anlamına gelir. Bazı ibadetler ve tövbe, birtakım günahları örttüğünden bunlara da ‘keffaret’ denilir. Allah'ı, ayetlerini ya da hükümlerini örten, daha çokta Allah'ı evrenden silmeye çalışan, sebepleri görüp ötesini göremeyen, duyularının ulaşamadığı şeyleri “yok” sayan, evrenin yaratılışını, meydana gelen olayları rastlantı, zorunluluk gibi birtakım hayali etkenlere bağlayan, (Detay için, ‘evrim’ ve ‘Ateizm Yanılgısı’ adlı yazılara bakılabilir.) bilmeden her zerreyi ilahlaştıran veya Allah'ın ayetlerinin birini, birkaçını ya da tamamını bu şekilde tanımamaya yönelenlerin artık, kalpleri de örtülür; basiretleri yok olur, akılları işlemez (muhakemeleri sağlıksızdır), dilleri hakkı söylemez duruma gelir. (Araf 101, 179; Detay için, ‘Allah kalpleri mühürler mi?’ adlı yazımıza bakulabilir.) Görülüyor ki, küfür düşünsel ve eylemsel bir negatifliktir. Buna karşılık iman varlık ve oluş noktasında olumluluğu, pozitifliği içinde barındırır. Yani iman; pozitif kutuptaki düşünsel ve fiili bir kategoridir!
Zina ve Cezası
Kur’an'da uzak durulması gereken bir eylem olarak ifade edilen zinaya ceza olarak, tarafların her birine yüzer kez vurulması emredilmiştir. (Nur, 2) Bu vuruştan maksat öldürmek değil, toplumsal bir kınama ve bu kınamanın insanda meydana getireceği yaptırımlardır. Zina denince akla gelen recm (taşlama) cezası ise Kur’an'da geçmemektedir.
İslam’da recm var mıdır?
Nur Suresi'nin 2. ayetinde zina edenlerin cezası belirtilirken evli veya bekar olmaları arasında bir fark belirtilmemektedir. Bir rivayette Peygamberin emriyle bu cezanın uygulanması sırasında suçlunun kaçmaya çalıştığı fakat yakalanıp öldürüldüğü Peygamberimize aktarılınca; “keşke bıraksaydınız” (Ebu Davud, Hudud, 24) dediği nakledilmektedir. Oysa Nur Suresi’nin 3. ayetinde “Cezaları uygularken şefkatiniz size engel olmasın.” denilmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber, bu durumda (rivayete göre) Allah'ın hükmünü uygulamamış oluyor ki, bu Peygambere bir iftiradır ve peygamberimizin böyle bir şey söylemesi düşünülemez! Peygamberimizin ceza konusundaki anlayışı açısından şu rivayet gerçekten dikkate değer: “Ebu'l-Yesar diye bilinen Abbad isimli, Ensarlı bir adam, başından geçen bir olayı Peygamberimize şöyle anlatmıştır: Ey Allah'ın Elçisi, ben kentin kenar bir semtinde bir kadınla yalnız kalıp onunla seviştim. Cinsel ilişki dışında ondan yararlandım. İşte şimdi huzurundayım. Hakkımda istediğin hükmü uygula! Ömer bin Hattab: Allah seni gizlemiş, sen de kendi hatanı gizleseydin! demiş; fakat Peygamberimiz, cevap vermemiş. Adam yürüyünce ardından birini gönderip onu çağırtmış ve ona: “Gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür.” (Hud, 114) ayetini okumuştur. Bir adam kalkıp: “Bu yalnız ona mı mahsustur?” diye sormuş. Peygamber; Hayır, bütün insanlara mahsustur, demiştir. (Tirmizi, Tefsir 12) Bu konu ayrıca, ‘İslam’da had cezaları’ başlığı altında ele alınmıştır.
Yaratılışın Altı evresi
Kur’an'da gün kelimesinin kullanımı ve 6 gün kavramı, “Kur'an'daki bilimsel hatalar, çelişkiler iddiasına cevap” başlıklı yazıda ele alınmıştır.
İskenderiye Kütüphanesini Kim Yaktı?
Öncelikle bu iddianın ilk kaynağı olarak gösterilen ve E. F. Gregorios tarafından yazılan ‘Devletlerin Kısa Tarihi’ adlı kitabın ‘ilk baskısında’ ve Süryanice'ye tercüme edilen 'İslam Fetihleri' adlı bölümde böyle bir iddia asla yoktur. Ne zaman ki, kitap İngilizceye çevrilmiştir, kitapta bir anda bu iddia yer almış ve sonra da dünyaya yayılmıştır! Kısaca bu iftiranın yer aldığı kaynağın içeriği zaten sorunludur! (Ali çankırılı, Batıda İlmi Skandallar, s. 45) Halbuki gerçekte, “Bizans, dönemin en büyük kütüphanesi İskenderiye Kütüphanesi’ni yakarken, İslam coğrafyasının her yanında kütüphaneler açılmıştır.” (Soner Yalçın, Hürriyet, 10 Ekim 2010) Alanında sayısız eser veren Adnan Adıvar’da, “İslam ve İlim” adlı eserinde bunun bir iftira olduğunu belirtir. (A. Adnan Adıvar, Tarih Boyunca ilim ve Din, s. 71, 75; 98,103; Vâlâ Nureddin, Tarih Boyunca İlim ve Din, Akşam, 25 Nisan 1944) Princeton Üniversitesi Doğu tetkikleri kürsüsü başkanı Prof. Philip K. Hitti ise şöyle demektedir: “Halifenin (Hz. Ömer’in) emriyle Amr İbn As'ın altı ay boyunca şehrin çok sayıdaki hamamlarında, İskenderiye Kütüphanesindeki kitapları yaktığına dair anlatılanlar, ‘tamamen hayali ve farazi tatlı hikayelerden ibaret’ olup, tarihi gerçeklerle alakası yoktur. Büyük Plotemy Kütüphanesi pek erken bir devirde, daha M.Ö. 48 senesinde Julius Sezar tarafından ateşe verilmiştir. Yeni İskenderiye Kütüphanesi ise, İmparator Teodoius emri üzerine, takriben M.S. 389 yılında ikinci defa ve tamamen yok edilmiştir. Bu duruma göre İslam fetihleri esnasında İskenderiye'de önem taşıyan herhangi bir kitaplık mevcut olamazdı ve ayrıca o çağda yaşamış hiçbir tarihçi ne Amr'a ne de Ömer'e bu konuda bir suç atfetmemiştir.” (İslam Tarihi, I/251; Ayrıca Seyyid Hüseyin Nasr, islam'da bilim ve medeniyet, s. 198; Adem Pak, İskenderiye Kütüphanesi'nin Akıbeti Üzerine Değerlendirmeler, İslami Araştırmalar Dergisi, 2003, XVI/I, 176-183; Mehmed Mansur, İskenderiye Kütüphanesini Müslümanlar mı Yaktı, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları; Nuray Yıldız, Eskiçağ Kütüphaneleri, 90-94; Mustafa Fayda, Hz.Ömer Devri, DGBİT, II/100-104) İskenderiye Kütüphanesi üstüne araştırmalar yapan Gazi Üniversitesi öğretim görevlisi Tuncer Tuğcu, İskenderiye Kütüphanesi’nin yakıldığı günü şöyle anlatır: "414 yılının Lent bayramında, Hypatia’nın konuşmalarından etkilenen halk kütüphanenin önünde toplandı. Piskopos Cyril"in rahipleri bu kalabalıktan rahatsız oldu ve silahlı güçleri çağırdı. İlk Hypatia tutuklandı, eziyet edilerek öldürüldü. Daha sonra İskenderiye Kütüphanesi’ndeki kitaplar toplatıldı ve hamamlarda ateşe verildi. Ve kütüphane alevler arasında sonsuz bir sessizliğe gömüldü. Böylece insanlık tarihinin bu eşsiz bilim ve kültür hazinesi yok oldu, dünyanın eski çağlarına ait pek çok değerli bilgi bir daha elde edilmeyecek şekilde ortadan kalktı." Bernard Lewis de konu hakkındaki makalesinde, kütüphanenin Müslümanlar tarafından yok edildiği hikayesini bizzat Alfred J. Butler, Victor Chauvin, Paul Casanova ve Eugenio Griffin gibi Batılı ilim adamlarının reddettiğini yazmaktadır. (Mostafa El-Abbadi ve Omnia Mounir Fathallah, What Happened to The Ancient Library of Alexandria?, s. 214) Yazar Dr. Sigrid Hunke, İskenderiye Kütüphanesinin Başkumandan Amr’ın emri ile yakılması iddiasının tamamen çirkin bir iftiradan ibaret olduğunu açıkça ifade etmekte (Avrupa'nın üzerine doğan İslam güneşi, s. 255) ve Kahire Kütüphanelerinde iki milyon yüz cilt sayısına ulaşan eserlerin, eski İskenderiye kütüphanesindeki kitap mevcudunun yirmi misline ulaştığının altını çizmektedir. Lord John Davenport ise, ‘Hz Muhammed ve Kur’an’ı Kerim’ adlı eserinde bu konuda şunları söylemektedir: “Hz Ömer’in İskenderiye kütüphanesini yakma yalanı sonradan uydurulmuş bir iftiradır. Çünkü Batlamyus’un Kütüphanesi, Julius Sezar’ın bir seferi sırasında yakılmıştır. Müslümanlar fen, tarih, şiir, felsefe ve başka konulara ait eserleri saklayarak bunlardan faydalandıkları meydandadır ki, değil ki yakmak! Hz Ömer’in kütüphaneyi yaktığını söyleyen Ebulfereç dahi bu uydurma olaydan altı yüz sonra yaşamıştır. Halbuki daha önce yaşayan Hristiyan ve mısırlı tarihçiler böyle bir şeyden bahsetmezler. Gibbon da, olay zamanında yaşayan Hristiyan ve Yahudilerin bu konuda Ömer’den bahsetmemelerinin altını çizer. İskenderiye Kütüphanesi üzerine uzman olan Saint Croix, bu iftiranın bir hurafe olduğunu, çünkü İskenderiye kütüphanesi dahil birçok kütüphanenin dördüncü yüzyıldan sonra yaşamadığını ifade eder. Bu iddianın aksine, Araplarca yazılan tarih, tıp, ziraat ve başka ilimlemre ait eserleri, Kur’an nüshalarıdır diye yakan kardinal Ekzimen veya Çin İmparatorunun eserlerini yok edenler nasıl oluyor da böyle bir hareketi suç olarak ileri sürebiliyorlar?” (Davenport, s. 59-60) Amerikalı tarihçi ve filozof Will Durant'ın da görüşleri aynı yöndedir: “Bazı kaynaklar Amr'ın İskenderiye Kütüphanesini yaktırdığını yazar, ancak bu şehirdeki kitapların büyük kısmının 392 yılında Patrik Theophile zamanında harap edildiğini kaydetmek yerinde olur.” (Will Durant, İslam medeniyeti, s. 170) Ünlü İslam düşmanı "Ernest Renan bile, Hz Ömer'in İskenderiye kütüphanesini yaktırmadığını itiraf etmektedir." (Namık Kemal, Renan Müdafaanamesi, s. 28) Aslında gerçek olan, bu iddiaların kaynağı olan Hristiyanlarda bu işin normal sayıldığıdır! “Kitap yasaklama ve yakma olayları, bilhassa Katolik Roma kilisesi'nin tarihinin bir parçasıdır.” (Prof. Adnan Bülent Baloğlu, Son hurafe Deizm, s. 140) “Haçlılar Trablusşam'a girdiklerinde 3 milyon kitabı yakmışlardı.” (Abdurrahman Ahmet, Garbın İslam'dan öğrendikleri, s. 104) "Engizisyon mahkemesinin kararıyla Gırnata'da 1 milyon cilt kitap yakılmıştı." (Taceddin Ural, Papa bir puttur, s. 93) "Yunan Kralı İskender Babil'de, bir kitap hariç, birçok bina ve kütüphaneleri yakmıştır." (Prof. Dr. George Saliba, İslam Bilimi ve Avrupa Rönesans'ının Oluşumu, s. 48) Ayrıca Arslan Terzioğlu'nun Vakıflar Dergisi, 1970 tarihli “İskenderiye Kütüphanesi Müslümanlar Tarafından Yakılmamıştır” makalesinde özellikle Avrupalı oryantalistlerin eserlerinden istifade edilerek, hadisenin gerçeği yansıtmadığı göstermektedir. (acikerisim.fsm.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/11352/1606/Terzio%C4%9Flu.pdf) Kısacası, “Hazreti Ömer'in İskenderiye kütüphanesini yaktığı iddiasının aksini ispat eden kesin deliller meydanda iken, bu iddiayı kimse ciddiye almaz.” (Haydar Bammat, Batı medeniyetinin kuruluşunda Müslümanların rolü, s. 45) Ama bu gerçekler hiç bir zaman, yalan olduğu defalarca ispatlandığı halde Hz Ömer'in İskenderiye kütüphanesini yaktığı iftirasının binde biri kadar dillendirilmemiştir! Ve kütüphane yakmakla meşhur olan dindaşlarını Hristiyanlar savunurken, ülkemizin ‘uzman din alimi’ olan ateistleri de onların içimizdeki borazanlığını yapmaye devam etmektedirler!
Ve işin tam aksine, İslami kimliklere karşı olan zihniyetlerin asıl kitap düşmanı olduğunu da yaşayarak gördük, ne yazık ki! : “Moğol Talanından Beter Kültür Cinayeti. 28 Şubat döneminde işlenmiş bir kültür cinayeti yıllar sonra öğrenildi ve 1909’a kadar Sultan Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’ndaki özel kütüphanesi olan, daha sonra İstanbul Üniversitesi’ne devredilen İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kitaplığı’ndaki son derece kıymetli binlerce eserin Prof. Kemal Alemdaroğlu’nun 28 Şubat zamanındaki rektörlüğü sırasında çöpe atıldığı ortaya çıktı!” (Murat Bardakçı, Haber Türk, 10 Ocak 2016) “ABD'ye kitaplarla kafa tuttu. Amerikan işgali sırasında yanan Basra kütüphanesi'ndeki 300 bin kitabı kurtaran Alya Muhammed Baker Irak'ın milli kahramanı haline geldi.” (Yeni Şafak, 27/01/2019) ‘Ömer kütüphane yaktı!’ iftirası atanlara güncel cevap! Asıl kütüphane yakanlar; bizzat ve hala kendileri; Hristiyan Batı medeniyeti!
İsrail milleti üstün mü idi?
"Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve (bir zamanlar) sizi diğer toplumlara üstün kıldığımı hatırlayın." (Bakara 47, 122) Ayette kastedilen üstünlük, ırk üstünlüğü değil ‘bilinç ve imandaki üstünlüktür.’ Maide, 20: "Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı." Ayet, İsrailoğullarını Firavunun baskısından kurtarıp onlara ilahi mesajı gönderdiğini hatırlatmakta, bu sayede zalim topluluk karşısında onları yücelttiğini ifade etmektedir. Kısaca, alemde hakiki iman israiloğullarına emanet edilmiş, bu iman kuvveti onları isteselerdi hem dünya hem ahirette üstün yapabilecekken, onlar azgınlaşmayı seçmiş, üstünlük vesilesi olan ilahi vahyi bozmuş, dolayısı ile üstünlük özelliklerini de kaybetmişlerdir! Zaten Bakara, 122. ayette, geçmiş zaman kibi ile üstünlükten bahsedilmektedir: “Ey İsrailoğulları! ‘Geçmişte' size verdiğim nimetimi (En’amtü) ve sizi diğer topluluklara üstün kıldığımı hatırlayın.” Kur’an’a göre üstünlük, tüm vahye muhatap olanlara verilen bir meziyettir: Enbiya, 105: "Andolsun, biz zikirden sonra Zebur'da da: "Şüphesiz ‘yeryüzüne’ salih kullarım varisçi olacaktır" diye yazdık."; En’am 86. ayette de yüce Allah (cc) " İsmail'i, Elyasa'yı, Yunus'u ve Lut'u da hidayete eriştirdik. Onların hepsini ‘alemlere üstün’ kıldık." buyurmaktadır. Görüldüğü gibi vahye muhatap olup hidayete ermek, Kur’an'ın deyimi ile "üstün" olmak demektir ve bu her vahiy alan toplum için geçerlidir! “Ayette geçen ‘fzl’ kökü ile ifade edilen fazilet/erdem/üstünlük” başka birçok ayette de geçmektedir. Mesela Bakara 253. ayette yüce Yaradan bazı peygamberleri başkalarına üstün kıldığını bildirir ve yine aynı "fzl" fiilini kullanır: " İşte o Resullerden bazısını bazısından daha üst özellikli kıldık." Bu fazilet, her bir peygambere vahiyle verilen mertebelerdir ve ortak paydaları da, vahye muhatap olmalarıdır. Ali İmran 110. ayete de baktığımızda, ‘hayırlı ümmet’ (Hayr; “Mutlak ve mukayyet anlamda iyilik ve üstünlük anlamlarını ihtiva etmektedir.” Havva Özata - Zülfikar Durmuş, Hayr Kelimesi, Tefsir Araştırmaları Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 1, Yıl: 2022, Nisan, s. 30) olmanın, ‘Kur’an'a uygun emir ve yasaklara uyma ve bunları tebliğ etme ile Allah'a inanma olduğu’ belirtilmektedir: "Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam'a uygun) olanı emreder, kötü olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz." Maide 12 ve 13. ayetler ise, Yahudilerin neyi yapınca üstün oldukları ve artık neden üstün olmadıklarını açıkça belirtilmektedir: “Andolsun ki Allah İsrailoğulları’ndan söz almıştı. Onlardan on iki de temsilci göndermiştik. Allah onlara şöyle demişti: “Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılarsanız, zekatı verirseniz, peygamberlerime iman eder ve onları desteklerseniz, bir de Allah rızası için borç verirseniz andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi mutlaka altından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Artık bundan sonra içinizden kim inkâr ederse kesinlikle doğru yoldan sapmış olur. Ahidlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştiriyorlar. Kendilerine bildirilenlerden (Tevrat) önemli bir kısmını da unuttular. İçlerinden pek azı hariç olmak üzere onlardan daima bir hainlik görürsün. Sen yine de onları affet, hoş gör. Çünkü Allah iyilik edenleri sever.” Görüldüğü gibi, İsrailoğulları’nın, Dursun’un iddia ettiği manada, bir ırk olarak üstün kılınmaları sözkonusu değildir. Allah’ın Hz. İbrahim’e olan vahyini bildiren bir ayette bu gerçeği açıkça vurgulamaktadır: Hani Rabbi, İbrahim’i birtakım kelimelerle denemişti. O da tam olarak yerine getirmişti. (O zaman Allah İbrahim’e): “Seni şüphesiz insanlara imam kılacağım” dedi. (İbrahim) “Ya soyumdan olanlar?” deyince (Allah:) “Zalimler benim ahdime erişemez” dedi. (Bakara Suresi, 124) Görüldüğü gibi, Allah (cc) Hz. İbrahim’in soyundan olanları bir ırk olarak üstün kılmamış, aksine bu ırktan olup da zalim olanların Allah’ın (İsrailoğulları’na verdiği vahiyden kaynaklanan üstünlük) ahdine dahil olmayacağı bizlere bildirilmiştir. Allah’ın Hz. İbrahim’e ve soyuna verdiği üstünlük, ırk manasında bir üstünlük değil, her kim Hz. İbrahim’in ‘yolunu’ izler, onun ahlak ve inancını sahip çıkarsa, devralınacak ‘manevi bir üstünlüktür.’ Nitekim Allah “doğrusu, insanların İbrahim’e en yakın olanı, ona uyanlar ve bu peygamber ile ‘iman’ edenlerdir. Allah, mü’minlerin velisidir” buyurarak (Al-i İmran Suresi, 68) çağımızda Hz. İbrahim milletinin adının Müslümanlar olduğunu bizlere de bildirmiştir. "Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer gerçekten iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz." (Ali İmran, 139) Ayrıca Dursun gibi materyalistler, eğer ırkçılığın kaynağının ne olduğunu gerçekten öğrenmek istiyorlarsa, kendi dünya görüşlerinin temelini oluşturan evrim teorisine bakmalıdırlar! Çünkü yeryüzündeki ırklar arasında kalıtsal “üstünlükler” bulunduğu, bazılarının “ileri” bazılarının ise “geri” olduğu iddiasının kaynağı, Darwin’in evrim teorisinden başka bir şey değildir. Bu konuda daha fazla bilgi için, ‘İslam tüm dinlerin özüdür’ ve ‘evrim’ adlı yazıları tavsiye ederiz.
‘Allah bildi, anladı’ ne demektir?
Dursun, bazı ayetlerde geçen ve Türkçeye “Allah anladı, bildi “ diye tercüme edilen ayetlerden hareketle okuyucuyu yanıltmaya çalışmaktadır. Dursun, bütüncül muhakeme ve yargıdan yoksun, Arap dilinin temel özelliklerini bilmeyen, düşmanca ve çarpıtıcı bir kişiliğe sahiptir. Yukarıda verilen örneklerde de bu açıkça görülmektedir. Ayrıca, Kur’an’da Allah’ın tüm zamanları aştığını bildiren birçok ayet vardır: “Biliniz ki, Allah içinizdeki sırları bilir. Ondan sakının." (Bakara 235); "O, göklerde ve yerde ne varsa her şeyi bilir.' (Ali İmran: 29); "Göklerde de O’na ibadet edilir, yerde de. Allah açığa vurduğunuzu ve gizlediğinizi bilir. Ne kazandığınızı da bilir." (En'am, 3) Görüldüğü gibi Allah'ın ilmi sonsuzdur. Big Bang teorisi ile de kanıtlanığı gibi, zaman ve madde Allah'ın sonradan yaratığı şeyler olduğu için, Allah bu yarattığı zaman ve mekandan da, maddeden de münezzehtir. Peki, Dursun’un iddiası gerçek mi? Haşa, Allah sonradan anlar mı? ‘Arap dilinin edebi bir kuralı gereği tekid/Pekiştirme, çok kere ‘geniş zaman ve geçmiş zaman’ kipleri ile ifade edilir. Bunun çok örnekleri de Kur’an’da vardır: "Biz geçmişleri de bildik (biliyoruz), gelecekleri de bildik (biliyoruz)” (Hicr, 27); "(Ya Lut) Sen bildin; (biliyorsun) Senin kızlarında bizim bir hakkımız yok." (Hud, 79); “Siz cahil iken Yusuf’a ne yaptığınızı bildiniz mi? (bilmiyor musunuz)”, “Biz, Yusuf hakkında iyilikten başka bir şey bilmedik (bilmiyoruz)” (Yusuf, 51) Tıpkı bunlar gibi, Bakara Suresi 187 ve 235'te geçen "Allah bildi" ayetlerinin bizim dilimizdeki karşılığı ‘Allah biliyor’dur. Edebi ifade gereği olaylar, “Hem insanlara göre zamanı geçmiş olduğundan, hem de İlahi ilmin kesinliğini” dile getirmek için, "bildi" kelimesi ile ifade edilmiştir. “Kur'an'da istikbal/gelecek anlamında mazi/geçmiş sıgasının (kipinin) kullanılması, manayı pekiştirmek içindir.” (Abdülcelil Candan, Kur'an okurken zihne takılan ayetler, Müşkilü'l Kur'an, s. 280) “Geçmiş zaman eki” olan Arapça ‘Kane/oldu/idi’ fiilinin anlamı: "Kane, yani o hep böyle olmuştur ve böyle olacaktır. Tam tersine burada ezeliyet/ başlangıcı bulunmama kastedilmektedir." (Sabri Demirci, Kur'an'da çelişkili ayetler meselesi, s. 28) 'Kane' fiili ‘devamlılık’ (Suyuti, el- İtkân, II/726-728) bildirir. (Flamur Kasami, Kur'an'da çelişkili gibi görünen ayetler, s. 42) “Kur'an'da kane fiili 5 anlamda (Öncesiz ve sonsuzluk, geçmiş zaman (Neml, 48), şu an (Ali İmran, 110), gelecek ve 'Sare' fiili (Sâd, 74) anlamında) kullanılmıştır. Bunlardan biri de, ezel ve ebed (Öncesiz ve sonsuz) bildirme anlamıdır. Nisa Suresi, 103. ayet: “Namaz müminlere, belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.” İnsan suresi, 7. ayet: “Adaklarını yerine getirirler ve şerri yaygın olacak bir günden korkarlar.” Bu ayetlerde 'Kane' fiili, istikbali (Geleceği) ifade eder.” (Abdülcelil Candan, Kur'an okurken zihne takılan ayetler, Müşkilü'l Kur'an, s. 183-184) Allah için kullanılan ‘Kane’ fiili, belirli bir zaman için değil, ‘ezel ve ebedi/öncesiz ve sonsuzluğu’ ifade anlamında kullanılmıştır. (Razi, Ebubekir, Enmuzec fi Esile ve Ecvibe min Geraibi Ayi't-Tenzil, s. 96-97) Tur suresi, 20. ayet: "Biz onları ceylan gözlü hurilerle evlendirmişizdir." Henüz gerçekleşmediği halde, neden ayette geçmiş zaman ifadesi kullanılmıştır? Çünkü Arap dili ve edebiyatında ‘Gerçekleşmesi kesin’ olan bir konu için ‘geçmiş zaman’ kullanılır. (Abdülcelil Candan, Kur'an okurken zihne takılan ayetler, Müşkilü'l Kur'an, s. 425) Görüldüğü gibi konu, bir dilin edebi özellikleri ile alakalıdır. Yoksa ortada kimsenin bilmediği veya suç/hata isnat edilebilecek bir durum söz konusu değildir! Peki Dursun bunları bilmekte midir? Bilmiyorsa cahil, biliyor da gizliyorsa haindir! Bu konu ile alakalı olarak, ‘gelecekte kesin olacak olayların geçmiş zaman kalıbında anlatılması’ sanatının ele alındığı Harun Bekiroğlu'nun 'Kur’an’da Bir Anlatım Sanatı Olarak Muhakkaku’l‐ Vukû‘ Ke’l‐Vukû‘ Prensibi' adlı makalesini (Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi, Cilt 10 Sayı 1 Bahar 2019, s. 115-131) özellikle tavsiye ederiz. Yine benzer içerik için, ‘Kur'an ve bilim 2, İtirazlara cevaplar’ adlı yazımızdaki ‘41-fussilet 12. ayet’ ile ilgili sorulan soruya verilen cevabi yazımıza bakılabilir!
Allah görüş değiştirir mi?
Dursun’un diğer iddiası olan ‘Beda’ (görüş değiştirme) ise, Allah için imkansızdır. İslami metinlerde böyle bir görüşü destekleyecek bir bilgi de yoktur. "Allah, istediğini siler, istediğini sabit bırakır. Ana kitap (Levh-i mahfuz) onun katındadır." (Rad, 39) ayetinin ise "Beda" ile hiç ilgisi yoktur. Ayet, Allah’ın iradesinin/gücünün sonsuzluğunu ifade etmektedir, haşa, güçsüzlüğünü değil! Ayetin Anlamı: "Evrende fiziksel, biyolojik ve toplumsal birçok temel yasa vardır. Evrende her şey birbiri ile bağlantılıdır ve bir bütünlük arz eder. Ama bu yasalar var olmakla beraber, Allah (cc) onlara bağlı değildir!
Allah kendilerine mesaj gönderdiği toplumun yapısına göre bazı hükümleri toplumsal değişime bağlı olarak kaldırabilir, yerine daha uygununu getirebilir. Yani bazı hükümler geçici maddelerdir, bazıları ise kalıcı. Örneğin, Müslümanlar ilk zamanlar Kudüs'e yönelerek namaz kılarlardı. Daha sonra Kabeye yönelmeleri emredilmiştir. Bundan da amaç, Hz. Muhammed'e gelen vahiyle ondan önceki (Musa ve İsa'ya gelen) vahyin birbirlerine bağlı olduğuna, ikisi arasında inanç noktasında çelişki bulunmadığına işaret etmektir. Yani her şey Allah’ın ezeli ilmi gereği belli bir plan çerçevesinden gerçekleşmektedir. Ufku ve bakış açısı dar insanların anlamak istemediği ise, bu planın süreklilik arz ettiği gerçeğidir! Levh-i mahfuz ilmi gereği değişen hiçbir şey yoktur, evrensel plan tıkır tıkır işlemektedir. Mesele, resmin tamamını kavrayamayan bakış açısındaki sığlıktır! Bu konular daha detaylı olarak, ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ adlı yazımızdaki ‘Allah verdiği sözleri zaman içerisinde değiştirebilir mi? -Nesh Konusu -’ adlı yazımızda ve ‘Ateistlere cevap’ başlığı altındaki ‘Kıblenin değiştirilmesi’ adlı yazımızda ele alınmıştır.
Sabiliik ve Oruç
İbrahim Peygamber, yıldızı görür, yıldıza, ‘Tanrım’ der; Ay’ı görür, Ay’a ‘Tanrım’ der. Bu gökcisimlerinden Güneş’i daha büyük ve daha parlak görünce, ‘İşte Tanrım budur, bu daha büyüktür’ diye düşünür. Ne var ki, Tanrı dediklerinin tümü batınca, onların Tanrı olmadığının farkına varır. (En’am, 76-78) Dursun bunları aktardıktan sonra, aklınca Hz. İbrahim’in yıldızları ve güneşi Tanrı olarak kabul eden ‘Sabii’lerden etkilendiğini ima eder. Ancak En’am suresinin 78. ayetinin anlamını vermez ve kısa bir cümleyle geçiştirir, okuyucuya ‘dürüst olduğunu göstermek’ içinde sadece 78. ayetin numarasını verir. Ama nedense ayetin devamı ve sonucu olan “Fakat güneş de batıp gidince ey kavim demişti, benim, sizin ‘şirk koştuğunuz’ şeylerle hiçbir ilgim yok." Dursun ayetin devamı olan 79. ayetten ise hiç bahsetmez! “Ben, O’nun birliğine inanarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan yaratana çevirdim ve ben müşriklerden değilim." Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Hz. İbrahim’in Rabbini araması, gerçek yaratıcıyı bulmasıyla son bulmuştur! Dursun devam eder: “İbrahim Peygamber’i Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar paylaşamaz. Ali İmran Suresi, O’nun için “hanif” ve “müslim”di der. İbn Nedim’in ünlü “El Fihrist” adlı eserinde “Hanifler” şöyle tanıtılır: “Hanifler, İbrahimci (el İbrahimmiye) Sabiilerin ta kendileridir. Abdest, namaz, cenaze namazı, fıtr bayramı, kurban, hac, Kabe’nin kutsallığı gibi inançların hepsi, yıldızlara ve Güneşe tapan Sabiilik’te var.” İslam’ın, Yüce Allah tarafından gönderilen dinlerin bir devamı olduğu, Hz Adem’den itibaren gönderilen peygamberlerin hep birbirini desteklediğini, azıcık İslami bilgisi olan herkes bilir. Bu konu, ‘İslam tüm dinlerin özüdür.’ adlı yazıda da ele alınmıştır. Ama Dursun bunlardan habersiz gözükmekte ve ilahi tek dinin ibadetlerinin birbirinden farklı olması gerektiğini ima eder bir beklenti içine girmekte, okuyucuyu yönlendirmektedir! Dursun, bazı İslami kavramların Sabilikten alındığını da iddia etmektedir. Mesela, “melek” kelimesinin Sabilerden alındığını iddia eder. Ama ilginçtir, ‘Sabilerde Melek inancı yoktur!’
Yine bir dildeki kavramların bir diğer dile geçmesi, bir dildeki kavramın bir başka dilde de aynı olması yadırganacak bir durum değildir. Bu konu, ‘Ateistlere cevaplar’ başlığı altında, ‘Kur’an'da yabancı kelimeler var’ adlı yazımızda ele alınmıştır.
“Ramazan ayında Müslümanların tuttuğu oruç da Sabiilik’ten geliyor. Müslümanlıkta, “farz” oruçlar bir aydır. Bu ay kimi zaman 29, kimi zaman 30 gün çeker. Sabiilik’te de aynen böyle.” demektedir Dursun. “Hristiyanlıkta ve Yahudilikte de oruç var, onlardan gelmiştir" demesi daha mantıklı olmaz mıydı aslında? Hem Yahudilik, Sabiilikten daha önce gelmiş ve Sabiilik, Yahudilik içinden çıkmıştır. (ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/sabiilikmandeizm) Yüce Allah: “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, ‘sizden öncekilere’ farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.” (Bakara, 183) buyurmaktadır. Oruç Hz. Adem’den itibaren ola gelen bir ibadettir. Yazar “el-fihrist”teki Sabiilikle ilgili bir bilgiyi alarak istediği gibi evirip çevireceğini sanmaktadır. Halbuki Sabiilik’te 9 Aralık’ta başlayan ve 9 gün devam eden bir oruç vardır ama bu İslam’da yoktur! Hz. Peygamberin tuttuğu ve tavsiye ettiği pazartesi, perşembe orucu var, her kameri ayın 13-14-15’inde tuttuğu oruç var, aşure orucu var, receb ve şaban aylarında tavsiye edilen oruçlar var ama Sabiilikteki 9 günlük, 7 günlük, 16–17 günlük oruçlar yok ne hikmetse! Yeri gelmişken Sabiilik'teki orucun nasıl bir ibadet olduğuna da bakalım: “Sabii geleneğinde oruç önemli bir yere sahip değildir. Sabiilikte oruç, diğer dinlerin bazılarında yer alan yeme-içme ve cinsi münasebetten uzak durmak şeklindeki oruçtan farklı olarak günah ve kötülüklerden uzak durmak şeklinde değerlendirilir.” İnananlar günah, kötü fiil ve davranışlardan kaçınma ile oruç tutmaya çağrılır. Günümüzde Sabiiler, yılın bazı günlerinde et yememek suretiyle oruç tutar! Dursun ayrıca, “Namazlarında, Kabe’ye, El Beyt’ül Haram’a dönerler. Mekke’ye ve Kabe’ye saygı gösterirler.” demektedir. Halbuki Sabiilikte, yalnızca dua etmekten ibaret olan namaz İslam’daki namazdan oldukça farklıdır. Şekil olarak İslam’daki namazla hiçbir ilişkisi yoktur. Dua Sabiilerin bütün yaşantılarına baştan sona hakim olan bir unsurdur. (Şinasi Gündüz, Sabiîler-son gnostikler-, s. 159) Ayrıca Kabe’ye sadece Sabiiler değil müşrik Araplar da saygı gösteriyordu. Hatta “Biz günah işlediğimiz elbiselerle Kabe’yi tavaf etmeyiz” diyor ve çıplak olarak tavaf ediyorlardı. Şimdi Dursun’un, Hz. Peygamberin Kabe’ye saygıyı müşriklerden aldığını söylemesi daha mantıklı olmaz mıydı? “Bilindiği gibi, Kabe bir Güneş tapınağı olarak yapılıp kullanılmıştı. İslam’ın yapısını oluşturan inanç ve ibadet biçimlerinin tümüne yakını “güneşe tapma” ağırlıklı Sabiilik’ten kaynaklandı.” iddiasında da bulunur Dursun. Kabe tarihin hangi döneminde güneş tapınağı olarak kullanılmıştır? Delil ve kaynak nedir? Cevap aramayın Dursun’un yazısında, bulamazsınız! Sabiilik konusunda Türkiye de otorite olan ve onların kaynak kitaplarını okuyabilecek derecede dillerine vakıf olan Doç Dr. Şinasi Gündüz, Sabiilerin inanç sistemlerinin gnostik din anlayışının bütün özelliklerini taşıdığını söylemektedir: “Gnostik bir dualizm esasına dayalı olan teoloji, demiurg inancı, ruh tasavvuru, kutsal gizli bilgi (gnosis) ve kurtarıcı (redeemer) doktriniyle Sabiilik derli toplu tipik bir gnostik geleneği sergiler.” (Şinasi Gündüz, Sabiiler-son gnostikler-, s. 64) " Sabiiler yıldızlara tapıyorlardı. Yıldızların içinde de en başta, Ay ve Güneş sayılıyordu" diyen Dursun’a cevabı bizzat Sabiilerden verelim: “İçinde bulunduğumuz yüzyılın ilk yarısında Iraklı yazar Abdurrezzak el-Hasani, Sabiilerin kim oldukları nerede yaşadıkları, inanç ve ibadetleri hakkında bir çalışma yayınladı. Bu çalışmasında Sabiilerin yıldızların uluhiyetine inanan bir topluluk olduğunu ve yıldız ve gezegenlere tapınmanın Sabiilerin temel ibadet şekilleri arasında bulunduğunu söyler. Bu çalışmanın yayınlanması, Irak’ta yaşayan ve Arap komşularınca Sabii olarak isimlendirilen topluluk içinde büyük huzursuzlukların yayılmasına neden olur. Zira bu itham, yani Sabiilerin yıldız ve gezegenlere tapanlar olduğu iddiası, Sabiiler için dinlerinin temel inanç esaslarına zıt, kabul edilemez ağır bir suçlamaydı. Bunun üzerine Sabii toplumu bu Arap yazar aleyhine mahkemede dava açar. İçlerinde bir de Ganzibra’nın (baş rahip) bulunduğu bir grup, yanlarına kutsal kitapları Ginza Rabba, Qolasta ve diğerlerini alarak mahkemeye gider. Mahkemede, Sabii teolojisinde yıldız ve gezegen kültünün kesinlikle reddedildiği ve yıldızlara ve gezegenlere tapanların lanetlendiği ifadeler, bu kutsal kitaplardan Arapçaya tercüme edilerek, yazarın iddiaları aleyhine delil olarak sunulur ve yazar aleyhine tazminat davası açılır.” (Abdurrezzak el-Hasani, es-Sabi'un fî Hadirihim ve Madiîhim, Sayda (1955). s.7-8; Drower, E.S., The Mandaeans of Iraq and Iran, Oxford (1937), ss.XVII vd.; Şinasi Gündüz, Kur’an’daki Sâbiilerin Kimliği Üzerine Bir Tahlil ve Değerlendirme, Türkiye I. Dinler Tarihi Araştırmaları Sempozyumu (24-25 Eylül 1992), Samsun 1992, s. 43-81) Dursun iddialarına devam ediyor: İslam öncesinin Mekke’sinde, “puta taparlar” diye adlandırılan bir topluluğun ibadetleri arasında “oruç” da vardı. Bunu, Buhari’nin yer verdiği bir hadiste de açıkça görüyoruz: Aişe anlatıyor: İslam öncesinde Kureyş, Aşure gününde oruç tutardı. (Buhari, e’s-Sahih, Kitabu’s Savm, 1) Burada sorulması gereken şudur: ”Putlara taptıkları” bilinen müşrikler “oruç” tutarlarken “hangi Tanrı” için tutuyorlardı? Müşrik kelimesinin, kafir-ateist kelimesiyle aynı olduğunu düşünen büyük araştırmacı (!) burada da yanılmaktadır. Dursun, Mekke’li müşriklerin Allah’ın varlığını kabul etmediklerini sanmış ya da işine öyle geldiği için bilmemezlikten gelmiştir. Araplar Allah’ı biliyordu, bunun en basit örneği, Hz. Peygamberin babasının isminin Abdullah (Allah’ın kulu) olmasıdır. Ancak şefaat edecekler düşüncesiyle putlara taparak Allah’a şirk koşuyorlardı. İşte yanılgıya düştükleri nokta burası idi! “Namaz gibi oruç da “Güneş”e ayarlı. Tabii, gecenin ve gündüzün aylarca sürdüğü yerler, kutuplar hesaba katılmamış.” diyerek devam ediyor ateist Dursun. 15 asır önce gelen bir din, namaz ve oruç vakitlerini dijital saate göre mi ayarlayacaktı? İslam'da namaz, hac ve oruç vakitleri, modern toplumlardan en gelişmemiş toplumlara kadar her zaman ve mekanda geçerli olan ve her yerden görülebilen güneş ve aya göre tayin edilmiştir. “Kutuplar hesaba katılmamış” diyerek aklınca Dursun İslam’da hata bulduğunu zannediyor ki, “deccal hadisini” ve ondan çıkan hükümleri okuyan herkes, normal şartlara uymayan bölgelerde namaz ve orucun nasıl olması gerektiğini oradan öğrenir! “Muhammed, 53 ya da 54 yaşında oruç buyruğunu aldığını söylemiş, 632 yılının ramazan ayına varmadan ölmüştür. Tuttuğu ramazanın günleri kısa olan kış aylarına rastlamıştır. Eğer, uzun yaz günlerinde de oruç tutturacak kadar tecrübesi olsa idi, muhtemelen, orucun katı kurallarını biraz daha yumuşatır, insanı sıcak yaz günlerinde uzun saatler boyu aç ve susuz bırakacak kadar sağlıksız bir adet koymazdı dinine.” diye yazan Dursun, Hz. Muhammed’in az oruç tuttuğu ve bunun da zaten kış günlerinde olduğunu söyleyerek, kendisinin yiyip içtiğini, orucun zorluklarını da Müslümanların çektiğini ima etmek ve yalan yanlış bilgilerle dolu olan yazısını bu şekilde sona erdirmektedir. Halbuki Hz. Peygamber haftanın her pazartesi ve perşembe günü oruç tutar, Receb ve şaban aylarında da çok fazla oruç tutardı. O (sav) bazı günler açlıktan, diğer sahabeler gibi karnına taş bağlardı. Hele ki, gece sabahlara kadar namaz kılması, iftar etmeden orucuna devam etmesi gibi kendine özel sünnetlerini düşünürsek, Hz Muhammed’in tabilerinden çok daha fazla ibadetleri özümseyip uyguladığını rahatlıkla görebiliriz! Efendimizin dünya hayatının nimetlerine önem vermediği ile ilgili hayatından örneklere, ‘Efendimiz neden çok hanımla evlenmiştir?’ adlı yazıdan ulaşabilirsiniz.
Dursun keşke oryantalistler kadar İslam'a objektif yaklaşabilse idi! "Müslümanlık insanları azizlere, resimlere tapmaktan, manastırlarda yalnız yaşayıp nefsi kırmaktan alıkoyar. Böyle bir dinin putperestlik, Zerdüştlük ve sabiiliği yok etmesine şaşmamak gerekir." (Lord John Davenport, Hz Muhammed ve Kur’an’ı kerim, s. 50)
Kısas
Dursun, “Eğer bir topluluğa azap edecekseniz, size yapılan azabın eşiyle azab edin.' Nahl Suresinin 126. ayetinde böyle emrediliyordu. Kısasa kısas uygulanarak organ kesme türünden cezalar yanında, kırbaçlamak gibi gene ezaya dayanan cezalar da vardı.” (Din Bu, s. 58) demekte ama yine kendine yakışanı yapıp ayetin devamını vermemektedir. "Failinin işlediği fiil cinsinden ve ona denk bir ceza ile cezalandırılmasına” kısas denir. (DİA, Kısas Maddesi) Ayetin tam metnini verelim: “Cezalandırmak isterseniz size yapıldığı kadarıyla cezalandırın, fakat sabır gösterirseniz bilin ki sabırlı davrananlar için bu muhakkak daha hayırlıdır.” (Nahl, 126) Görüldüğü gibi ayet, affetmeyi, kısasa tercih etmektedir. Yapılan kötülüğü ‘cezalandırmanın gayesi’, intikam almak, kin ve öfkeyi tatmin etmek değil, ‘toplum düzenini korumaktır.’ Ayrıca ayetin amaçlarından biri de, suçlara misliyle karşılık verip intikam almak değil, işlenen bir suça, ‘hak ettiğinden daha ağır bir ceza vermeyi’ önlemektir. Yani ayet, intikamı değil, adaletten ayrılmamayı emretmektedir! Bazı kimseler, ailesinden veya yakınlarından birini öldüreni öldürmekle kalmaz, onun çoluğunu, çocuğunu, yakınlarını dahi öldürerek intikam alırlar. Kur’an, bu tür aşırı davranışları yasaklamıştır. Suçun cezası, ancak dengi ile olur. Suça daha ağır ceza vermek zulümdür. Bu prensip: "Biri size saldırırsa, siz de onun saldırdığı kadar ona saldırın, Allah'tan (c.c) korkun." (Bakara, 194) ayetinde de ifadesini bulmuştur.
Arşı taşıyan sekiz keçi?
Dursun, “Hakka suresinin 17. ayetinde: "Rabbinin arşını onların üzerinde taşıyanlar sekizdir." buyruluyor. Ebu Davud, İbni Mace ve Tirmizi'nin sünenlerinde ise yukarıdaki ayeti bir hadisle te'lif etmiş. Hadisin metni şöyle: "Dünya ile birinci gök katı arasındaki uzaklık; 71-73 yıllık. Her iki gök katı arasında da bu kadar bir uzaklık var. Sonra 7 kat sema, sonra yedincinin üstünde bir deniz. Derinliği iki gök katı arası kadar. Bunların üstünde de 8 keçi var. Her birinin çatal tırnaklarıyla omuzları arasındaki uzaklık, iki gök katı arasındaki uzaklık kadar. Sonra onların sırtlarında Arş varsa Sonra Allah bunun üzerindedir.” Hadisin senetinde -Hadisi rivayet eden ravi zincirinde- ismi geçen Abdullah b. Amira ‘yalancılığıyla ve hadis uydurmasıyla’ tanınmış birisidir. Ayrıca Abdullah b. Amira'dan, Simak'dan başka hiç kimse hadis alıp rivayet etmemiştir. Sahabeden bu hadisi rivayet eden Hz. Abbas (ra) ile Abdullah b. Amira arasında da kopukluk vardır. Bu açığı kapamak için araya "Ahnef" sokulmuştur. Fakat Ahnef'le Abdullah b. Amira'nın görüşmüş olduğuna dair bir rivayet de yoktur. Hafız Münziri, Sünen-i Ebu Davud'un şerhinde; rivayetteki ravilerden el-Velid b. Ebi Sevr'in ‘güvenilir olmadığını’, onun rivayet ettiği ‘hadisin delil olamayacağını’ söylemektedir. Bu ravi hakkında İbn Kayyim’da aynı tespitlerde bulunmuştur. Bu rivayeti metin yönünden incelediğimizde ise, mesele tamamıyla açıklık kazanmaktadır. Selef alimlerinden, büyük hadisçilerden; İbn Main, Ahmed b. Hanbel, İmam Buharı, İmam Müslim, İmam Nesai, İbn Adiyy, İbnü'l-Aziz, İbnü'l-Cevzi bu rivayetin ‘sahih olmadığı konusunda ittifak’ ediyorlar. İbnü'l-Aziz, Sünen-i Tirmizi'nin şerhinde, bu rivayetin ehli kitaptan geçmiş olduğunu, sahih hadislerde ‘aslı olmadığını’ söylemektedir. Büyük ihtimal Yahudi ve Hristiyan alimler Müslüman olunca, geçmiş kitaplarda veya efsanelerde mevcut bulunan bazı rivayetleri, ayet ve hadisleri açıklarken araya sokuşturmuşlardır. (Zahid Kevseri, Makalat, s. 308) Görüldüğü gibi bu rivayetin sahih olmadığı açıktır. Zaten rivayeti kitaplarına alan imamlar da "garip" olduğunu ayrıca belirtmişlerdir. Ama Dursun tüm bunları, eğer biliyorsa, okuyucudan saklamıştır!
Bedir savaşının nedenleri
Dursun ticaret kervanını yağmalamak için Bedir savaşının yapıldığını iddia eder. Halbuki peygamberimiz 13 sene süren işkence döneminin sonunda Medine’ye hicret ettikten sonra, Mekke üzerine kuraklık ve kıtlık çökünce Mekke'ye tahıl, hurma, hayvan yemi ve nakit ihtiyacı için altın göndererek yardımda bulunmuş, kendisine işkence edilen Müslüman Sümame bin Üsal gıda sevkiyatını durdurunca da yine kendisi aracı olarak gıda sevkiyatının başlatılmasına neden olmuştu. (M. Asım Köksal, İslam Tarihi, XIV/304; İbn Hişam, Sire, IV/228) Tüm bunlara rağmen Mekkeli müşrikler zulmettikleri Müslümanların Medine'ye hicret etmeleri üzerine, Müslümanların Mekke'de kalan ev, eşya, mal ve toprak ürünlerine el koymuşlar ve sonra da bu malları Suriye'de satmak için ticaret kervanları oluşturmuşlardır. Hz Peygamber sadece bu kervanlara karşı harekete geçmiş ve Arap yarımadasında "Mekkeliler dışında hiçbir ticaret kervanına" müdahale etmemiştir. Peygamberimiz Mekke dışında diğer Müşrik kabilelerle de barış antlaşması bile imzalamıştır. Bedir savaşına asıl yol açan Ebu Cehil'dir. Dursun'un iddia ettiği gibi kervan savunmaya geçmemiş, ‘kervan güvenli bir yere ulaştıktan sonra bile’ bizzat savaş için müşrik ordusu yola devam etmiştir. Ebu Süfyan, Kays bin İmrü'l-Kays ismindeki adamını Kureyş'e gönderip; "Ey Kureyşliler! Siz kervanınızı, adamlarınızı ve mallarınızı muhafaza etmek için Mekke'den yola çıkmıştınız. Biz tehlikeden kurtulduk. Artık geri dönünüz!" der. Ebu Cehil ise; "Yemin ederim ki, Bedir'e varıp üç gün üç gece şenlik yapıp, develer boğazlar, şarap içeriz. Etraftaki kabileler bizi seyrederek, halimize imrenirler ve hiç kimseden korkmadığımızı görürler. Bundan sonra, heybetimizden, kimse bize saldırmaya cesaret edemez. Ey yenilmez Kureyş ordusu! Yürüyün." diye orduyu savaşa teşvik eder. Dursun: "İki birlik Mekke ve Medine arasındaki Bedir denilen bir bölgede savaşa tutuşmuş ve Müslümanlar galip gelmiştir. Yaklaşık 70 Mekkeli müşrik bu savaşta öldürülmüş ve Muhammed’in emriyle hepsinin cesedi bölgedeki bir kuyuya balık istifi atılmıştır." der. 313 kişilik İslam ordusuna karşı Mekkeli putperestler 100 atlı, 700 develi, geri kalanı yaya olmak üzere 950 kişiydi ve çoğu zırhlı ve ağır silahla donatılmıştı. Savaş sonunda, Hz. Peygamber birçok mücahit yaralı olmasına rağmen Arabistan çölünün kavurucu sıcağında kafirlerin cesetlerini ortada bırakmamış, büyük bir çukur kazdırarak oraya gömülmesini emretmiştir. Yani yazara göre kendilerini öldürmeye gelen düşmanlarının cesetlerini çölün ortasında açıkta bırakması ve Medine'ye dönmesi daha iyi olabilirdi beklide, kim bilir! Tabii o zaman da Dursun öyle yaptığı için eleştirecekti, o da ayrı bir mesele! "Hz Peygamberin Bedir'e gidişinin temel sebebi, ‘müşriklerin Müslümanlara yönelik savaş kararı almaları ve bunun akabinde Şam bölgesine gönderdikleri kervandan elde edecekleri geliri, Müslümanlarla yapılacak savaşta harcamayı’ kararlaştırmış olmalarıdır.” (Adnan Demircan, Siyer Konusunda Bilinmesi Gereken 88 Soru, s. 220) “Müslümanların Mekke'de kalan mallarına el koyan Kureyş kervanı, Medine civarından geçince Resulullah da misilleme yapmak istemiştir.” (Molla Musa Celali, Ateist İtirazlara Cevaplar, s. 79) Hz Peygamber bir meydan savaşı yapmak üzere buraya gelmemesine rağmen, ortaya çıkan durum üzerine müşriklerle karşılaşmadan buradan ayrılmanın doğru olmayacağını düşünmüştür. Bu bir anlamda, Müslümanlar ile müşrikler açısından psikolojik bir eşikti. Müşrikler, sadece bazı Müslümanların canlarını değil birçok Müslüman'ın malına da zarar vermişlerdi. Ayrıca “Hz Peygamber, Abdullah b. Cahş'ın saldırısı sırasında ele geçirilen malları iade etmek istemiş, esir edilen Osman bin Abdullah b. Muğire ile Hakem bin Keysan'ı serbest bırakmak ve öldürülen Abdullah Bin el-Hadrami'nin diyetini ödemek istemiş, ancak müşrikler Allah'ın elçesinin önerilerine kabul etmemişlerdi." (Demircan, s. 222) Savaşın nedenleri, hem Mekke’den göç eden Müslümanların evlerinin ve mallarının Mekkeliler tarafından yağmalanması ve satışlarınden elde edilecek parayla da silah, kiralık asker ve gerekli teçhizat alarak Müslümanları imha harekatına geçme planları hem de Mekke'den Medine'ye hicret eden ama orada da Mekke'li müşriklerin rahat bırakmayıp devamlı olarak Medine’ye kadar gönderdiği çapulcu birliklerinin Müslümanlara zarar verilmesi idi. "Hz Muhammed kendilerinden yağmalanan malları geri alabilmek için Mekkelilerle Bedir'de karşılaşmıştır, onlardan mallarını istemiş, kabul edilmemiş ve böylece savaşmıştır." (Ey misyonerler cevap verin, Adnan Şensoy, s. 109) Zulüm altında baskı görüp, işkence, hakaret, saldırılara yıllarca göğüs gerip başka çıkış yolu kalmayınca inandığı dava uğruna doğduğu yerleri terk edip geride tüm mal varlıklarını terkedip başka yerlere hicret eden ama oralarda da rahat yüzü gösterilmeyenlerin tepki vermesinden rahatsız olanların acaba Mekke'li müşriklerle aralarında ne amaç benzerlikleri vardır acaba? Zaten Dursun kitabının bir yerinde "Göç eden Müslümanların evini yağmalamaktan dolayı bütün Mekke halkı sorumlu tutulamaz." derken, hem itirafta bulunmakta hem de yanında durduğu safı açıkça ilan etmektedir. Unutmayalım ki, “Mekke aristokrasisinin savaş çıkarma kararı almasında sonra” içinde Müslümanların evlerinden yağmalanmış mallarında olduğu ve “savaş hazırlıkları için çıkarılmış bu kervana” karşı tepki vermemek açıkça saflık olurdu. Bedir savaşının fakirlik yüzünden çıktığını iddia eden Dursun’un, yanı başlarındaki zengin Yahudilerle savaşmayan Müslümanların, Medine'de bile çapulcu saldırıları yetmezmiş gibi kendilerine savaş kararı alan müşriklerin yağmalanan kendi malları ile bu savaşı finanse etmelerine tepki vermelerini ne kadar çarpıttığı açıkça görülmektedir!
Hz. İbrahim'in Babası Azer mi, Tareh mi?
Dursun, Hz. İbrahim’in babasının isminin aslında Azer değil de Terah olduğu Hz. Muhammed’in “Yahudilerin kutsal bildikleri Tevrat ve Talmud gibi kitapları bilenlerden bilgi edinirken böyle bir yanılgıya düştüğünü” yazmaktadır. Dursun'un Tevrat’ın bu konudaki ayetinden hareket ederek efendimize Kur’an'ı yazmakla itham edecek sonuçlara varması da kendi içinde paradoks barındıran bir bakış açısıdır. Madem dini metinler delil kabul edilecek, neden Yahudilerinki delil kabul ediliyor? Cevap çok basit aslında; İslam'ı karalayacak malzeme nereden gelirse, Dursun onu kaynak olarak kabul etmektedir. Bu konuda detay, “Kur'an'da çelişki yoktur!” başlıklı yazımızdaki, ‘Hz. İbrahim’in babası Azer mi Tareh mi?’ adlı yazımıza bakılabilir.
Allah'ın şekli olur mu?
Dursun, mecaz anlamda kullanılan kelimeleri asıl anlamı ile alarak, “Allah'ın şekli, eli-kolu vardır.” iddiasında bulunmaktadır. "O’na benzer hiçbir şey yoktur." (Şura, 11) gibi ayetlerle birlikte değerlendirildiğinde bu ayetlerdeki el, kol kelimelerinin sembolik oldukları rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Allah'ın "eli, yüzü ve gözün"den bahseden ayetlerdeki (Bakara, 115; Raman, 27; Sad, 75; Maide, 64; Hud, 37) "El"; güç ve kuvvet demektir. Maide 64. ayette de, “Yahudiler, “Allah’ın eli bağlıdır” dediler. Hayır, O’nun iki eli de açıktır.” buyrulmaktadır ki, ayetin başında belirtilen ‘eli bağlı’ ifadesinin mecaz olduğu hemen nasıl anlaşılırsa, cevaben devam eden ayetteki ‘iki el’den kastın da mecaz olduğunu, önyargıdan uzak objektif olan her okuyucu hemen anlar! Ayetten kasıt, ‘Allah'ın cömertliğine sınır olmadığı ve hiçbir şekilde O'na cimrilik izafe edilemeyeceği veya nimetlerinin sayısız ve sınırsız olduğu’dur. (Taberi, VI/301-302; Zemahşeri, I/351) ‘Yüz’den maksatta, ‘kendisi’ demektir. Allah'ın yüzü de ‘kendisi’ demektir. ‘Göz’ ve ‘Gözlerimiz’ (Taha, 39; Hud, 37) ayetlerinden maksatta, “kontrol ve müşahedemiz altında tutmak” demektir. Bu iki kelimenin geçtiği ayetin meali şöyledir; "Ey Nuh sen gemiyi, bizim gözlerimiz (kontrolumuz) ve vahyimiz ile yap" (Hud, 37) Nitekim bizim Türkçede de casuslar kastedilerek "kulak" ve "göz" kavramları kullanılır. Mecazı asıl anlamı ile alanlar tarih boyunca hep sapıtmışlar ve hakikatten uzaklaşmışlardır: Allah’a çocuk izafe etme, bazı yaratılmışlarla ulu Tanrı arasında benzerlikler kurma ve onlara ilahlık izafe etme gibi sapkın inanç ve düşünceler tarih boyunca görülmüş ve İslam nazarında reddedilmiştir. (Zemahşeri, III/399; Razi, XXVII/150-154; Elmalılı, VI/4225-4226) Bu konuda” Kur’anda mecaz” konusuna da bakılabilir.
‘Rahman arş'a istiva etti’ ne demektir?
“Şüphesiz ki rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istivâ edendir.” (A'raf, 54) "İsteva ale'l-Arş" (Tahtını arşa kurmak) ifadesi bir deyimdir. ‘Mülk sahibi olma, hakimiyeti altına alma, mülkü idare etme’ anlamlarına gelir. (İbn Hazm, el Fasl, ll/123); “İstiva, hakimiyeti altına alma anlamındadır.” (Eş'ari, Makalatu'l İslamiyyin, I/285; İbn Hazm, el-Fısal fi'l-Milel ve'n-Nihal, 11, 123) "Arapça'da padişah memleketindeki işleri düzene koyunca, "isteve'l melikü ala arşihi" denir. İşleri bozulunca da, "sülle arşuhu" ifadesi kullanılır. Bu, Melikin üzerine oturacağı bir kanepesi bulunmasa dahi, durumun ifadesi için böyle kullanılır." (İbn Abbas, Camiu'l Ahkami'l- Kur'an, 11, 12, 14) Tantavi de, “Kürrelerin düzeni, şekil vermesi, idaresi, onlardaki mahlukatın sonsuz, nisbet, devr ve ilgilerinin intizam altına alınması, istiva cümlesi içindedir.” demektedir. (Süleyman Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V/422) “İstiva, hakimiyet; el güç anlamını gelir.” (Soner Duman, Allah'ım sorularım bitmedi, s. 35) Kısaca bu deyimle, ‘Allah’ın arşı ve tüm kainatı yönettiği’ ifade edilir. Nasıl ki Türkçe de, mesela “ Etekleri zil çalmak” deyiminin kelimeleri asıl anlamlarını kaybedip yeni bir anlam kazanmışsa, aynı durum Arapçada da geçerlidir. Ama Dursun ayrıca Kur’an’da geçen "Melik" kelimesine de "Kral" anlamını vererek, sonra da bu kelimeyi taht manası verdiği yukarıdaki ayetler irtibatlandırarak; "İslam'ın Tanrı'sı sarayındaki tahtına kuruldu" şeklinde, hiçbir İslam aliminin ifade etmediği bir sonuca ulaşmaya çalışmıştır. Halbuki "Melik" asıl manası itibariyle “Mülkün sahibi” demektir. Yani Melik, bütün bu kainat mülkünün sahibi olan (DİA, Melik maddesi) Allah-ü Teala'nın bir ismidir ve “görünen ve görünmeyen alemlerin sahibi” anlamında hadis rivayetleri de mevcuttur. (Müslim, “Edeb”, 20; İbn Mâce, “İḳametü’ṣ-ṣalat”, 180) Zaten “Kur’an’da teşbih, mecaz, kinaye” isimli yazımız okunursa, Dursun’un çarpıtmaları daha da iyi anlaşılacaktır. A'raf, 54 ve Taha, 5. ayette geçen bu kelimeleri şimdi tek tek irdeleyelim: Arş kelime olarak; ‘yükseklik, yücelik, üstünlük’ ifade eder. Terim olarak ise; ‘her şeyi kuşatan bütün alemleri içine alan, en dıştaki tabaka’ olarak tarif edilir. Bu durumda "Rahman Arş'a istiva etti" denildiğinde Allah-ü Teala bir mekana izafe edilmiş olmaz çünkü "Arş" ile belirli bir mekan ifade edilmemektedir. O halde ‘Arş'ın üstünde’ demek, bütün alemin dışında, bütün mekanların, cihetlerin üstünde, aliyyü'l-a'la demektir. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili. IV/54) Dolayısı ile ayet, ‘Allah-ü Teala'nın kâinatı tasarrufu altında tutması, idare etmesi ve her şeyin onun emriyle hareket etmesi’ anlamlarına gelir. Zaten istiva veya arş kelimelerinin geçtiği ayetlerin hemen devamında Allah (cc) tüm yönetimin, hakimiyetin kendi emri altında olduğuna dair ayetlerle istivadan maksadın ne olduğunu bizlere açıklamaktadır. Mesela Araf 54. ayette: "O Allah istiva etti. O Allah, geceyi durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneş, ay ve yıldızlar emrindedir. İyi biliniz ki yaratma ve emir O'nundur." buyurarak aslında istiva'dan amacın mecazi anlamda 'işleri idare eden, yürüten, yöneten' anlamında kullandığını bizlere anlatmaktadır. Rad, 2: "Allah, arşa istiva edendir, güneşi ve ayı buyruğu altına alandır. Bunların hepsi belli bir zamana kadar akıp gitmektedir. O, her işi (hakkıyla) düzenler, yürütür."; Yunus, 3: "Rabbiniz Allah arşa istiva etti. İşleri düzenleyen O'dur."; Bakara, 255: "Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah'ındır. O, kulların yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplamıştır. Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür."; Bakara, 29: "Allah göğe istiva etti, yöneldi, onları da yedi (kat) gök olarak düzenledi."; Taha, 6: "Rahman, Arşa istiva etmiştir. Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan şeyler ile toprağın altında olanlar hep O'nundur." Aynı kullanım Şura, 12. ayette de geçer. Arşa istiva etmek yerine bu defa 'anahtar' kelimesi ayette kullanılmıştır: "Göklerin ve yerin anahtarları, O’nundur. Dilediğinin rızkını genişletir ve daraltır. Muhakkak ki O, her şeyi en iyi bilendir." Görüldüğü gibi anahtar kelimesi bir sonraki ayette açıklanmıştır; ‘rızkı vermek veya kısmak.’ Kur’an'ın mecaz-benzetme örnekleri ile dolu olduğunu ifade ettik. "Nerede olursanız, o sizinle beraberdir." (Hadid, 4); "Biz insana şah damarından daha yakınız." (Kâf, 16) ayetlerini acaba nasıl değerlendirirdi sayın Dursun? Veya bu ayeti hiç mi okuyup anlamamıştır?! "O, insanların vasıflandırdığı şeylerden uzak, büyük ve yücedir." (En’am, 100) Netice olarak, Allah (cc) zatı itibariyle, mekandan, zamandan, şekilden münezzehtir. O yarattığı bütün şeylerden, alemlerden, arşlardan, mekanlardan ayrıdır, hepsinin dışındadır, hepsinden yücedir. Fakat O, ilmiyle, kudretiyle, hakimiyetiyle her yerdedir, her şeyi kuşatmıştır. O yücelerden yücedir, ötelerin ötesindedir. Hiçbir şey O'nu ihata ve idrak edemez ama O her şeyi ihata eder (Talak, 12)
Rüşvetle Müslüman olmak mı?
"İslam dinini kabul edenlerde aranan özelliğin bir menfaat peşinde olmaksızın gerçekten inandığı için İslam'ı seçmesidir." (Thomas Walker Arnold, İslam'ın tebliğ tarihi, s. 122) İman kalp işidir. Hucurat 14. ayette dil değil gönül işi olan imanın önemini vurgular: “Bedeviler, “İman ettik” dediler. Şunu söyle: “Henüz iman gönüllerinize yerleşmediğine göre, sadece boyun eğdiniz. Bununla beraber Allah’a ve resulüne itaat ederseniz yaptığınız hiçbir şeyi boşa çıkarmaz; Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” Zaten, “Güçlünün zayıfa verdiği güvence, iyilik rüşvet değil ikramdır.” (Süleyman Ateş, Gerçek Din Bu 1, s. 123) Rüşvet güçlü kişiye iş yaptırmak için verilir. Peygamberimiz de, uzun süre İslam'a saldıran, Müslümanlara kötülük yapan ama sonunda yenilenleri cezalandırmamış, onlara hediyeler vermiştir. Zaten kötülüğe iyilikle karşılık vermek Kur’an’ın emridir. (Fussilat, 34) Buna rağmen Dursun, Taberi’de geçen rivayetten hareketle, rüşvetle insanların Müslüman yapıldığını ileri sürmüştür. Taberi'nin kullandığı "Reşa" sözcüğü bütün sözlüklerde "İp" manasına gelir. Yoksa Dursun’un dediği gibi rüşvet manasına gelmez. Taberi'nin ifadesinin tam tercümesi "Ebubekir iktidara gelince, (Müellefe-i kulubu İslama bağlayan) ip koptu” şeklinde iken, Dursun bu kelimeyi rüşvet olarak tercüme etmiştir. Dursun, savaş sırasında elde edilen mal, gümüş ve altın, insanlara dağıtılınca bunu rüşvet olarak kabul ediyor. Dağıtılmayınca; savaşların ganimet elde etmek için yapıldığını ileri sürüyor. Peygamberimiz elde edilen mal ve parayı yakıp yok mu etseydi? Ki o zaman Dursun “İslam yok edicidir, her şeyi yakıp yok ediyor.” demeyecek miydi? İslam düşmanlarından Safvan, "Peygamber kalbinden başka hiçbir kimsenin kalbi bu kadar temiz, iyi ve cömert olamaz." (İbni Esir, III/24) dedirten de Efendimizin bu cömertliğidir. Safvan bir süre sonra da Müslüman olmuştur. O daha sonra şöyle diyecektir: "Allah elçisi bana bu bağışta bulununcaya kadar insanlar arasında kendisine en çok kin beslediğim başka bir kimse yoktu. Ama bu bağıştan sonra insanların bana en sevgilisi haline geldi. (Sad, V/449) Kısaca Müellefe-i kulüp denilen, insanlara ganimet ve zekattan pay verilmesinden maksat o insanlara İslam’ın sosyal adaletini, evrensel sevgisini, merhameti göstermektir. Ayrıca: Savaşta elde edilen ganimetlerin Müslüman olmayan insanlara dağıtılması, T. Dursun’un başka yerlerde iddia ettiğinin (Din Bu, 101-108) aksine savaşın ganimet elde etmek amacıyla yapılmadığının en açık ve net bir delilidir. Ayrıca eklemek gerekir ki, kendi menfaatleri için bazı insanlar Müslüman oluyor iddiası da temelsiz bir görüştür çünkü cizye (İslam ülkesinde gayrimüslimlerden alınan vergi) ile Müslümanlardan alınan vergi (Zekat) arasında pek bir fark yoktur ki, bunu ünlü oryantalistler Ignaz Goldziher ve Asin Palasios'ta kabul etmektedir.
Cinler görülebilir mi?
“A'raf suresinin 27. ayetinde, şeytandan söz edilirken: "Sizin onları görmeyeceğiniz yerlerden, o ve topluluğundan olanlar sizi görürler." denilmektedir. Bundan şu çıkıyor açıkça: Şeytan ve topluluğundan olanlar, insanları görürler. İnsanlarsa ne şeytanı, ne de onun topluluğundan olanları görebilirler. "Şeytan ve topluluğu (huve ve kabiluhu)" anlatımının kapsamı içinde, Kur'an yorumcuları, "cin"leri de görürler. Müfessir Razi bu düşüncededir. Gelin görün ki, Muhammed, "Şeytanı”, "Cini", hem de somut bir biçimde gördüğünü söyler: "Şeytanı yere yatırdım, boğuyordum." Nesei'nin Aişe'den aktardığı bir hadise göre Muhammed şöyle der: "Namaz kılarken şeytan geldi. Hemen yakaladım, yere yatırdım, boğuyordum onu. O denli ki, onun dilinin soğukluğunu elimin üzerinde duydum." Şeytanın "yatırılması", "boğulması" ve "dilindeki soğukluk, bu soğukluğun elde duyulması", "beş duyu" içine giren, somut durumlardır. Muhammed'in "şeytanı boğarken onun salyasının eline bulaştığını, elinde bunu duyduğunu (hissettiğini)"anlattığı da aktarılır.” (Dursun, 2000'e Doğru Dergisi, 8 Nisan 1990, Yıl 4, Sayı 15) "Ey Ademoğulları! Şeytan, anne babanızı ayıp yerlerini birbirine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları inanmayanların yoldaşları yaptık." (A’raf, 27) Dursun, ‘gelin görün ki’ şeklinde başlayıp, “Muhammed şeytanı cini gördüğünü söyler.’’ maksatlı çarpıtmasıyla, sanki Peygamber aleyhisselam, müfessirlerin görüşlerine uymak zorundaymış gibi, kendince çelişki olduğu izlenimini okuyucunun zihninde oluşturmaya çalışmaktadır. Dursun müfessir Razi ile ‘çelişik’ göstererek, Peygamber Muhammed aleyhisselamın Razi’nin yorumlarına uyması gerektiği imasında bulunmaktadır. Dursun, Peygamberin hayatıyla sabit olan olayları ve Kur’an’daki cinlerin görülebileceğine dair ayetleri acaba neden göz ardı etmektedir? Örneğin, Neml, 39; Sebe, 12-13! Dursun’un bahsettiği ayette zaten cinlerin ‘mutlak’ manada ve ’hiçbir zaman’ görülemeyeceği değil, onların gözetleme işi ve "gizlenmeleri" ve bunu yaparken ‘görülemeyecekleri’ anlatılmaktadır. Konuyla ilgili hadislere baktığımızda da bu açıkça görülmektedir: Buhari, Vekalet 10; Tirmizi, Sevabu'l-Kur'an 3; Müsned, 5/423;6/52, Müslim, Selam, 139; Muvatta, İ'tisam, 33; Ebu Davud, Edeb, 174; Tirmizi, Ahkam, 2. Dursun, cinler hakkında Kur’an’a genel bir açıdan bakmayıp sadece ‘işine geldiği’ yerlerini almış, gerisini bırakmıştır. Müfessirler hakkında da, işine gelen bir konuda işine gelen tefsirciyi ki burada Razi’yi almış, diğerlerini, hatta büyük çoğunluğun görüşünü almayı bırakın, görmemiştir bile! Ayrıca Dursun, başka yerlerdeki iddialarına cevaplar veren bu müfessirin o cevaplarını da okuyucularından gizlemektedir. Kaldı ki, biz bahsi geçen müfessirlerin hepsine hürmet göstermekteyiz ama sonuçta bir müfessir her zaman ‘isabet’ edecek diye bir kural olmadığı gibi, kalkıpta Peygamberin ümmetinden olan bir müfessirin tefsirini sanki ‘’Peygamber bu tefsire uymak zorunda’’ gibi dayatılmasınında ne ilmi ve ne de akli bir yönü bulunmadığı ortadadır. Sonuç itibari ile çelişki asıl Dursun’un kendisindedir.
İnsanın Çamurdan Yaratılması
“Kutsal kitaplarda sözedilen "insanın çamurdan yaratıldığı" fikri, kutsal kitapların ortaya atılmasından çok daha önceki çağlarda yaşayan insanların eserlerinde ve efsanelerinde görülmüştür. Bu durum, kutsal kitapların içine bu eser ve efsanelerden alıntı yapıldığının göstergesidir. Bu efsane ve kutsal kitapların ifadeleri şu şekildedir: Gılgamış Destanı, Sümer, Çin Efsaneleri, Mısır'da Luxor Tapınağı'nda bulunan kabartma bir resim, Hesiodos Destanı, Yunan Efsaneleri, Tevrat ve Kur'an.” Dursun, her medeniyet yaratılışın topraktan olduğunu kabul etmiştir, o halde hepsi birbirinden iktibas ederek inançlarını şekillendirmişlerdir tezini ileri sürmektedir. Allah azze ve Celle Kur’an’da, “Andolsun biz her kavme, Allaha itaat edin ve tağuta kulluktan sakının diye bir peygamber göndermişizdir.” (Nahl, 38) buyurmaktadır. Yani her topluma Allah hep İslam’ın emir ve yasaklarını bildirmiştir. Detay için, ‘İslam tüm dinlerin özüdür.’ adlı yazımıza bakılabilir. Dolayısı ile medeniyetlerin birbirinden iktibası bir gerçektir. Bu iktibas açıkça Allah’ın elçilerinden yapılmış bir iktibastır. Çünkü Allah farklı zamanlarda farklı kavim ve gruplara mutlaka elçilerini göndermiştir. Nasıl Hz. Muhammed bize Nuh Tufanını, Musa’nın Kıssasını, Yusuf, Yakub, İbrahim, Adem, Hud, Salih ve Şuayb peygamberlerden ve de yaratılıştan bahsetti ise, kendi dönemlerinde dekendi toplumuna müjdeci olarak gelen nebiler de bu kıssaları kendi insanlara anlatmışlardır. Evet, gerçek şudur ki, Allah insanlara hatırlatıcı olarak elçilerini göndermiş ve onların bilinç altlarında yatan inanç küllerini közlendirmiş ve alevlendirmiştir. Ayrıca tüm toplumlar eğer aynı şekilde bir konuyu açıklamışlarsa bu tevatür olur. Çünkü, “bu kadar farklı kültürü temsil eden insanların tek bir meselede bu kadar ortak beyanda bulunmaları, yalan üzere ittifak etmeleri” mantıken mümkün olamaz. Bu konular ayrıca, “Ahiret, beden-ruh ilişkisi” ve “ Kur’an’ın kaynağı Sümerler mi?” başlıklı yazılarımızda ele alınmıştır.
Peygamberimiz ve Tıp İlmi
Dursun, peygamberimizi” tükürüklü ve tükürüksüz” biçimleriyle tedavi ettiğini yazmış ve bununla alay etmiştir. (Din Bu, s. 263) “İslam dünyasında en sağlam kabul edilen kaynaklardan aldığını” söylediği bazı hadislerin sağlamlıktan öte sahih bile olmadıklarının altını çizmeliyiz. Hele peygamberimizin iyileştirdiği insanlardan ücret aldığıyla ilgili bırakın sahihi zayıf rivayet bile bulamaz Dursun ve bu konuda bilinen tek bir örnek dahi yoktur. Sadece iyileşen hastaların gönüllü olarak getirdikleri hediyeler vardır ki, bunlarında önemli bir kısmını efendimiz iade etmiştir. (Darimi Sünen, I/10, Hanbel, Müsned, IV/170) “Biz sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Bizim ecrimiz âlemlerin rabbi olan Allah’a aittir” (Şuara,127, 145, 164, 180) ayetleri ortadadır! Ayrıca Dursun Peygamberimiz zamanında tedavisi yapılan hastalıkların “Biyolojik ve fizyolojik” olduklarını vurgulamakta ve “Bunların psikolojik tedavi ile ne ilgisi var?” diye sormaktadır. Halbuki günümüzde stres ve sıkıntının başta ülser, gastrit, migren, şeker, kanser gibi hastalıklara neden olduğu bilinmektedir. (Haber Türk, 09.02.2017; deryauluduz.com/stres-temelli-hastaliklar-nelerdir;beyinder.org/stres-ve-beyin-sagligi; www.medikalakademi.com.tr/stres-nedir-stresin-neden-oldugu-hastaliklar-stresle-bas-etme; e-psikiyatri.com/stres-nasil-hastalik-yapiyor) Psikolojik olarak huzurlu olan insanların hastalıklardan daha kolay iyileştiği günümüzde tıbbi bir gerçekliktir. Ayrıca ruhsal bir takım rahatsızlıkların da tıp ilminin meşgul olduğu sahaya girdiği bir gerçektir. Dursun’un Efendimizin maddi hastalıkları üfürük yoluyla tedavi ediyor iddiası çok hatalı bir görüştür. “Ey Allahın kulları tedavi olunuz.” (Ebu Davut, Tıb,1/11, Tırmizi, Tıb,2, İbn-i Mace Tıb,1, Hanbel, Müsned, 3/156, 4/278) diyen peygamberimiz, insanın maddi ve manevi iki yönü olduğunu bildiği için tedavilerinde de psikolojik ve biyolojik her iki metodu da kullanmış, birine yönelirken diğerini gözardı etmemiştir. Zamanın ‘şartlarına göre’ ilaç, pansuman, dağlama vs. gibi bir takım tıbbi yöntemlere başvurarak hastalıkları tedavi ederken aynı zamanda hastanın ruhsal yapısını güçlendirici, iç dünyasını teskin edici mahiyette dua maksatlı okuma-üfleme metotlarını da kullanmıştır ki, artık günümüzde bırakın insanları, bitkilerin bile kendilerine söylenen sözlerden etkilendiği bilinmektedir. Dursun, özellikle belli rivayetleri ele almış, ‘bütünlüğünden kopardığı parça rivayetlerle’ her zaman olduğu gibi İslam’a saldırmaya çalışmıştır. Bu metodun aynen oryantalistler tarafından da kullanılması hayli, ilginçtir! Yine Dursun, Peygamberimizin göz değmesi, zehirli hayvan sokması ve nemle denilen yaraları üfürükle tedavi ettiğini ileri sürmüştür. Bu konuda kaynak olarak ileri sürdüğü hadis şudur “Şifa binti Abdillah: “Ben, Hafza’nın yanında bulunduğum bir sırada Hz. Peygamber yanıma geldi ve bana, ‘Hafsa’ya yazı yazmayı öğrettiğin gibi nemle hastalığının rukyesini de öğretmez misin?’ diye sormuştur." (Ebu davud, Tıb,18/3887, Hanbel, Müsned, 6/286) Eğer nemle hastalığının tedavisi için uygulanan rukye, okuma-üflemeden ibaret olsaydı bunu Peygamberimizden daha iyi yapacak kim vardı? Bunu da Hz. Hafza’ya bizzat kendisi öğretebilirdi. Peki (egzama türü bir hastalık olan) nemle hastalığını Şifa binti Abdillah nasıl tedavi etmekteydi? “Şifa, za’feran ağacına alır, buna yedi defa rukye yapar, sonra temiz bir taşa koyup ufalar, üzüm sirkesiyle karıştırdıktan sonra nemle yaralarının üzerine sürerdi” (İbni Esir, Üsdü’l Gabe, VII/163, İbni Hacer, el İsabe, VIII/121) Yani Şifa binti Abdillah, bitkisel bir kürü dua eşliğinde uygulamakta idi. Aslında aynı konudaki tüm rivayetler bir araya toplanıp öyle değerlendirme yapılsa ortada bir sorun kalmayacaktır ama Dursun okuyucuyu bilgilendirmek değil, yönlendirmeyi hatta yanıltmayı amaçlamaktadır. Dursun, Hayber savaşında yaralanan Ekva oğlu Seleme’nin Peygamberimizce üç kere okuyup üflenmesi ve Seleme’nin “Artık şikayetinin kalmadığını” anlatırken, “yaralanmış, gelmiş, nefes etmiş, kalmamış” gibi -mış’lı kelimelerle hafife anlattığı bu olay kaynaklarda (Buhari,Meğazi,38, Ebu Davud, Tıb, 19/3894) bakın nasıl geçmektedir: Seleme’nin “yarasının sarılıp akan kanının durdurulup” bundan sonra psikolojik destek amaçlı efendimiz tarafından kendisine dua edilerek üflenmiştir! Hendek savaşında yaralanan Sad bin Muaz’ın yarasını da bizzat Hz. Peygamber, “kanını durdurmak için dağlamış” ve aynı savaşta kolundan yaralanan Ubey bin Ka’b’ı da “dağlayarak” tedavi etmiştir. (Müslim, Selam,74) Peygamberimiz kılıç yarasını okumakla tedavi etseydi, Sad ve Ubey’i niçin sadece okuyup üfleyerek tedavi etmemiştir? Peygamberimiz biyolojik yaraları önce maddi yöntemlerle tedavi etmiş, manevi olarak da hastanın ruhen rahatlaması için okuyup üflemiştir. Sadece maddi tedavi veya sadece manevi tedavi İslam’da yoktur, İslam her ikisinin birlikteliğini savunur. (Duanın faydaları, okumanın bilimsel faydaları için sitemizdeki “İslami emirler ve hümanizm” başlıklı yazımıza bakılabilir.)
Dursun, Efendimizin Hz. Ali’nin göz ağrısını tükürüğü ile tedavi etmesini de diline dolamıştır. Dursun’un “İlginçtir ki” diyerek başlayan cümlesinin aslında hiçte ilginç olmadığını ispat edelim. Önce bu olayın savaş başlamadan hemen önce, anormal şartların hakim olduğu bir anda, hızlı tedavinin gerektiği bir ortamda geçtiğini hatırlatalım. (Buhari, Cihat,102; Müslim, F. Sahabe, xxxıv/2406) Dursun, aşağıdaki haberi, hem de ağrıya iyi geldiği detayı ile okusa ne hissederdi acaba? “Tükürüğün bilinmeyen faydaları! Yapılan araştırmada, insan ve fare tükürüğünde doğal olarak bulunan, morfin kadar etkili ‘ağrı kesici’ özelliğe sahip ‘opiorfin’ adlı molekülün depresyona karşı da etkili olabileceği ortaya kondu. Opiorfin molekülünü 2006’da keşfeden Fransa’daki Pasteur Enstitüsü’nden Catherine Rougeot ve ekibi, genetiği insana yüzde 99 benzeyen fareler üzerinde deney yaparken buldukları molekülün bazı ‘antidepresanlar kadar’ etkili olduğunu belirledi. Molekül üzerinde sürdürülen araştırmalarda, "Opiorfin"in depresyona karşı etkili olabileceği de tespit edildi. "Journal of Physiology and Pharmacology" adlı dergide iki makale yayımlayan bilim adamları, ayrıca bu molekülün "İmipramin" adlı antidepresan kadar etkili olduğuna ve yan etkisinin bulunmadığına dikkati çekti.” (Milliyet, 3.09.2010)
Tükürük içindeki enzimlere baktığımız (Meydan Larousse, 12-33) zaman tükürükteki Pityalin adlı enzimle, dezenfektan etkisi gösteren, dolayısıyla ağzı enfeksiyonlardan koruyan Lizozim adlı kimyasal maddenin hafif bir antiseptik etki gösterdiği görülmektedir. (Doktorumuz, Tıp Ansiklopedisi, 7-2350) Parapsikolojide bazı insanların özel yeteneklerle doğduğu anlatılmakta ve bu konu ilmi olarak da ispat edilmektedir. Peygamberimizin de böyle özel kişilerden olduğu sabittir. Ayrıca Peygamberimizde tükürük ile tedaviyi hiçbir zaman emretmemiştir. İslam tarihinde de böyle bir metoda hiç rastlanmamaktadır. Tükürük, salgı bezini terk ettiğinde doğal olarak sterildir; mikropsuzdur. Tükürük salgısı içerdiği kimyasal ve biyolojik ajanlar sayesinde anti mikrobik (mikrop yok edici) etki yaparak ağız-diş sağlığında koruyucu rol oynar. Son bulgular, tükürüğün çok sayıdaki zararlı organizmaya karşı bizi savunan karmaşık bir madde olduğunu ortaya koyuyor. (Milliyet, 11 Ekim 2011; CNN Türk, 11 Mart 2022; Posta, 24 Şubat 2022) "Tükürüğün antiseptik özelliği, yani mikropları öldürücü etkisi de vardır." (Rahmi Turan, Sözcü, 27.08.2015) Tükürüğün sağlığa 4 faydası. (CNN Türk, 11.03.2022) Farkında olmadığımız mucize: Tükürük. (Fikriyat, 6.4.2020) Tabii bir de “yüzüne bile tükürülmeyecek” insanlar vardır ama o ayrı bir konu!
Hz Hasan, evlilikleri ve Hz Muhammed
Bu konuyu ‘Turan Dursun’un Metodunun eleştirisi’ adlı yazımızda cevaplamıştık. Ayrıca aynı konuyu ateist yazar İlhan Arsel’de dile getirmiştir. Arsel’e verilen cevaplarda konuyu kısaca yeniden ele alacağız! Dursun, efendimizi gençliğinde bile yapmadığı anormal davranışları onun 50 küsur yaşından sonra yaptığını iddia edebilmiştir, hem de rivayetleri çarpıtarak! Yine Dursun, Hz. Enes’ten gelen bir rivayeti tahrif ederek, “Peygamber 9 ya da 11 karısı varken, gecenin veya gündüzün belli saatlerinde tümünü dolaşıyor ve hepsiyle cinsel ilişkide bulunuyordu.” (Din Bu, s. 45) demektedir. Halbuki Dursun’un delil gösterdiği Tecridi sarih Tercümesi Hadis No: 192’de, “Hepsiyle cinsel ilişkide bulunuyordu.” ifadesi geçmemektedir. Efendimiz aile reisi, imam, vaiz, ordu komutanı, peygamber, devlet yöneticisi olan oldukça yoğun çalışan biri idi. Ev ihtiyaçları dahil her türlü gereksinimi için hanımlarını ziyaret etmesi gayet normaldir. Zaten Dursun’da başka rivayetlerde “40 erkek gücünde olduğu bildirilir, bunda bir abartma olduğu açık” (Din Bu, s. 6-47) demektedir. Mademki bunlar doğru değil; abartma. O halde neden doğru imiş gibi bunlara dayanarak efendimiz hakkında menfi bir izlenim bırakmaya çalışmaktadır? Dilinden düşürmediği “Bilim ve aydınlanma” bu mudur?
Ateist oryantalist ittifakı
Oryantalistler de ateistler de kaynak olarak gösterdikleri eserlere bilimsel ahlaktan uzak ekleme çıkarma yaparlar. Onları bilimsellik veya gerçeğe ulaşma duygusu değil, ideoloji ve önyargı yönlendirir. Efendimizin Hz Zeynep ile evlenmesi ile ilgili örnek verelim: “Gençliğinin bütün taraveti içinde utanç ve şaşkınlıktan kıpkırmızı kesilen bu dağınık kıyafetli güzel kadın.” (Emile Dermenghem, Muhammed’in hayatı, s. 367- 370) Bu da Türk ateistlerden Dursun’a ait: 2000’e Doğru dergisinden “Yorgunluktan ve terden pembeleşmiş yüzü ve yarı çıplak haliyle son derece çekicidir.” Halbuki her iki ekleme de hiçbir rivayette geçmez ama oryantalist ve ateistlerin kafa yapısını ve okuyucuyu yönlendirmeye çalışmalarını göstermesi açısından ilginç bir örnektir. Din Bu 1, sayfa 41'de oryantalist Leoni Caetani'den alıntı yapan Dursun, 42. sayfada ise "Ne ölçüde doğru, kesin bir şey söylenemez kuşkusuz" diyerek alıntıların gerçekliğinden kendisinin de emin olmadığını itiraf eder. Ama İslam düşmanlığı bu dayanışmayı zorunlu kılmaktadır. Gerek deist gerekse ateist olduğunu iddia eden iki sitenin ekran görüntüsünü aşağıda veriyoruz. Her iki site de misyonerlik propagandası yapmaktadır! ‘Amacımız’ı açıkladığımız bölümde de benzer örneklere ulaşabilirsiniz.
Deizm adlı site açan dinsiz arkadaş bir misyonerin görüşlerini önce ‘doğru’ kabul ediyor, sonra ‘videosunu indirip youtube’a yüklüyor’ ama ‘reklam da yapmıyor!’ ve Mısır’dan dindaşlarınca kovulan bu misyonere bir de ‘hocam’ diye hitap ediyor! İyi ki dinsiz imiş! Ateit bir sitede ise, ‘world’ adlı kullanıcı, 24.07.2015 tarihinde ‘Neden Butros Hocam Gibi Bir Hocamız Yok?’ diye forumda başlık açıyor ve ‘çatır çatır İslamı yerin dibine gömen ve kanalı olan elini kolunu sallaya sallaya gerçeği söyleyen muhterem hocam gibi bir ateist hocamız neden yok? Zekeriya Butros hocam ve ekibini kutluyorum bir ateist olarak canım hocam...Türkiye'de görevini biz ateistler yapıyoruz ama senin kadar güçlü ve cesur değiliz... Zekeriya hocamsa müthiş bir adam İslam'ı o kadar iyi biliyor ki.’ diye yazıyordu!
Gelen sorular ve cevaplarımız:
Soru: size bir soru sorucam www.td--.com/forumlar/showthread.php?t=208 bu linkteki iddialar doğrumudur? (Hz Ömer hakkındaki iddialar ve cevapları)
Cevap: Resmin tamamına bakınca!
İslam tarihindeki bazı olayları ve zayıf rivayetleri alt alta sıralayıp, İslam'ın Şii yorumunu haklı çıkarma gayreti içinde imiş gibi gösterip aslında ateizm propagandası yapan, önyargı ve tek taraflı bakış açısı ile kaleme alınmış bir yazı örneğidir uzantıdaki yazı. Kaynak olarak devamlı tek kişinin kitabından alıntı yapma gayreti içinde olup, 1000 küsur senedir sahabeyi kötüleyip güya ehli beyti yüceltme izlenimini vermeye çalışan ve bunu ateist bir sitede yapan bu zihniyetin değerlendirmesini birazdan ele alacağız. "Ehlibeyt Hz. Muhammed’in cenaze işleri ile meşgulken, öbür taraf biat işini organize ediyordu" şeklindeki bir mesaj vermek isteyen bu tür bir yazılarla ilk kez karşılaşanların tereddüt geçirmeleri mümkündür. Ama resmin tamamını görenler, ehli beyt taraftarlığı görüntüsü altında sahabenin büyük kısmına ağza alınmayacak iftiralarda bulunan bir kesimin asıl amacının İslam'a saldırmak olduğunu rahatlıkla görecektir. Zaten ateist bir sitede mezhebi bir konuyu tarafgir olarak ele almanın amacının masum olduğunu ileri sürmek safdillik olur! Bu zat bunlarla yetinmemiş ve daha sonra sanal bir sözlükten "Kur’an'ın gerçek yazarı olduğu düşünülen kişi" diye Hz Ömer'den bahsedildiğini aktarıp, bu yorumu yapanı da övmektedir. Daha sonra yine bu şahıs bununla da yetinmeyip bir de şu iddiada bulunmaktadır: "İslamiyet'in gerçek kurucusu bana göre Ömer'dir." Bu konudaki iddialara cevabı, “Ateist ve oryantalistlerin ‘Kur’an'ın kaynağı’ ile ilgili iddiaları’na verdiğimiz cevapta bulabilirsiniz. Ama işin ilginci, mezhepçi gözüken bu şahsın gerçek yüzünü kendisinin itiraf etmesidir! Arap soyundan olup Akad kralının adı olan ‘Sargon’ müstear ismini kullanan bu kişi, "Yukardaki film gibi birçok öyküde despotluk sembolü "kılıç" ile adalet nasılsa birleştirilmiş" diye yorum yaparken acaba adaletin temsil edildiği heykelin elinde ne olduğunu bilmemekte midir? "Hind’te, Araplarda kadınların yönetici konumlara kadar çıkabildiğini gösteren bir örnek aynı zamanda" diyerek, savaşta şarkı söyleyip insanları savaşa kışkırtmak ve efendimizin amcasının ciğerlerini elleri ile kesip çiğnemek dışında tarihe bir not düşülmeyen, ama yinede efendimizce daha sonra af edilen bu kadını bu şahıs nasıl oluyor da "yönetici" olarak nitelendirebiliyor acaba?! Savaşmadığı için miras hakkı olmayan, diri diri toprağa gömülen, çadırlarda bedeni satılan kadınları, sadece İslam'a saldırabilmek için kadın haklarına sahipmiş gibi gösteren bu kişi ne kadar bilimsel, tarafsız biri olabilir? Bu zatın verdiği kaynakları sıra ile incelemeye başladığımızda hiç birinin uzantısının açılmadığı görülmektedir. Sadece 4. sıradaki kaynak verdiği siteden, eleştiri konusu yaptığı rivayete ulaşabiliyoruz. Bu zat aynen şunları yazıyor: “Komedi burda da bitmiyor.” Aslında bu arkadaş herkesle dalga geçmektedir. Hz Ömer'in adını da Ömer bin Abdülaziz diye yazmaktadır, halbuki adı Ömer bin Hattab'dır. Bu şahıs güya Ömer b. Hattab hakkında kendi deyim ile "masal uyduruldu" diye aktardığı ve aslında Hz Ömer'in torununun oğlu olan Ömer b. Abdülaziz hakkındaki örnek ahlaki özelliklerin Ömer b. Hattab için uydurulduğunu ileri sürmekte ve böylece ahlam kesmeye çalıştığı konulardaki cehaletini de ortaya koymaktadır! Uzantı sitede sadece Hz. Ömer'in devlet malı olan mumu şahsı için kullanmaması olayı da torun Ömer için aktarılmaktadır, geri kalan tüm rivayetler zaten torun Ömer için tarihi kitaplarda da aktarılan bilgilerdir! Bu şahıs ise tüm rivayetleri Ömer b. Hattab'a isnat etmekte, sonra kendi çarpık ve yanlış mantığını doğru kabul edip sübjektif ve komik iddialar ileri sürmektedir! Yani bu yazı ile Şiilik kılıfı altında ateizm propagandası yapılmaktadır. İşin ilginci efendimizin vasiyet yazmak istemesi ile ilgili "İslami kaynakları delil gösteren" bu mezhepçi ateist, iş Hz Ömer'i takdir eden rivayetlere gelince bunları masal diye nitelemekte, torunu hakkındaki rivayetler ile Hz. Ömer karıştırılmakta ve öznel yorumlar yapılmaktadır. Kısaca insan ateistse açıkça ateistliğini ilan etmeli, ne diyecekse kimliğini açıkça ortaya koyup öyle söylemelidir. Bu kişi İslam'a saldırmaya çalışırken ki, amatörce ve oryantalist bir zihniyetle bunu yapmaya çalışmakta ve her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmaktadır. ‘Murted’ müstear ismini kullanan site yöneticisi de "Şiilerin tutumu yani bir tarafı lanetleyip diğerine taraf olmaları çok daha tutarlı." demektedir. Zaten daha sonra yazılanlar sadece Hz. Ömer’i değil efendimize de kapsayan hakaretler içermektedir ki, bu çalışmamızda tümüne cevap verdik.
Soru: Maalesef mürted yazısı beni tatmin etmedi. Burada mürted ile ilgili şunu yazayım o halde. Mürted olan bir insan iyi ve ahlaklı biri olamaz mı? Dinsiz birisi ahlaklı olamaz mı? Ben dinsiz olup ahlaklı olan bir sürü insan tanıyorum. Zaten tarikat ve cemaatleri anlatmaya gerek yok. İslam ülkeleri belli. Ali İmran ve Nisa Surelerini örnek vermişsiniz. Bu ayetlere göre, Mevlana’nın “Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel” cümlesi çelişmiyor mu? Bu insanlar inansa, tövbe etse bile yandı bitti kül oldu yani?
Cevap: Mürted yazısının amacı dinden dönenlerin öldürülüp öldürülmeyeceği meselesine cevap vermektedir. Ama anladığım sizin bu konuya farklı bir açıdan yaklaştığınız; kafir birisinin ahlaklı olup olamayacağı konusu. Öncelikle “Dinsiz ahlak olur mu?” adlı yazıyı okumanızı tavsiye edeceğim. İyilik nedir? Ahlak ama kime göre ahlak? İslam ülkelerinin hali İslam nedeni ile değil İslam’sızlıktan bu haldedir! “İslam ülkeleri neden geri?” adlı yazıyı tavsiye ederim bu konuda. Cemaat ve tarikat konuları uzun konular. Celalettin Rumi’nin sözünü de iyi anlamalıyız. İnsan hata yapar, bu onu ümitsizliğe sevk etmemelidir, tövbe et sonra gel ama; Gel: Come/tea’l değil; geri dön: Return/İrci’ demektedir. Merhum üstadımız. Günahlarından tövbe edip eski hallerini terk edenleri tabii ki -eğer isterse- Allah azze ve celle af eder. Bu konuda birçok ayet vardır. “Ancak tövbe edip hallerini düzeltenler ve gizledikleri gerçekleri açıklayanlar başka; ben onların tövbesini kabul ederim. Çünkü ben, tövbeleri çokça kabul eden ve merhameti bol olanımdır.” (Bakara, 160);”Allah, kullarının tövbesini kabul eder, günahları affeder ve yaptıklarınızı bilir.” (Şura, 25); “Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tövbe edin ki üzerinize bol bol yağmur göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Sakın siz, günah işlemekte ısrar ederek davetimden yüz çevirmeyin!” (Hud, 52); “Ancak bundan sonra tövbe edip hallerini düzeltenler müstesnadır.” (Ali İmran, 89); “Allah’ın kabul edeceği tövbe, ancak cahillikleri sebebiyle günah işleyip de, o günahtan çarçabuk vazgeçenlerin tövbesidir. İşte Allah, böylelerinin tövbesini kabul buyurur. Allah her şeyi hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Nisa, 17); “Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur.” (Nisa, 110); “Kim işlediği bu haksızlıktan sonra tövbe eder ve halini düzeltirse, şüphesiz Allah onun tövbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Maide, 39); “Ümidinizi kesmeyin, fakat tepenize o azap inmeden önce de tövbe edip Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Aksi halde kimseden yardım göremezsiniz.” (Zümer, 54); “Ancak günahlarından vazgeçip Allah’a yönelen, iman eden ve salih amel işleyenler, işte bunlar, cennete girecek ve hiçbir haksızlığa uğramayacaklardır.” (Meryem, 60); “Şu da muhakkak ki ben, günahlarından tövbe ile vazgeçen, iman edip salih ameller işleyen, bundan böyle de doğru yol üzere hareket eden kimseyi elbette bağışlarım.” (Taha, 82) Ayrıca, Kasas, 67; Ali İmran, 128; Nisa, 146; Maide, 34; A’raf, 153; Tevbe, 11; Hud, 90; Nur, 5… vd. Hadislerde de birçok örnek bulunmaktadır. Mesela; “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9, 10, 11); “Bütün âdemoğulları günahkardır, günahkarların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir.” (İbn Mace, Zühd, 30); “Günahtan tam dönen ve tövbe eden, o günahı hiç işlememiş gibidir.” (İbn Mace, Zühd 30) vd.
Özetle; “De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır.” (Zümer, 53) Rabbimiz Rahman, Rahim’dir! Ama Turan Dursun “inadi küfür” denilen, bilerek; kin ve önyargı ile hareket ederek gerçekleri örten kafir (Küfr kelimesinin kelime anlamı, ‘örten, gizleyen, nankörlük eden’ demektir.) birisidir! Metot ve eserleri yazımızda ele alınmıştır. Ayrıca bizim ‘imanometre’miz yoktur! Bu yazıyı yazan -Allah muhafaza- imansız ölebilir, en kafiri iman edip cennete gidebilir. “Dünyada Müslüman olanlar” adlı yazımıza bir bakarsanız birçok örnek göreceksiniz! Ama söz konusu kişi “kendi tercihi ile” imansız ölmüştür. Sonuçta herkes kendi tercihlerinin “sonuçlarına” katlanacaktır! “Son an gelmeden yapılan tövbeleri” bi-iznillah rabbimiz kabul edebilir. Allah bizim için kötülük istemez: “Allah insanlara hiç zulmetmez.” (Yunus, 44); “Gerçek şu ki Allah insanlara zerrece kötülük etmez, fakat insanlar kendilerine kötülük ediyorlar.” (Yunus, 44) Ama Rabbimiz adil olandır, iyilerle ile kötüleri ve hele kötülükte çığır açanları asla bir tutmaz: “Yoksa kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini iman edip salih ameller yapanlarla bir tutacağımızı mı sanıyorlar? Hayatları, ölümleri ve ölümden sonraki durumları aynı olacak, öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Casiye, 21) Hadiste de belirtildiği gibi; Efendimiz şöyle buyurur: “Hiç kimse kendi ameliyle cennete girmez.” Sahabi; “Sen de mi ya Resulallah!” dediklerinde de “Evet ben de, meğer ki Rabbim beni rahmetinin kucağına almış olsun.” (Buhari, Rikak, 18; Müslim, Münafikin, 71-73) Rabbim iyi yolda yürüyen, iyilik yapan ve iyilerle beraber olup ahirette de bizi iyiler zümresinden eylesin inşallah: “Rabbimiz! Biz, ‘Rabbinize iman edin’ diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla. Kötülüklerimizi ört. Canımızı iyilerle beraber al.” (Ali İmran, 193) AMİN…
Soru: bir dünya yazı yazmışsınız. İyi güzel peki adam hayattayken neden karşısına çıkıp iki kelam eden olmadı defalarça tartışacak adam arıyorum dediğinde kimse meydana çıkamadı bunun sebebi nedir.
Cevap: Sitemizdeki ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ adlı yazımızda bir küçük paragraf geçer, dikkatinizden kaçmış olabilir: “Dursun yazdığı yazılarda “Müslümanların Pehlivanı yok diyerek” uzun süre havasını attı. Ama Molla Sadreddin Yüksel’in yazdığı “Makaleler” adlı kitap, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin ortaya çıkıp tarafsız bir zeminde tartışmayı kabul etmesini görmezden gelir. Diyanet’in ” Muhatap alıp reklam yapmama” kuralını ise istismar eder. Ahmet Kekeç’in karşılıklı sohbetini tahrif ederek dergide yayınlar!” Dursun gibi birçok ateist ve asıl ağa babaları oryantalistler devamlı İslam’a saldırmışlardır. Ama onların adları tarihin tozlu sayfalar arasında unutulurlarken, İslam hala güncelliğini korumakta ve aydınlık ışığını insanlığa yaymaya devam etmektedir. Dursun öldürüldükten sonra eserleri ile karşılaştığım ve ömrümün 30 küsür yılını o ve avanesine cevapla geçirdiğim, bu nedenle sol ve misyonerlik ile oryantalizmi de araştırdığım göz önünde bulundurulursa, en azından bu eleştiriyi kişisel olarak üzerime almadığımı da ifade etmek isterim.